11 Temmuz 2015 Cumartesi

Nezih Hoca

Kafamda tarihler karışık. 1996 mıydı, 1998 mi hatırlamıyorum! Elimde müzik defterim, içinde porte porte besteler... Her öğle arası kapısındayım. Yeni bestemin notaları üzerinde çalışıyoruz. 

"Bu nota sekizlik olmalıydı" ya da "on altılık bir do var"... Düzeltmeleriyle ilgili hatırlayabildiklerim bunlar. Odasını ise unutmuyorum. Küçük, yatay iki pencere iç içe geçmiş. Bir tanesi aralanmış. Önünde defterim, elinde sigarası karşımda oturuyor. En ergen zamanlarım, içimden ne çıkacak ikimiz de bilmiyoruz. İş arkadaşlarının öğretmenler odasında sohbet ettikleri, kahve içtikleri saatlerde, o bana müzik adına bildiklerini aktarmaya çalışıyor, hepsi bu.

***

"Bir beste soru-cevap'tan oluşmalı. Bir dize soru ise, öbürü cevap olmalı. Senin şarkılarının bazılarının ucu açık, soru ile bitiyor!"

***

Her sabah bir şekilde buluyorum onu. Yanına gidip yeni bir bestemin olduğunu, notalarını yanımda getirdiğimi, öğle arası beraber çalışmak istediğimi söylüyorum. Beni hiç kırmıyor. Henüz yaşım 14, belki 15. Şarkılarımı beğenip beğenmediğini bile bilmiyorum. "Bir gitarist bul" diyor bana. İki kişi daha iyi olacağımıza inanıyor.

Dedim ya, yıl ya 1996 ya 1998. TRT hegomonyasının yeni yeni terk edildiği günler. Gitarı ancak Pop Saati'nin jeneriğinde suda yüzerken görebildiğimiz zamanlar...

Serviste bir çocuk var, adı Ömer. Birkaç kez gitarıyla görmüşlüğüm var. Onunla konuşup beraber çalıp çalamayacağımızı soruyorum. Kabul ediyor. Aylardan Haziran. Yaz tatili bir ramak uzakta. 

"Bir gitarist bul" demişti bana. Bunları söylerken hayat boyu sürecek bir dostluğun kurulmasına vesile olacağından haberi yoktu elbet. Okul tatile girmiş, üç aylığına kendini unutturmuştu. Ömer'le ikimiz ise kendimizce bir grup olmuş, haftada 3-4 gün görüşür, çalışır olmuştuk.

***

O yaz buz pateninde kolunu kırdı Ömer. Çalamadığı gitarı iki ay kadar bende kaldı. Ben de gitar çalmaya bu şekilde başladım.

***

İki gitarist, isimsiz o grubu kurmamız lise birin başlarına denk geliyor. Yaşar, Ayna, Kenan Doğulu, Mustafa Sandal... Kral TV yana döne kliplerini gösteriyor. Kargo, Pentagram, Kesmeşeker ise underground tadında, alternatif kanallarda. Ömer'le benim bestelerimi çalıyor, onlara çalışıyoruz.

***

Ekim ayında Aslı'yı kaybediyoruz. Aslı Yılmaz... Onu hiç tanımadım, kim olduğunu arkadaşlarının koridorlarda ağladığı o sabaha kadar da bilmiyordum. Üst sınıflardan, hepatit yüzünden hayatını kaybetmiş. 

Vefat ettiği günün akşamında Aslı için yazdığım şarkıyı cesaretimizi topladığımız bir gün ona çalıyoruz. "Tamam" diyor Nezih Hoca. İsteğimiz, şarkıyı tüm okulun karşısında çalmak. "23 Nisan'da sahne alacaksınız."

Sözlü için tahtaya kalktığımız zamanlar hariç göz önünde olmak nedir bilmiyoruz. "23 Nisan" diyor Nezih Hoca. "Şenliklerde tüm okula çalacaksınız"


***

Bir bayan vokaliste ihtiyacımız var. Üst sınıflardan Derya'nın sesinin çok güzel olduğunu biliyorum, ama kendisiyle tanışıklığımız yok. Cesaretimizi tam anlamıyla topladığımız bir çarşamba ona Aslı'ya yazdığımız şarkımızdan, 23 Nisan'dan, alacağımız sahneden bahsediyor, bizimle çalmak/söylemek isteyip istemediğini soruyoruz. "Tamam" diyor. Bu, heyecanlı bir "tamam" değil. Belki de bizi görmek istiyor. Ertesi öğle arası müzik odasında olmak üzere sözleşiyoruz.


***

Derya şarkımızı beğeniyor. Adını hiç koymadığımız grubumuza dahil oluyor.

***

23 Nisan'a kadar her öğlen müzik odasında toplanıyoruz. Nezih Hoca zaman zaman bize katılıyor, zaman zaman oda kilitli olduğundan üzerinde oturduğumuz kalorifer petekleri kıçımıza bata bata çalışmalarımızı sürdüyoruz. "Nerede"nin yanına iki-üç şarkı daha ekliyoruz.

Dedim ya, 90'lı yıllardayız. Atatürk Lisesi dönemin sıkı okullarından. Saygı duruşuyla başlayan 23 Nisan, şiirlerle, kompozisyonlarla devam ediyor. Biz ise Atatürk büstünün arkasında üşüyerek, sidik kokusuna tahammül etmeye çalışarak bekliyoruz. Törenin sonunda sınıflarımız, adımız ve minik bir gitar dinletisi vereceğimiz anons ediliyor.

Sahnedeki yerlerimizi alıyoruz. Şarkımızın Kasım ayında kaybettiğimiz Aslı için olduğunu anons ediyor Derya. İnanılmaz bir sessizlik içinde arpejimi işitiyorum. Ellerim zangır zangır titriyor.

***

Artık tüm okul tanıyor bizi. Tenefüslerde gitarımı dinlemeye geliyorlar. Öğretmenlerin kanaat notu bile hep 5.

***

Müdürümüzün değişmesi, Nezih Hoca'nın okula bir bateri seti alınmasını istemesi de kabaca bu döneme denk geliyor sanırım. Lise 2'ye başladığımızda müzik odasında devasa bir davul seti buluyoruz. İki kişilik grubumuz büyüyor!

***

"Afra" diyor bazıları. "Yarım Karışık" diye uydurduğumuz bir isim bile var. Candaş davul çalıyor, Ömer artık bas gitarist. "Güzelim"i yeni yazmışım, neredeyse tüm okul ezbere biliyor. Şenliklerin müdavimiyiz.

Liselerarası müzik festivali... Bizim okulun köhne konferans salonunda düzenleniyor. Nezih Hoca biz sahneye çıkmadan çikolata veriyor bize. "Önemli olan buraya kadar gelmekti" diyor bize. "Sahnede ne olursa olsun, sizinle gurur duyuyorum"

***

Üniversite sınavı stresi boğuyor bizi. Yine de, lise son sınıfta bile sırtımızda gitar, derslerden boş kalan zamanlarda bir şeyler üretmeye çalışıyoruz. Kimya, Fizik, Matematik arasında bir yerlerde Nezih Hoca hala var. Bizi öğretmenler gününde, sadece öğretmenlerimizin davetli olduğu bir etkinlikte sahneye çıkartıyor. O gün iyice anlıyorum. Bizler diğerleri için Nezih Hoca'nın oğrencileriyiz. Bizi izlerken yüzündeki gururu hissedebiliyorum.

***

Hepimiz mezun olup bir yerlere savruluyoruz. Nezih Hoca, Atatürk Lisesi'nde kalıyor. Bizden sonrakilere müzik öğretmeye devam ediyor.

***

Ve yıl 2015. Bir Datça akşamında buluşmak üzere sözleşiyoruz. Bizi eşi Meral Hoca'yla beraber, Can Yücel'in önündeki ağacın dibinde şiir yazdığı Kumluk Kafe'de bekliyor. Esin'le gidiyoruz. 

Onu gördüğümde koşmaya başlamışım, Esin'in söylediği bu. "Kilo almışsın" diye takılıyor bana, sımsıkı sarılıyorum hocama. Görüşmeyeli 15 yıl olmuş. 

Belki de ilk kez kendinden bahsediyor bana. Erzurum'da okutmanlık yaptığı yıllardan, onu Ankara'ya sürükleyen tesadüfler silsilesinden. Neden Datça'ya yerleştiğinden. 

O çok sevdiği eşini tanıyoruz. Eşimle tanışıyor. Sahip olduğum her şey, kariyer, hırs, para, pul, her şey kayboluyor. O konuştukça notalarını bölük pörçük çıkardığım şarkılarımı porte porte hatırlıyorum. 

Bize müziğin, sanatın insana kattıklarından bahsediyor. Üniversiteyi kazanmak için kurulu zamane gençlerinin bu kavramlara ne kadar uzak kaldıklarından. 

"Kıçımdan ayrılmazdı" diyor Esin'e beni anlatırken. "Ama siz de bizimle çok gururlanırdınız" diyorum ona altta kalmamak için. 

15 yıl öncesini konuşuyoruz, 15 yıl öncesinin o günlerde nasıl göründüğünü anlatıyoruz birbirimize.

***

Eşine sevgisini görüyorum. Nikah davetiyemizi gönderdiğimde bana cevaben "birbirinizi hep sevin ve sayın" demesinin arkasında yatanları anlıyorum. 

***

Onları arabalarına kadar uğurluyoruz. Esin eşine sarılıyor, ben Nezih Hoca'yı bırakmak istemiyorum. 


***

O geceyi düşündüğümde bana kattıklarını, hayatımdaki etkilerini sorguluyorum. Onu Erzurum'dan Ankara'ya getiren tesadüfler silsilesi içinde kaderin bana da bir yer açtığını hissediyorum. Kendimi bir şekilde ifade etmeme vesile olan şarkılarımı bir düzene sokabilmek için harcadığı tenefüsleri, öğle aralarını düşünüyorum. Ben -onun tabiriyle- kıçından ayrılmazken bir kez bile bana sırtını dönmediğini, müziğe olan tutkumu gördükçe onun da kendi içinde mutlu olduğunu fark ediyorum. Belki müzik mesleğim olmadı, belki çok tutulan bir şarkı da yazamadım. Ancak o öğle araları, müzik odasının kıçıma batan kaloriferleri ile çok şey öğretti bana.

Bir öğretmenin, elleri öpülesi bir öğretmenin gözlerinin içinde kendimi gördüm o akşam. Hakkı ödenmez güzel insan. Nezih Hocam!


20 Haziran 2015 Cumartesi

Sadi Toksöz (1945-2015)

Telefonumla oynarken geliyor mesaj. Onun telefonundan, kızı göndermiş. "Kaybettik" demiş. "Karşıyaka" ve "mezar"...

Bir ay kadar önce ayağını kırmıştı. Komşularından birine gitmek üzereyken yağmur başlayınca "Gitmeyelim" demiş de eşi, o "Puding heveslendi." diye ısrar etmiş. "Gidelim" demiş. Giderlerken ayağı kaymış. Sonrası ameliyat, platin, çiviler... Aradığımda uyukluyordu, "hayatımızın bir dönemini de böyle geçirecekmişiz, ne yapalım!" demişti Tomris Abla. 

Evden çıkmadan bir ağrı kesici aldım. Ağlamamaya çalışmaktan başıma ağrı girmişti. Yolda, Esin çocukluğunda amcasının cenazesi için gelenlerin getirdikleri lokumları nasıl hevesle beklediklerini anlattı. "Çocukluk işte, anlamıyorsun ki ölümü..." Bir kutu lokum da biz aldık. 

Kapının önü ayakkabılarla doluydu. O kapıdan içeri baktığımda bizi hep karşıladığı salon kapısında yoktu. Evin içinde, salonda, hiçbir yerde... 

Garip bir his bu. O evi aldıkları zamanı, evin parkelerini, boyasını badanasını özene bezene yaptırdıkları zamanları hatırlıyorum. Annem ve babamın Kırgızistan'da olduğu 2004 yılbaşında bizi davet ettikleri akşam yemeğini yediğimiz, karşılıklı siyasetten spordan konuştuğumuz, bana hayat dersleri verdiği, meslek anılarını anlattığı o salonda oturmuyor artık. Yerinde arkadaşları, komşuları var. Halilcan'ın odası onlarca arkadaşıyla dolmuş. Eve bir misafir geldiğinde havlaması kesilmeyen, gelenin her yerini koklamadan sakinleşmeyen Puding, Cansu'nun omzunda suskun yatıyor. Herkes yokluğunun farkında, ama sanki henüz hiç kimse tam olarak hissedemiyor.

Boğazımdaki yumru büyüdükçe büyüyor. Fark ettiğim her ayrıntıda -mesela Halilcan ve Cansu'nun bu kadar çok arkadaşının gelmiş olmasını düşündükçe- gözlerim doluyor. "Belinda'yla tanışmış mıydı?" diye düşünüyorum. Tanışamamış olabileceğini düşünüp oğlunun kız arkadaşını tanıyamadı diyerek üzülüyorum. Tanışmış olabileceğini düşününce de içimi buruk bir mutluluk, garip bir hüzün kaplıyor. Onlar bu kadar metanetliyken 33 yaşında bir adam olarak ağlamak istemiyorum. 

Bir bardak su almak için mutfağa giriyorum. Suyu aldığım dolap Tomris Abla ile yeni evlendikleri sıralarda aldıkları çift kapılı buzdolabı. O dolabın geldiği günü, çocuk halimle o dolabın önündeki hazneden bardağıma su doldurmanın ne kadar hoşuma gittiğini hatırlıyorum. "Bu akşam Olacak O Kadar'ı bizde izleyelim mi?" diye davette bulundukları akşamları, ilk önce onların kapısını çaldığımız bayram sabahlarını... Babam Kırgızistan'a gittiğinde satın aldığımız çalışma masası ve kütüphaneyi monte etmek için saatlerce uğraşmasını, ÖSS sonrası yaşadığım travmayı atlatabilmem için beni yazlıklarında ağırladıkları zamanları... Kapı komşusu olarak oturmaya başladığımız 1989 yılından beri yaşadığımız onlarca olay geliyor aklıma. Serinletsin diye içtiğim su boğazımı yaka yaka geçiyor. 

Onu son kez babamın ameliyat olduğu gün görmüştüm. Sabah 9'da gelmiş, ameliyathanenin kapısında beklemeye başlamış. "Yukarıda bekleyelim, kafeteryaya oturalım" dedim, ikna olmadı. "Bir şey lazım olur da seslenirlerse burada olalım" diye ısrar etti. Annesinin hastanedeki oda arkadaşının lazım olan kanı getirecek kimsesi olmadığı için vefat ettiğini anlattı. Zar zor ikna edip, ameliyathaneye telefonumuzu bırakıp yukarı çıkmıştık. Eski günlerden, çocuklardan bahsetmiştik. İşe ilk girdiği zamanları, babamla ilk tanışmasını anlatmıştı. Son sohbetimizdi. Dört-beş saat sürmüştü. Onunla konuşurken ameliyat zamanı su gibi geçmişti.

Onu nikah şahidim olmasını istemek için aradığımda bana "çok mutlu olurum" demesini, nikahımıza takım elbisesi içerisindeki iştirakini, beni çocuklarına bir abi olarak görmesini ve bunu dile getirmesini, zaman zaman hatalarımı söyleyerek uyaran ama kalbi her zaman tertemiz o adamı, Sadi Abi'yi bir kez daha görmek istiyorum. Biliyorum, ayağının kırık olduğu o bir ay içerisinde onu aramalıydım. Ama Tomris Abla "hayatımızın bir dönemini de böyle geçirecekmişiz, ne yapalım!" demişti, bir dönemi daha vardı. O sanki birkaç ay yatacak, ziyaretine gittiğimizde kendisiyle dalga geçecek, sonra iyileşip yine Puding'i bir yerlere gezmeye götürecekti. Halilcan ve Cansu'nun bazı huylarını anlatıp dalga geçer görünüp içten içe onlarla gurur duyacaktı. 

Bunları düşünürken gözyaşlarıma hakim olamayacağımı iyiden iyiye fark ettim. "Planınız varsa durmayın, ablan evlendi bugün!" dedi Tomris Abla. "Burada durmanız Sadi Abini geri getirmeyecek. Çok istediğinizi biliyorum ama o geri gelmeyecek." Bunu söylerken ağlamaya başladı. Bir denge oyunu gibiydi bu. O ağlayınca Cansu güçleniyor, Cansu ağlarken ben kendime çekidüzen veriyordum. Ama mutsuzluk üzerimizden hiç gitmiyordu.

Vedalaşıp ayrıldık. Apartmandan çıkarken ayakkabılarının kapının girişinde, duvarın üzerinde durduğunu fark ettim. Yağmurda ıslanıyorlardı. Ayakkabıların yanından geçerek arabaya yöneldik. Ama biliyordum, ayakkabıları oradaydı. Yağmurda ıslanıyorlardı ve kimsenin artık yapabilecek bir şeyi kalmamıştı. O gitmişti.

70 yaşındaydı ve kiloluydu. Ama gidişi hepimiz için ani oldu. Çoğumuz ona veda edememiştik. Kalbi durmadan birkaç dakika önce bunu hissetmiş ve Tomris Abla'ya söylemişti. Evde, çocuklarının yanında hayata gözlerini yummuştu. 

70 yaşındaydı, çocuk gibi bir kalbi vardı. Babamın en iyi arkadaşlarındandı. Babaydı. Kocaydı. Bir köpeğin dışarı çıkacağı için duyduğu hevesi yağmur kırmasın isterdi. Nikah şahidimdi, baba yarısıydı. Çocukluğumda, gözümün önünde cereyan eden sohbetlerde bir aktördü, bana bir rol modeldi. Belki kendi oğlunun olduğu kadar, benim de kişiliğimin şekillenmesinde katkısı olmuştu. 

O ayakkabılara bakarken Esin'e sarılıp ağladım. Çocukluğumdan kocaman bir parça sökülüp alınmıştı. Ankara'da bir kişi eksilmiştik. Ertesi sabah İstanbul'a dört gün önce bıraktığımız yaşantımıza dönecektik ama Ankara'da sanki hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. 

Tomris Abla haklıydı. Geri gelmesini, son bir akşam sohbetini isterdik. 



24 Mart 2015 Salı

Veda

Uykularım kaçık. Kafamda hep bir veda konuşması dönüp duruyor. Gideceğim.

"Bir şehre merhaba dedim, ki o şehir senmişsin meğer". Son turne dönüşüydü, İstanbul'du, O'ydu. Ondan başka kimsem de yoktu bu şehirde. İki kişilik bir yalnızlıktık, bu koca şehre sığmıştık.

Sonra birden bir şey oldu. Kendimi koşturmacanın ortasında, yüzlerce insan arasında buldum. Hep koştum. Koşturmacanın içinde anlamak zor, şimdi o veda konuşmasının kelimeleri arasında dönüyor isimleri. Yeni dostların... Yeni bir şehre koyduğum yeni dostlukların.

Bırakıp da gitmek zor olacak. Ama artık günlerim sayılı. Hala bir parça şubeye kasa sayımına gidecek Müfettiş gibi hissettiriyor bu gidiş. Her seferinde alınan koca bir nefes, her seferinde göğüslediğin koca bir yük. 

Kafamda bir veda konuşması dönüp duruyor. Kime, ne şekilde teşekkür etmeliyim, onu bile bilmiyorum. Hepsini bir şekilde sevdiğimi biliyorum, hepsi bu.

11 Mart 2015 Çarşamba

Tebessüm

Baba,

Sana bir yıl önce bir mektup yazmış, kendi gözümden, senin, benim ve bizim hakkımızda gördüklerimi anlatmaya çalışmıştım. Bugün o mektubu okuduğumda hissettiklerim çok da farklı değil. Ama sana, özellikle şu son bir ayda, farklı bir gözle bakma fırsatı buldum ve sanırım o mektuba eklemek istediğim bir şeylerim var.

26 Şubat Perşembe sabahı seni ameliyathaneye gönderip beklemeye başladık. Ali İhsan Amca oradaydı. Sadi Abi gelmişti, ameliyathanenin kapısında bekliyordu. Bayram Abi geldi, amcamın çocukları aradı. Zaman geçti. Uğur Can aradı. Melike Abla aradı. Seni bir vesile görmüş, belki sadece beş dakikasını beraber geçirmiş onlarca insan aradı. Ben, sen ameliyathanede beklerken, belki ayılma odasında kendine gelmeye çalışırken onlarca kişi ile görüştüm. Tanıdığım tanımadığım, bildiğim bilmediğim bir sürü insan seni sordu bana. Odana çıktıktan sonra da günlerce ziyaretçin eksik olmadı. Hatta bazılarına gelmemelerini de söyledin. Bıraksak bütün Ankara ziyaretine gelecek gibiydi. 

Ben sadece tanıdığım bir kişi özelinde anlatayım, Uğur Can. Seni bir saat mi gördü, iki saat mi bilmiyorum. Gün aşırı sordu bana. Ben seni aramayı unuttuğum günlerde hatırlattı bana nasıl olduğunu sormam gerektiğini. Senden iyi bir haber ilettiğimde mutlu oldu. "Salahaddin Amcam atlatır" dedi.

Melike Ablanın, Arhan'ın, arkadaşlarımın, dostlarının, abimin arkadaşlarının, ablamın arkadaşlarının ve tanıdığım bütün çocukların seni neden bu kadar çok sevdiğini düşünüyorum. Tek sebebi sadece benim babam, bizim babamız olman olmamalı.

Bazen kulağımda söylediğin bir şeyler yankılanıyor. "11 yaşındaki kızıma elimi öptürmem" diyen adamın haberi geçtiğinde anlattığın o hikaye... Osman Amcanın oğlu Alperen, belki 6-7 yaşında o dönem. Uyanıyor, siz de Osman Amcayla sohbet ediyorsunuz. Kırgızistan'da bir sabah... "Ben uyandım" diyor çocuk gidip gelip. Siz sohbettesiniz, pek de duymuyorsunuz. "Ben uyandım!" diyor çocuk. Sonra bu anıyı bana anlatırken "Ben uyandım diyor çocuk. Sevilmek, öpülmek istiyor. 11 yaşındaki kız daha çocuk... Öpülmek, sevilmek istiyor. Babasını istiyor" diyorsun.

Ne zamanki bir çocuk adı geçse "günahsız" diyorsun. "Günahsız daha o...". Ben ne zaman birine kızsam, bana hoşgörülü davranmam için nasihat ediyorsun. Kızdığını çok nadir görüyorum, seni herhangi bir şeye öfkelenirken görmek neredeyse mucize!

İnsanlar seni gerçekten çok çok seviyor. Bana son bir ayın ve hatta seninle bütün bir yaşantının öğrettiği bu. Senin bir siyasi görüşün, kendince doğruların, yanlışların vardı. Ama ne yaptıysan, herkes seni olduğun halinle sevdi.

Sen ameliyattayken telefonlarımız susmadı. Sonrasında da ziyaretçilerin, arayanların, soranların önünü alamadık. 

Bugün Uşak'taki Müfettiş arkadaşımın babası, Nuri Amca aradı, seni sordu. Seni hiç görmemişti, seninle hiç konuşmamıştı. Ameliyatı duyup geçmiş olsun demek için aramıştı. Tıpkı seni görmediği halde beni arayan onlarca arkadaşım gibi... 

Bir yıl önce de yazdığım gibi ben aynaya baktığımda kendimde senden, ailemizden çok şey görüyorum. Senin gibi bir babaya, böyle bir aileye sahip olduğum için ne kadar şükretsem, minnet duysam az. 

Yine çok karışık yazdım, saat de çok geç oldu. Hasta yatağında okur, tebessüm edersin diye düşündüm. 

Esin'in de çok selamı var. Ellerinizden öpüyoruz.

Oğlun

25 Şubat 2015 Çarşamba

Yarım

Her şeyi, hastalığının büyüklüğünü, aylardır arşınladıkları hastane koridorlarını, tahlilleri, biyopsileri, ameliyat olacağını, sonrasında tedavi sürecinin devam edeceğini yeni öğrendim. Bana bunları gayet normalmiş, hayatın olağan akışının bir parçasıymış gibi anlatıyor. Her zaman daha kötüsünün olduğunu, erken teşhise şükredilmesi gerektiğini söylüyor.

Dikkat ediyorum, hayatının günlük akışında da değişen hiçbir şey yok. Kahvaltısını yapıyor, gazete okuyor, gündemi takip ediyor. Çok sevdiği TRT 4 evde yine her daim açık. Ekrana çıkan sanatçılar, seslendirdikleri eserler hakkında bir şeyler anlatıyor. Bir gün kitap haline getirme umuduyla derlediği halk ozanlarının eserlerinden birkaçını okuyor. 

Ameliyatı hakkında ayrıntılı sorular soruyorum, bilmediğini, doktora sormamış olduğunu söylüyor. Sanki bir sabah bavulunu alıp gidecek, on gün sonra da o 3-4 saatlik operasyonu hiç geçirmemiş gibi çıkıp gelecek. 

Onun adına korkuyoruz. Birbirimize itiraf etmesek de, hepimiz gerginiz. Bir araya geldiğimizde geçmişten, güzel günlerimizden bahsediyoruz. Neleri geride bıraktığımızı hatırlatıyoruz, hayatta alt edilmeyecek hiçbir şeyin olmadığını düşündürmek istiyoruz birbirimize. Ama korkuyoruz. 

Bir tek anneme söylemiş. Doktorun hastalığını teşhis ettiği gün, muayenehaneden çıktıktan sonra onunla paylaşmış. Bunu bana itiraf etmiş değiller, ama biliyorum. Çünkü anneme sorduğumda güldü. Cevap vermedi. "Neden bana söylemediniz?" diyeceğimi bildiği için konuyu uzatmadı. Sadece güldü. "İyi olsun da..." dedi, o kadar. 

Annem hastane için kocaman bir bavul hazırlamış. İçinde 3 takım pijama, 3 çift çorap, kaşık, bardak, çatal, peçete... Onlarca şey var. Anneme söyleniyor. "Tatile gelmedim ya!" diyor. "Alt tarafı 5 gün kalacağım." Ama biraz da biliyor, bu annemin ona seni seviyorum deme şekli.

Ankara'ya gelmemizi bile istememişti, şimdi yanında abim refakatçi olarak kaldığı için de hayıflanıyor. Hastalığıyla bize zahmet verdiğini mi düşünüyor, yoksa gerçekten onun için çok çok önemsiz bir operasyon olduğu için bizim ameliyata bu kadar hassasiyet göstermemize mi tepkili bilmiyorum. Sadece bir iki sabahtır erkenden uyandığını söyledi bugün. Biraz da olsa, onun da korktuğu çıkarımında bulunuyorum bu söyleminden. 

13 Ocak 2015 Salı

Umut

Onlarca, yüzlerce, binlerce insan... Yağan yağmur, ıslak cadde... Koşuyorum. Çirkin bedenimin içinde bu ölü ruh! 

Hayatın tekdüzeliği... Pazartesiden başlayan Cuma özlemleri. Aynı masa, aynı mesai... Öykülerine merakımı yitirdiğim yeni yüzler...

Kışın ilk günleri bu. Kesmeşeker hep Kadıköy'de çalıyor ve West Ham artık içerde de puan kaybediyor. 

Feridun geçmişten, gülümsemesi silinen bir yüz...

Kelebekten tırtıla bir dönüşüm. Doğaya bir başkaldırı! Küçük bir koza içindeki huzur... 

Ben dinlemek istedikçe hep Kadıköy'de çalıyor Kesmeşeker ve West Ham sürekli puan kaybediyor. Feridun yaşlanıyor. 

Ulaşmak istediğimiz her şey yakınımızda, uzanmıyoruz. Küçücük kozamız içerisinde mutluyuz. Dünyaydı, keşfettik, bitti. 

Tüm Kesmeşekerler tükendi, West Ham'ı Araplar satın aldı. Feridun da zamanını doldurduğunda göçebilir.

İçimizdeki ateşi alevlendiren artık ocak maaşları... Tramvaydaki son boş koltuğa kurulmak, akan trafik... Kozamızın sıcaklığı... Kocaman, tükenmez yalnızlığımız.

Bazen, sadece başımı yastığa koyduğumda duyuyorum seslerini. Maria hala güzel. Kesmeşeker ara ara onu çalmak için Beyoğlu'na da geliyor. West Ham kupada yoluna devam ediyor. Feridun uzaktan bakınca aynı ben!

Bitmiyor. Kozamızın duvarları çatlak belli ki... Biz kaçtıkça, o içeri sızıyor.

26 Aralık 2014 Cuma

Sarsıntı

Hafif bir sarsıntı belki, hepsi bu. Belki biraz tanıdık geldiği için korkutan...

Ellerim titriyor, nefesim hep kesik kesik. Kaygılar denizinde yüzüyorum. Kıyılarım nedense hep çok uzak gibi. Oysa önümdeler. Yetişip çıkamıyorum.

Yanıp sönen bir imleç. Yazıp yazıp sildiğim tüm tümceler... Bir araya gelip bir şey anlatmaktan çok uzak.

Metropolde ihmal edilen hayatlar bizimkisi. Bir akşam kör kütük sarhoş olununca mutlu olduk sanılan zamanlar. Yeşil tüketmiş apartmanlar, egzoz kokusu... Toplu taşıma heba edilmiş zamanlar!

Yanıp sönen bir imleç. Hiçbir şey anlatmayan tonla cümle.

Hafif bir sarsıntı belli ki. Hepsi bu...