17 Ocak 2008 Perşembe

Fotoğraf - Cemal Süreya

Ankara'nın kışlarını bilir misiniz? Hani şu 'kar yağsın' diye sabırsızlıkla beklediğiniz, sabahları arabaların üzerinde biriken beyazları kar sandığınız, sonra bir sabah nihayet gerçek beyazlar içinde uyandığınız, Tunalı'da, Bahçeli'de sevdiklerinizle dolaştığınız ya da mahalleden arkadaşlarınızla kartopu oynadığınız Ankara kışları... İşte öyle bir kış mevsimiydi yaşadığımız. Ancak karların yerini buzlara, sokaklardan yükselen şen çocuk seslerinin yerini derin, insanın yüzünü adeta dalga geçe geçe kesen küfür gibi bir ayaza bıraktığı kış günlerinden biriydi.

Okuldan eve gelmiş, annemin zoruyla apar topar bir şeyler atıştırmış ve taksilerden birini yakalamak için caddeye çıkmıştım. Kaldırımda annemle yürürken yüzümü kesen soğuğa, her içime çektiğimde beni boğduğunu hissettiğim kirli havaya,
beni düşürmek için özellikle kaldırım taşlarının aralarına sıkışmış buz kütlelerine rağmen şikayet etmiyordum. O gün hayatımda ilk kez annemle babamı ziyarete gidiyorduk.

Her ne kadar şimdi düşündüğümde bana çok doğal gözükse de baba ve ziyaret etmek kelimeleri asla yanyana kullanılamayacak türden kelimeler gibi geliyordu bana o günlerde. Baba benim için hep içinde bir parça özgürlük, bir parça sorumluluk, bir parça bilgelik, bir parça da tevazu içeren bir kelimeydi. Oysa şimdi aynı kelime bambaşka bir hayatın içinde kendi savaşını veren;
doktorların, daha iyi olması, eski hâline dönmesi için hangisinin daha doğru olduğunu asla bilemeyeceğimizi düşündüğüm pek çok çözüm yolu sunduğu; sanki ne yaparsak yapalım gözlerine yerleşmiş o anlamsız bakışı silemeyeceğimiz, sıkıntılarının nüksettiği anlarda üzerine çöken o panikle annemin ellerini tutup gözlerinin en derinine bakarak yardım dilenen bir adamı anlatıyordu.

Derslerim kötü gidiyordu, sınıfta eski girişkenliğimden eser kalmamıştı. Bazen yanımdakiyle konuşuyor, öğretmeni de dinlemiyordum. Sınavlarda eskisine nazaran notlarım da düşüş göstermişti. Bunlar öğretmenlerimin 'veli toplantısı'nda anneme söyledikleriydi. Aslında annem durumumuzu bildiği için bana doğrudan söylememişti bunları ama komşularımızdan birine aktarırken kulak misafiri olmuştum ona. "Babası hasta" demiş onlara. "Hastanede kalıyor."

Hastane dedikleri yer umduğumdan farklıydı. Geniş bir salonu vardı, hastaların kaldığı odalar bu salona açılıyordu. Salonda pek çok kitap, birkaç adet masa, bir saz vardı. Sanki içeridekilere bu kötü kış gününü en ince ayrıntısıyla göstersin diye koca koca pencereler yapmışlardı salona. Babam yine az konuşuyordu. Sanki artık bize söyleyecek hiçbir şeyi kalmamıştı. Belki de söyleyeceği şeyleri değersiz görüyordu, bilemiyorum. Ancak çevresindeki, pek çoğuna 'deli' damgasını
ilk bakışta kolayca yapıştırabileceğiniz insanlara göre oldukça iyiydi.

"Major depresyon" demiş doktor ilk gördüğünde. Kaygı, stres, iş yükü, panik atak ve daha bir sürü akademik palavra. Geçecekmiş, iyi olacakmış, yeniden 'baba' olacakmış. O an beni telkin edecek hiçbir sözü yoktu sanıyorum ki. Babamın gözlerine bakıyor, içinde kocaman, gezegenleri alsa da dolmayacak, uçsuz bucaksız bir boşluk görüyordum.

Babamı kendi babası sanan genç yanımıza geldiğinde daha fazla durmadım yanında. Orada sonuna kadar dursam, kalbimden geçenleri ona bir bir anlatsam da faydası olmayacağını artık biliyordum. Yanında olduğum süre boyunca bana sadece bir kez bakmış ve annemin derslerim hakkında birkaç yalanından sonra da bakışlarını zeminde odaklandığı noktadan kaçırmadan 'iyi' demişti, hepsi bu.

Pencere önündeki boş masaya yürüdüm. Dışarısı çamur rengindeydi ve altıncı kattan daha bir anlamsız, daha bir çirkin gözüküyordu. Masanın üzerinde duran "Seçme Şiirler" adlı kitaba takıldı gözüm. Aslında hayatım boyunca okuduğum -gerçek- şiirlerin sayısı ikiyi geçmezdi belki de. Yine de o an, kitaptan açacağım rastgele bir sayfada karşıma çıkacak şiiri zihnimin en derinine, bir daha asla unutmayacağım şekilde kazıyacağıma dair söz verdim kendime. Sanki o şiir rastgele seçilmiş bir şiir değil de, hayatımın o andan sonraki gidişine yön verecek bir şiir olacakmışçasına inanmıştım bu saçmalığa. Oysa karşıma çıkan, tıpkı bizim gibi üç ayrı dünyada, farklı farklı şekillerde savaşlar veren, üç ayrı hayatın öyküsüydü.

FOTOĞRAF

Durakta üç kişi,
Adam, kadın ve çocuk.

Adamın elleri ceplerinde,
Kadın çocuğun elini tutmuş.

Adam hüzünlü,
Hüzünlü şarkılar gibi hüzünlü.

Kadın güzel,
Güzel anılar gibi güzel.

Çocuk,
Güzel anılar gibi hüzünlü,
Hüzünlü şarkılar gibi güzel.

Cemal Süreya