16 Mayıs 2010 Pazar

Mutluluk

Unkapanı'ndan yürüyoruz, Eminönü'ne, Galata'ya... Sıradan bir öğle yemeği yiyeceğiz, sonra da işin başına döneceğiz aslında. Bir süredir üstadlarla çalışmadım, onu biraz yabancıladım önceleri. Ama belki artık daha kıdemli olduğumdan, belki onun tavırlarının rahatlığından, eskisi kadar gergin değilim bir üstadlayken.

Galata'da, köprünün alt tarafındaki balıkçılardan birine oturuyoruz. Denizin hemen kenarındayız. Bana İstanbul'daki güzel mekanlardan, henüz 50 günlük bebeğiyle gelmiş olmasalar, eşiyle oralarda yemek yemeyi, o yerleri onunla gezmeyi ne kadar çok isteyeceğinden bahsediyor.

Leb-i Derya... Bir evlilik teklifi için en güzel mekânmış. Orada edilen evlilik teklifleri geri çevrilmezmiş. Konuyu onun açmasından cesaret alarak "siz nasıl evlenme teklif ettiniz?" diye soruyorum. "Bizimki biraz farklı oldu Çağrı" diyor.

Kız arkadaşıyla uzun bir süredir çıkıyorlarmış. Planlarında da hemen evlenmek yokmuş. Bir gün kızın annesi doktora gitmiş ve kadının kanser olduğunu, bir yıl içinde de aralarından ayrılacağını öğrenmişler.

Apar topar gidip istemişler kızı. Kadın hayata gözlerini kapatmadan, tek kızının düğününü görsün istemişler. Kır düğünü istiyorlarmış. İstedikleri yerde Haziran ve Ağustos'ta boşluk varmış. Ağustos'ta Ankara daha güzel olurmuş, Haziran'da yağmur riski varmış. Yine de Haziran'dan almışlar günü. Hazırlıklar başlamış.

Kız arkadaşı, ailesiyle Eryaman'da oturuyorlarmış. Ankara'da, merkeze uzak bir semt... Annesini hastaneye götürebilmek için kız arkadaşı işinden ayrılmış. Hastaneden acilen bir tahlil istiyorlarmış, tahlil için aynı hastane beş ay sonrasına gün veriyormuş. Mecburen bütün tahlilleri özelde yaptırmışlar. Kızın babası memleketteki bütün tarlalarını böyle böyle satmış. Belki yıllardır biriktiklerini harcamışlar. Doktorlar bir gün "iyi" diyorlarmış, öbür gün "her şeye hazırlıklı olmalısınız".

Ocak ayında düğünün yapılacağı yere götürmüşler kadını. Gözlerini zar zor açabiliyormuş ama etrafa bakmış, yeri beğenmiş. Ancak Haziran'a kadar dayanamamış. Ecel onu Şubat ayında aralarından almış.

Düğün iptal edilmiş. Hazırlık sırasında yaşanan heyecan yerini yasa bırakmış. Kız arkadaşı günlerce ağlamış, belki evden uzak okuduğu için kendini suçlamış, belki yapılabilecek bir şey vardı da yapılmadı diye başkalarını... Ama ağlamış.

Kadının vasiyetini bulmuşlar daha sonra. Düğün ne olursa olsun Haziran'da yapılsın yazıyormuş. Düşünmüşler ve kadının bu son isteğini yerine getirmek için yeniden hazırlıklara başlamışlar.

Haziran'da, planlanan o yerde, kadının dünya gözüyle gördüğü, beğendiği, belki kendisini orada gezdirirlerken, yarım açık gözleriyle bütün kalabalığı, gelinlik içinde kızını, damadını hayal ettiği o yerde yapılmış düğün. Düğünün ortasında yağmur yağmış, ama davetlilerden hiçbirisi gitmemiş. Herkes sırılsıklam ıslanmış, ama hiçbir şey, o gün o düğünün sorunsuz olarak yapılmasından önemli değilmiş. Herkes bu büyük günde, onların yanında olmuş, yanlarında kalmış.

Kız arkadaşının -yani eşinin- babası, işe girmek zorunda kalmış. Kızın aslında çok konuşkan olan abisi durgunlaşmış. Eşi de bu kayıbı kolay kolay atlatamamış. Ama kadının adı, memleketleri Ordu'da, Gürgentepe'de bir çocuk parkına verilmiş.

Bir çocuk istemiyormuş eşi. "Anneliğe hazır değilim" diyormuş. Sonra bir pazartesi, eşinin hamile olduğunu öğrenmişler. O gün hayatlarının son dönemde yaşadıkları belki de düğünlerinden sonra en güzel günü olmuş. Eşinin yüzünde, aylardır görmediği bir mutluluk olduğunu görmüş.

Çarşamba onu bırakıp askere gitmiş. Askerden aradığında onu zaman zaman ağlarken duyuyormuş. Destek olmaya yanında kalmaya çalışıyormuş. Yine de bu bir süreçmiş, yaşanmadan geçmemiş.

Bunları dinlerken yediklerimin boğazımda düğümlendiği, gözlerimin dolu dolu olduğu fark edilmesin diye çabalıyordum. Hayat birilerini sınıyordu, onlar sıralarını savmışlardı.

Birkaç gün sonra Alper bebeği görmeye gittim. Masmavi gözleri, süt kokan minik bebeği... Parmağımı avuçlarının arasına aldı, sıktı. Bir kerecik de öptüm yanağından. Kendisi ağır gaz sancısı çeken bir kolik olsa da, gitarımın tınısında huzurlu bir uykuya daldı. Kesintisiz üç saat kadar da uyudu.

Yiten her hayat, bir yenisiyle doluyor. Her son mutlu olmasa da, hayat bir şekilde mutlulukla doluyor.

25 Mart 2010 Perşembe

Abdullah

Boktan bir gün… Önümde bitirmem gereken ve sanki her geçen gün büyüyen raporum, tablolar, rakamlar… Krediler, mevduat ve bir sürü saçmalık…

Birkaç gündür kendi derdime düştüğümden aramamışım, babamı aramak geliyor aklıma. Arıyorum, açmıyor. Sonra annemi arıyorum, meşgule düşürüyor. Babamı yine arıyorum, bu kez konuşuyor. Sesi dışarıdan geliyor, sorduğumda evdeyim diyor. “Dışarıdaymışsın gibi geliyor ses” diyorum. Düşünüyor bir müddet, sonra “Sana söylemedik ama Eskişehir’deyiz biz.” diyor. “Abdullah kaza geçirmiş.”
Bursa’da, amcamı son gördüğüm gün görmüştüm onu. 2008’in ekimiydi. Beni meydandaki şubenin önünden almış, evlerine götürmüşlerdi.

“Durumu nasıl?” diye soruyorum. “Çok iyi değil işte, yatıyor, tedavi görüyor.” diye yanıt veriyor. Sesinde güvenemediğim bir şey var. “Burhanettin Abi’yi arayayım ben.” diyorum, bir şey demiyor. Hat kesiliyor sonra, aradığımda da açmıyor.

Burhanettin Abi, halamın oğlu, Abdullah’ın babası… “Geçmiş olsun” diyorum. “Nasıl oldu?” diye soruyorum. “Kimse isteyerek kaza yapmıyor” diyor. Trafik kazasıymış. Lafı da fazla uzatmadan kapatıyor.

Bugüne kadar bana yalan söylemeyen ender insanlardan biridir abim. Onu arıyorum. “Seni bir beş dakika sonra arayayım” diyor. Ben de o arada Müdür Bey’in odasına giriyorum.

Sohbet sırasında “böyle de bir olay olmuş, ben de meraklandım. Bir şey varsa, abim söyler gerçi.” diyorum. Dedemi kaybettiğimiz zamandan ve ailemin bu kez de sınavlarım var diye bana bu gerçeği söylemediklerinden, sonra herkes cenazedeyken başsağlığı için arayan, hiç tanımadığım bir yakınımızdan öğrendiğimden bahsediyorum. “Hala çocuk görüyorlar” diyorum. O da kendi çocuklarından ve onları nasıl hala çocuk olarak gördüğünden bahsediyor. Gülüşüyoruz.

Abim arıyor sonra. Sesinde bir tereddüt var. Benim neyi, ne kadar bildiğimi anlamayı bekliyor. Sonunda “Abdullah ölmüş, Çağrı.” diyebiliyor. Kanı donmak tabiri vardır, işte onu yaşıyorum. sanki yavaş yavaş çekiliyor kan vücudumdan. “Öğle yemeğinde bir tırın altına girmiş.” diyor. “Kavşakta tır sola dönecekmiş, kırmış direksiyonu. Abdullah, 150-160 km. hızla girmiş tırın altına. Hastaneye yetişememiş, zaten çıkardıklarında yaşamıyormuş. İki arkadaşı daha varmış, onlar da komadaymış.” diye ekliyor. “Allah rahmet eylesin” diyorum. Ne denir ki? “Annesi hastanadeymiş, ilaçlarla sakinleştiriliyormuş.” Sonrasında cenaze, Bursa’ya amcamın yanına defnedildiği…

Telefonu kapatınca tuvalete yürüyorum. Şube’nin içinden, başımı hiç eğmeden yürümek ne kadar zor… Yüzüm yanıyor, gözlerime bir şeyler batıyor. Lavaboya ulaştığımda kapıyı kapatıyorum. Aynada kendi yüzüme bakıyorum. Yüzümün düşüşünü, gözlerimin kızarmasını, yanaklarımın titremesini izliyorum.

“Her zaman kuyruğunu dik tutacaksın?” demişti bir üstadım. Haklı… “Şu Müfettiş ne yalnız adammış kardeşim. İnsanın sarılıp ağlayacağı bir iş arkadaşı da mı olmaz!”

Ağlamıyorum. Haberi alalı yarım saat oldu olmadı. Bu yazıyı bitirdikten sonra, rapora kaldığım yerden devam edeceğim. Artık bir şeylere daha üzülmek istemiyorum. Aklımda sadece bir tek şey var. Abdullah benden bir yaş kadar küçüktü. Ölüm bu kadar mı yakın?

http://www.dha.com.tr/v.php?n=7cc5fb06-2010_03_24

19 Şubat 2010 Cuma

Mustafa Bey

Oldukça kilolu, yanakları kıpkırmızı… Şivesi de hafif Adanalı. Kızını okuduğu şehre uğurlarken ağlayan bir baba… Hisli, içli bir Müdür Yardımcısı... Dün akşam Müdür Bey’le beraber yemeğe gittik. Bize o da eşlik etti.

Kızını çok sevdiği belli. “Molada otobüsü kaçırırım diye bi’ çorba içmeye inmiyor” diye bahsetti kızından. Kendi içlerinde oldukça mutlu yaşayan bir aileye sahip olduğunu düşündüm, gülümsedim.

Kızının okuduğu şehir dedim ya, işte o şehir Bolu. Geçen hafta, Adana’dan kalkıp sürpriz yapmak için Bolu’ya gitmeye karar vermiş. Uçak biletini almış, Ankara’ya inmiş. Havaalanından AŞTİ’ye gelmiş. Ancak asker sevkiyatı olduğundan Bolu otogarına giren otobüslerin hiçbirisinde yer yokmuş. Diğer firmaların da otogara girmediğini öğrenince kalakalmış. Yazıhanenin birinin karşısına oturmuş, “ne yapacağım” diye düşünmeye başlamış. “Gidecek hiçbir yerim yok, mecbur AŞTİ’de yatacağım…” diye anlatmaya devam etti. “Beni öyle görünce, yazıhaneden adam seslendi ‘gel abi, senin için otobüsü Bolu otogara sokacağım; ama şoförün yanında koltukta gideceksin, olur mu?’ Ben de ‘olmaz mı ya! Gideyim de neresi olursa olsun’ dedim.”

Dinlerken gülümsedim, hatırladıkça hala gülümsüyorum. Hikayenin sıcaklığı içimi ısıtıyor.

17 Şubat 2010 Çarşamba

Yokluğunda Çok Kitap Okudum

E: Yokluğunda çok kitap okudum, Jale...
K: Hadi canım...
E: National geographic izledim, discovery chanel'i kumandada 1. kanal olarak kaydettim.
K: Bak sen... ee...
E: Radikal'den başka bir gazeteye elimi sürmedim.
K: Fotomaç'ı bıraktım diyorsun.
E: Emre Kongar'ın hastası, Hakkı Devrim'in takipçisi oldum.
K: Hmmm...
E: Ve anladım ki...
K: Neyi anladın?
E: Ben seninleyken ne hayvan bi' adammışım Jale. Beni terk etmekte sonuna kadar haklıymışsın.
K: Aşkım...
E: Dur, çekil televizyonun önünden, yorum farkı başladı.

Yurdumdan Restoran Kareleri

Ankara'da jiks bir mekan...

Menüde chicken fingers var. Piliç parmağı anlamına gelen, şekli yedi yaşındaki yeğenimin pipisini andıran bir yemek. Altında "haşlanmış mevsim sebzeleri ile ikram edilir" yazıyor, hem türkçe hem ingilizce.

Müşteri: Ben chicken fingers alayım.
Garson: Elbette.
Müşteri: Yalnız yanında haşlanmış mevsim sebzesi yerine patates kızartması olabilir mi?
Garson: Maalesef bayan, chicken fingers'ı patatesle ikram edemiyoruz.

E be vicdansız, e be imparator oldu mu şimdi? Menüye eşşek kadar yazmışsın "patates kızartması - 8,00-tl" diye. Belli ki müessesede var bu ürün. Niye zorluk çıkartıyorsun? Sanki chicken fingers'ı kendisi icat etti p****enk!

Sivas'ta esnaf lokantası...

Menü falan yok. İçerisi buram buram yemek kokuyor, girip yemek yiyen akşama kadar o yemekten kokuyor. Öyle ki, eşini aldatan erkeklere "kadın mı kokuyorsun sen?" diye soramıyor karıları. Adam buram buram yahni kokuyor.

Garson: Buyur abim, ne alırsın?
Müşteri: Ben patlıcan musakka alayım.
Garson: Pilav da vereyim mi abi?
Müşteri: Olsun.
Garson: Üzerine kuru mu dökelim, nohut mu?

Bak şimdi. Anadolu insanının özelliği bu işte. Adam seçeneği sana bırakıyor. Desen ki "üzerine bulaşık suyu dök" onu bile yapar getirir. Gerçi sonrasında şu diyalog da yaşanır.

Müşteri: Yanına bir de cacık alayım. Sarmısaksız olsun.
Garson: -Cacık tabağını önüne koyar- Buyur abim.
Müşteri: -Kaşığı daldırır- Bu sarmısaklı ama...
Garson: Sarmısaksız yokmuş abi. Ye, bir şey olmaz, sakız çiğnersin.

İstanbul'da bir şık bir restoran...

Menüde tek kelime Türkçe ibare yok. Alabildiğine Fransızca, okuyan "ulan ne yesek soluğu tuvalette almayız", "Hangisini telaffuz ederken s*çmayız?" telaşında.

Müşteri: Portakallı ördek alalım biz, bir de kırmızı şarap istiyoruz.
Garson: hay hay...
Müşteri: Yalnız ördeğin ağzında portakal değil de, turunç olması mümkün mü?

Burada müessese haklı.

Dankek Magma

Geçen sene Ordu'dan Ankara'ya dönüyorum. 46 numaradayım, en arkada, sağ dip.

Kek dağıtılıyor otobüste. O keki bedavaya verseler yemezsin dışarda. Ama o an öyle kıymetli ki... Gözünle takip ediyorsun sırayı, iki öndekiler ne istedi, çay mı kahve mi? Böyle zaman geçiriyorsun. Yoldan bir yarım saati yiyor o servis faslı. zaman geçiyor, güzel bir uygulama...

Neyse baktım kek "dankek magma". Karnım da hafiften zil çalıyor... Muavinin kucağında bir kutu, oradan alıp alıp veriyor. Önümdekilere veriyor, yanımdakilere veriyor. Bana geliyor sıra, heyecan doruğa ulaşıyor. Adam kutuya bir bakıyor, kek bitmiş.

Gidiyor yine rafları falan arıyor. Birkaç kutuya bakıyor. Sonra yanıma gelip "abi kusura bakma, o kekten kalmamış." diyor ve önüme iki adet üzümlü dilim kek koyuyor.

Yemiyorum kekleri, başımı camdan dışarı çeviriyorum. Hayatın anlamını sorguluyorum...

16 Şubat 2010 Salı

Kerem Görsev Trio - Adana

Afişini dün kebapçıya giderken gördüm. Aslında müziğini televizyonda gördüğümde sesini artırıp dinlemişliğim bile yok. Ama bu saygı duymadığımdan değil elbet...

Adana Büyükşehir Belediyesi'nin Tiyatro Salonu'nda konser... Kafaya koydum, gidip dinleyeceğim. Öncesinde bir akşam yemeği yiyeyim dedim. Otelimin yanında yer alan "İmparator" isimli kebapçıya girdim.

Burası en acılısından arabesk, en acılısından Adana kokan bir yer. Her tarafta İbrahim Tatlıses'in çerçeveletilmiş resimleri var. Bir tanesinde de, muhtemelen lokantanın sahibi olan amcanın İbrahim Tatlıses'in bir fotoğrafının yanına fotomontajla koydurttuğu resmi var. Amca tesbih yapıyor, İbrahim Tatlıses de güneş gözlükleriyle amcaya doğru bakıyor. Arkada bir deniz manzarası var. Orası da yanılmıyorsam Ölüdeniz/Fethiye...

Televizyonda İbo Show var. Önce canlı zannediyorum ama biraz dikkatli bakınca, İbo Show'un 90'lı yıllardan kalma bir bölümü olduğunu anlıyorum. Küçük bir çocuk Fırat'ı okuyor. Evet evet okuyor... Bu okumak arabesk-fantazi türünden eserleri söylemek anlamında. Hatalı kullanımını da örnekleyeyim: Hit The Road Jack'ı en iyi Ray Charles okuyor...

Kebapçıdan sonra tiyatronun önündeyim. Nispeten kalabalık gözüküyor. Gişeye yaklaşıyorum. Gişenin önünde de, aşırı elit bir orta yaş üstü topluluk var.

Ben: Bilet var mı?
Gişeci: Var abi...
Elit gruptan bir bey: Yer var diyor hala... Yazık!

Kerem Görsev en nihayetinde. Adam haklı... İbo gelse Büyükşehir Belediye'nin Tiyatro Salonu'nunu bırakın, Adana 5 Ocak Stadında yer kalmaz...

Girişte resim sergisi var. Bir bayan, güzel güzel çiziktirmiş. Tüm entelliğim üzerimde, resimleri inceliyorum. Çizgileri, renkleri... Onlara anlamlar yüklüyorum. İncelediğim resimlerde bildiğiniz atlar var. Beyaz, kahverengi... At... Dıgıdık...

Kapılar açılınca yerimi alıyorum. Herkes en az iki kişi gelmiş. Benim yalnızlığımsa çok gürültülü... Kulaklarımı tıkıyorum, yine avaz avaz bağırıyor.

Konser başlıyor. Sahneye üç kişi geliyorlar. Kontrbas - Kağan Yıldız, Davul - Ferit Odman... Piyanoda da üstad var. Başlıyor doğrudan. Güzel bir giriş... Aralarda teşekkür edip şarkılarının adlarını anons ediyor. Tiramisu, Sakızlı Muhallebi... Aklımda kalan ikisi bunlar. Bir diğerine şöyle demişti:

"Bir haftasonu İstanbul'da brunch'a gittik... Evde üşendik yapmaya, arasıra gidiyoruz öyle. İnsanlar tabaklarla sıraya girmişler, ellerinde tabaklar var. Bir adam iki tabak almış iki eline. Doldurmuş ikisini de ama... Tepeleme... Döküle döküle götürdü tabağı. Ben de o an içime doğan bir şarkı yazdım. İsmini de 'brunch' koydum..."

Benim favorim "Simple Life" oldu. Simple Life... Kim istemez ki...

"İstanbul Film Festivali'nden bir şarkı yazmamı istediler. Ben aslında sipariş üzerine şarkı yazamam. Ama filmi 30 kez izledim. 1923 yapımı bir film. Onda bir sahne vardı, onun üzerine yazdım ben şarkıyı. Sahne şöyle... Adam sabah uyanıyor. Yanında karısı var. Karısını dışarı çıkartıyor, bataklıkta evleri. Göl var, sazlıklar var. Orayı işaret ediyor, 'bak ne güzel' der gibi. Kadın bakarken de, eline bir taş alıp kafasına vuruyor. Kadın düşüyor yere, sazlıkların arasında koşa koşa sevgilisi geliyor adamın. Sarılıyor ona... Beraber bir sandala binip göle açılıyorlar. O sırada gökgürültüsü, fırtına peydah oluyor. Adamın teknesi alabora oluyor. Sevgilisi suların altına gömülüyor, adam da karaya vuruyor. Köylüler ellerinde meşalelerle gelip adamın karısını görüyorlar. Kadın uyanıyor, ne olduğunu anlatıyor. Köylülerle gölün karşı kıyısına yürüyorlar. Adamı baygın buluyorlar. Kadın adama kucağına alınca, adam uyanıyor. Burası Pamuk Prenses gibi oldu ama... Bu film için Hollywood'da setler kurulmuş, insanlar uğraşmış 2 milyon dolara mal olmuş. Gişe hasıtlatı 15.000 dolar... adamın yedi sülalesi iflas etmiş... Sonradan beğenilmiş gerçi, siyah-beyaz... Ödüller almış" derken seyirciler arasındaki bir bayan "filmi adı ne Kerem Bey?" diye bağırdı. Kerem Görsev şaşırdı ama "Sunrise" demeyi başardı. Sonrasında lafını da toparlayamadı ve "siz öyle bağırınca kafam karıştı. En güzeli, biz en iyi yaptığımız işi yapalım, müzik yapalım" dedi. Piyanosunun başına geçti. Sonra da şarkıya girmeden "Gülmek en güzel şey, umarım hep böyle güleriz" diyerek güzel bir jest yapmaktan da geri kalmadı...

Şarkılar dinlendirici ama son şarkılarını da çalıyorlar. Konserin sonunda bir "bis" beklentisiyle ayrılıyorlar sahneden. Alkışlar eşliğinde geri döndüklerinde Kerem Görsev "Aslında biz dönecektik, o yüzden acele acele gittik" diyerek gülümsetiyor. Neşeli, keyifli bir şarkı istiyor dinleyici. Latin ezgileriyle karışık bir şarkı çalıyorlar. Araya "Aman Adanalı"dan birkaç ezgi sıkıştırmayı da ihmal etmeden.

Salondan ayrılıyorum. İlk kez bir konseri tek başıma izlemişim. Birilerini aramak, hislerimi paylaşmak istiyorum. Aradığım kişiler telefonumu açmıyorlar. Hüzünle otel odama gelip odama iki şişe bira istiyorum. Oda servisi geliyor, tepside iki şişe bira, iki tane de kadeh var. Yalnızlığım suratıma acı acı çarpıyor. İki şişe birayı ve tek kadehi alıp, sahibi olmayan diğer kadehi gönderiyorum.

14 Şubat 2010 Pazar

Daire Başkanı

İlkokul 1

Öndeki tip: Benim babam doktor.

Öndekinin yanı: Benim babam öğretmen.
Sıra arkadaşı: Benim babam hakim.
Çağrı: Benim babam memur.
Öğretmen: Nerede çalışıyor?
Çağrı: (kem, küm)
Öğretmen: Peki, sen devam et Aycan.
Aycan: Babam polis.

Akşam

Çağrı: Baba sen nerede memursun?
Baba: Maliye ve Gümrük Bakanlığı, Milli Emlak Genel Müdürlüğü'nde Daire Başkanıyım.
Çağrı: (içinden) Mali ve Gümrük... hmmm... Milli Emlak... Daire...

Ertesi gün

Öğretmen: İki elmam vardı, birini verdim, bana kaldı b...
Çağrı: Örtmenim?
Öğretmen: efendim Çağrıcığım.
Çağrı: Benim babam daire başkanıymış.
Öğretmen: Nerede daire başkanıymış?
Çağrı: (mırın, kırın)
Öğretmen: İki elmam vardı, birini verdim, bana kaldı bir elma...

Akşam

Çağrı: Baba sen hangi dairenin başkanıydın?
Baba: Maliye ve Gümrük Bakanlığı, Milli Emlak Genel Müdürlüğü.
Çağrı: (içinden) Maliye Gümrük Bakanlığı... hmm...

Ertesi gün

Çağrı: Örtmenim?
Öğretmen: efendim Çağrıcığım?
Çağrı: benim babam, Müdürlükte Daire Başkanıymış.
Öğretmen: Aferin. ne güzelmiş. (saç okşar)
Çağrı: ehe, keke (gerzej gülüşü)...

12 Şubat 2010 Cuma

Metro Turizm - Sivas

Metro Turizm'in saçma sapan bir otobüsündeyim. Bavulumu verirken muavin "ne kadar ağır, nasıl koyayım bunu?" dedi. Adamda bel fıtığı varmış. Sonradan sohbetimizde anladığım kadarıyla 50 yaşında birisi. "Her hafta çıkmıyoruz sefere, Metro Turizm'in joker aracıyız" dedi. Iskarta da aynı kapıya çıkıyor Türkçe'de ama joker daha çok hoşuna gitmiş bir tabir sanırım.

Ben de hoşnut değilim aslında bavulumdan. Ama yapacak bir şey yok... Evimi sırtımda taşıyorum.

Bugün kabaca bir hesap yaptım. 17 aydır turnedeyim. Bu da yaklaşık 70 hafta eder. Bu 70 haftanın en az 60'ında haftasonu için evime dönmüşümdür ki, bu 120 otobüs yolculuğu eder. Her otobüs yolculuğunda birkaç kişiyle tanışmış olsam geniş bir çevrem olurdu sanıyorum ki...

Dandik bir otobüs demiştim değil mi? İlk düştüğümüz kasiste, yanımdaki yolcu kahvesiyle gusül abdesti aldı. Lütfedip dökülen kahve için peçete bile vermediler çocuğa. Ben yardımcı oldum, kolonyalı mendil bile verdim.

Yolculukta kek dağıtmadılar. Oysa o saçma kek için otobüse binen bile var. Bir de mola yerinde aynı kekten satılıyordu. İlginç... Alıp yiyeceksin aslında. "Siz dağıtmadınız ama bakın ben yiyorum."

Asker sevkiyatı varmış. Otobüs asker adayı genç dolu. Film olarak da "Nefes - Vatan Sağ Olsun" yayınlıyorlar. "Ben gitmiyorum arkadaş" deyip aşağı inenler olabilir.

Şoför elindeki kağıtta bir şeye bakabilmek için bütün ışıkları yaktı. Uyuyanlar uyandı. Otobüsün içinde minik çaplı bir reset...

Yolculuklardan sıkıldım.

10 Şubat 2010 Çarşamba

Gece Yolculuğunda Uyuyabilen Yolcu

İtiraf edelim. Hepimiz nefret ediyoruz bu yolcudan. Biz, bize ayrılan o daracık koltukta, önümüzdeki adam koltuğunu ağzımıza kadar yatırmışken, bir o yana bir bu yana dönüp uyumaya çalışırken, en ufak bir kasiste bir şey oldu sanıp zıplıyorken, belki hemen yanımızda, belki ön sırada horuldaya horuldaya uyuyan o yolcuyu dövmek istiyoruz.

Aslında bütün nefretimiz, o yolcu otobüste yerini alınca başladı. Adam geldi, koltuğunu yatırdı ve otobüs terminali terk etmeden sızdı. Çay-kahve servisi yapıldı, ona bile tenezzül etmedi.

Mola verildi, adam uyandı. Sizinle indi otobüsten. Muhtemelen işedi.. Sonra yerinize döndüğünüzde onu yine uyurken buldunuz.

Uyuması da öyle böyle bir uyku değil. Önce soluna yattı, yastık niyetine kullandığı kabanını başının altına koydu. Sonra yan döndü, poposunu size doğru kaydırdı. Arada horladı... Sanırsın ki evinde böyle rahat uyuyamıyor!

Yol biter, muavin kolonya ikram eder. Bu herif hala uyanmaz. Terminalde muavin dürter, "Abi geldik" diye. O zaman uyanır. Hayat onun için yeniden başlıyordur, siz uykusuzluktan geberiyorken herif öyle rahat, öyle huzurlu iner otobüsten...

9 Şubat 2010 Salı

Göç

Bir pazar akşamı, evimde oturuyorum. Üzerime bir ağırlık çökmüş, o meşhur "saat biraz geç olsun da yatayım" ruh halindeyim. Biletim saat 24.00'e alınmış. Sivas'a döneceğim... İçimden küfürler ede ede yolunu tutuyorum AŞTİ'nin. Yolda babam bir şeyler anlatıyor, ablam tavsiyeler veriyor. Yarım kulak dinliyorum. Bir an önce pazartesi akşamı gelsin, 20.00 olsun istiyorum saat.

"Elbise asacak yerimiz yok abi..." diyor muavin. Öyle tatlı abi diyor ki, araya bir iki küfür sıkıştırsa yine sinirlenmezsin. "Araba kalkmadan bir beş dakika önce gel sen, bakarız çaresine..." diye ekliyor. Sağ olsun... Ayazda bekleyip, arka tarafta bir yere koyduruyorum gömleklerimi. Artık Allah'a emanetler...

Otobüste yanıma oturan insanların muhabbetlerini sevmem. Hemen kulaklığımı takar, hüzünlüsünden bir müzik açarım. Muhabbet girişimleri örselenir, kek servisini beklerler...


O keki dışarda para verip almazsın. Adamlar dağıtıyor diye yiyorsun işte. Bir de muavinler de benim gibi sanırım, diyalogu fazla sevmiyorlar. "Sadece karışık meyve suyu mu var?" dedim, "evet" diye karşılık verdi. "Süt var mı?" d
edim, tepsisine şöyle bir baktı. "su alayım" diyerek kurtardım durumu.

Coşkun Dinlenme Tesisleri... Yozgat'ta verilen molanın mekanı... Aslında bir yabancıya tercüme etsen, dinlenme tesisini "spa" gibi bir şey sanır. Dünyanın en konforsoz yerleri olduğunu ne bilsin
garibim...

Bu Coşkun Dinlenme Tesisleri'nde, kasanın tepesinde yandaki resimde gördüğünüz çalışma var. Tepsiye resmedilmiş insanlar. Sanırım Coşkun Ailesi üyelerine ait. Anlamadığım şey, bakınca bu adamların petrol zengini iş adamları olduğunu sanıyorsun. Oysa bildiğin dinlenme tesisi işletiyor adamlar... Tuvalet için 1,-TL alınan bir yer...

Molaların en zor tarafı, tuvaletinizi yaptıktan, ellerinizi yıkadıktan, belki marketi şöyle bir gezdikten sonra kalan 15 dakika... Geçmek bilmiyor o 15 dakika. Dışarısı ayaz, otobüsün içi bildiğin kokuyor. Gece yolculuğu bu... Aynı anda, 30 metrekarelik bir alanda uyuyan 45 kişi düşünün. Dışarıda volta atıyorsun.

Molalarda bir de otobüsü yıkıyorlar. İstisnasız her duran otobüs, bazı ailelerin aylık tükettikleri su miktarı kadar suyla yıkanır. Bir adet bu...

Mola sonrası içecek servisi pek tat vermez. Bazıları uyuyorlardır, itibar etmezler o servise. Muavin şöyle bir dolanır, çöpleri toplar, ışıklar söner. İşte sonrası derin uyku zamanı...

Sabah 6.45'te iniyorum otobüsten. Sivas'ın kuru ayazıyla ayılıyorum. Gömleklerim sağlam. Keyfim yerimde... Tek derdim, lanet olasıca bir pazartesi başlıyor.

28 Ocak 2010 Perşembe

Anı - İlk Çıkma Teklifi

Orta bire gidiyorum, bir kızdan hoşlanıyorum sözde. Hoşlanma sebebim ne, onu bile bilmiyorum aslında. Pastel boyaları mı, çizdiği resimlerdeki insanların saçlarını sarıya boyuyor olması mı? Tabi arka sıramda oturuyor olmasını hiç saymıyorum, en yakınımda o var sonuçta...

Ne yapacağımı bilmiyorum. Sıra arkadaşıma söylüyorum durumu, o da "ben gider konuşurum" diyor. Şimdi "ben gider konuşurum" lafı ne kadar salakça geliyor anlatamam. Ama o zaman oluru o, bu olayın... "Zaten aşık olmuşum, bi' de gidip ben mi konuşacağım"... Yaklaşım kaba hatlarıyla bu…

Neyse gitmiş bu kıza, "Çağrı loves you" demiş mal. Aynen böyle. Ulan iki kelime ingilizce öğrendik, hemen git sat kıza. Gerçi düşününce sanırım o da heyecanlandı. Muhtemelen de utandı Türkçe söylemeye.

Kız öğle arası yanıma geldi. Ben de hayvan gibi (Türk tipi ölçü birimleri) yarım ekmek döner almışım, bir elimde de şişe kola var. Bir yandan da, aşağıda maç yapıyor bizim bebeler. Apar topar yiyip maça gireceğim.

Kız: bir şey konuşacaktım seninle?
Ben: (heyecanlanır) yemek yiyorum, ne diyeceksin?
Kız: Şey... Serhat şey dedi de...
Ben: (heyecan tavan yapar, kalp atışları göğsü deler) ne dedi ya?
Kız: Ummmm... Şey…
Ben: (heyecandan altına eder) ne var ya, maça gideceğim hadi söyle...
Kız: neyse boşver...

Kız gitti. Kafama ediyim, öyle gitti kız. Kız gelmiş resmen, ben gitmemişim ona, o gelmiş. Bir de azarlar tonda "ne var?" diye hesap sordum resmen...

Çıkışta yakaladım kızı. Yanına gittim ve "Whatever Serhat said is true" dedim. Benimki de ayrı mallık... Kız gülüp gitti... Bir daha da bu konu hiç konuşulmadı...

Ayıp ettik kıza.

Kanun Hükmünde Dikte

Sabahlar olmasın… Gece saat 12 sularında temennim buydu. Gözünüzde çılgın eğlenen, bir elinde **** şişesi, etrafında süslü-püslü kızlarla çalan müziğe ayak uydurmaya çalışan bir playboy gelmiş olabilir. O ben değilim. Tek isteğim, "sabahlar olmasın, şöyle doyasıya, tadına vara vara uyuyayım"dı. Saat alarmım olan REM’in “To The One I Love” şarkısı, bütün sevdiklerim için saat 8’de çaldı. 10 dakika sonra yine çaldı, 10 dakika sonra yine… 3. ertelemede uyandım.

Aynada kendime bakarken, çocukluğumuzda kanun hükmünde gelen bazı dikteleri sorgulamaya koyuldum. “Kahve içersen kapkara olursun.” Üniversite yıllarıyla beraber kahveyle kurduğum ilişki düşünülürse, bugün Frank Rijkaard yanımda bir soluk benizli kalmalı ve yahut ben Sivas’a geldiğimde boynuma atkı takmaya çalışan, beni omuzlara alan Sivasspor taraflarınca karşılanmalıydım. “Biz Sivasspor olarak şampiyonluğa oynayan bir takımız.”

Eskiden gece olunca evimizin salonunda ayıların gezdiğini düşünürdüm. Bu da sanırım beni erken yatırmak isteyen büyüklerimin bir kandırmacasıydı. Ayılar –artık nereye saklanıyorlarsa– gece olunca çıkıp salonda kendilerince takılıyorlardı. Düşününce üzülüyor insan, odamı bir ayıyla paylaşmak isterdim sanırım. Mini-bara bal istifler, ben çekirdek çitleyip Canım Ailem dizisini izleyip içimi ısıtmaya çalışırken, ayı kardeş de yanımda oturur balını parmaklardı.

Öğle yemeğinde aklıma bir anım geldi. Güldüm, tutamadım kendimi. Sonra beni gülerken gören oldu mu diye etrafıma bakındım, kimse fark etmemişti. Biri görse, “bu adam deli mi?” diyecekti muhtemelen. Oysa bilmiyordu ki, kendi kendine gülene ya deli diyorlardı, ya da Müfettiş.

27 Ocak 2010 Çarşamba

Beyin Hümoru

Hastalığımın adını kendim koydum: Beyin Hümoru (İng. Brain Humourage). Belirtileri: Görülen her şeyde gülünecek bir yön, bir mizahi öğe aramak... Ama Recep İvedik gibi osurukla güldürtecek cinsten şeyler değil. Daha entelektüel, gülmeden önce espriyi tartacak, ancak ve ancak ağzından piposunu çıkartıp öyle gülecek insanlara hitap eden espriler.

“Ha ha… Nasıl güzel espri bu ya, az daha şarapla terbiye edilmiş pekin ördeğimi çiğnemeden yutuyordum!”

Yahu tek başına gerçekleşse canınızı o kadar da sıkmayacak onlarca şey, bir insanın başına aynı zamanda gelir mi? Soğuktan ellerim çatlamış, dudaklarım kurumuş, ağzımda aft çıkmış… Tırnağımı bile derinden kesmişim, yazarken parmaklarım acıyor, yazdığıma konsantre olamıyorum.* Bir de ayağımın küçük parmağını sehpaya vursam, tam olacak.

Hatırlıyorum da, ilkokuldayken ciltlettiğim Hayat Bilgisi kitabı ayağıma düşmüş, o küçük parmağım günlerce acımıştı. Aslında mesajı o günlerde vermek istemiş hayat bana, “oğlum bu hayat bilgisi bak ciddiye al. Metametik’ten 100 almakla olmaz bu işler!”

Bunları yazarken pencereden içeri güneş vurdu, iliklerime kadar ısındım. Sinirim stresim biraz azaldı. Sonra kolumdaki saate vuran güneş ışınlarının duvardaki aksini gördüm, ilkokul arkadaşım Mehmet’i hatırladım. Derste yüzüme yüzüme yansıtırdı saatinden o ışınları. Ona karşı hayattaki tek galibiyetim Matematikten aldığım 100’dü. Oğlum Mehmet, umarım şimdi bir yerlerde mutlusundur, aldığım 100’ler karşılığı madalya vermediler!

Neyse, ne diyorduk, hümor...

Delilikten önceki son aşama olabilir bu Hümor.

*Word™ uyarıyor, “Yabancı dil kökenli konsantre olmak yerine yoğunlaşmak kullanabilirsiniz.” Seninki nasıl bir Türkçe, cümlen düşük Word™!

26 Ocak 2010 Salı

Ayaz - Sivas

Buranın en şiddetli soğuğunu dün gördüm. İş çıkışı, yolda yürüyüp bir yandan da telefonla konuşmaya çalışırken, telefonu tutan ellerimi hissetmediğimi fark ettim. Cebimdeki elimi dışarı çıkartıp telefonumu dönüşümlü olarak el değiştirdim. Beynime giden kılcal damarlarımın donmaya başladığını hissettiğimde telefonumu kapattım. Norveçli balıkçılar için ellerinin neden kıymetli olduğunu da, ancak bu sabah, ellerim çatlamaya başladığında anladım.

İş bitmiyor. Ama bu bildiğiniz devlet dairelerindeki bitmeyen işlerden değil. Sabah 9, akşam 8 çalışsan da, istediğin çay –iş yoğunluğundan– bardağında soğusa da bitmiyor. Dokunduğum en yumuşak doku, yağlı faks kağıdının iç gıcıklayan tatlılıkta yüzeyi…

Artık Adana’ya dönmek, sıcak denizlere inmek istiyorum. Dün gece “kapitülasyon” diye sayıklayarak uyandım. Etrafıma bakındım. Almanlar yenilmişti, ben de yenilmiş sayıldım.

Sabah yine çaldı alarmım. İşe girdikten sonra kaç yüzüncü kez tıraş oldum. Bebek tenim, güzel cildim, giydiğim kösele ayakkabımın tabanına benziyor gitgide. Dışarıda yine aynı ayaz karşılıyor beni.

Yok mudur dünyanın kliması? Kim üflüyor öyle acı acı?

13 Ocak 2010 Çarşamba

Otel Yalnızlığı - Sivas

Fazlaca büyük olmayan bir otel odası en nihayetinde. Her gün temizleniyor, ama çarşaflar birkaç günde bir değiştiriliyor. Çamurlu ayakkabılarım odayı kirletmesin diye taklalar atıyor, bir otel icadı olan kağıttan terliklerimi ayağıma geçirirken denge sorunları yaşıyorum.

Bu sabah gömleğime çay damlatmış olduğumu acı ile fark ettim. O gömlek beni bir gün daha idare edebilirdi. Olmadı… Şimdi önümüzdeki haftayı çıkartacak kadar gömleğim yok.

Dışarıda kardan kalan çamursu birikintiler var. Kaldırımda ayağımı basacak doğru yeri bulamıyorum. Ayakkabılarım ıslanıyor. O ıslaklık yerini çamura bırakacak ve beni deli edecek. Bazı dükkan sahipleri dükkanlarının önlerini temizliyorlar. Gördüklerime “günaydın, kolay gelsin” diyorum. Herkesten kendi dükkanının önünü temizlemesini beklediğim bir dünya hayali, yalanlarla, savaşlarla, aldatmalarla dolu dünya için büyük bir beklenti. En azından üç-beş adım sorunsuz yürüttükleri için bir teşekkür niteliğinde o “günaydın”larım, “kolay gelsin”lerim.

Aslında iş yerinde sert, içine kapanık, soğuk biri değilim. Ama bir ve/veya birkaç üstadla beraber çalışırken, nedense kendimi geri çekiyorum. Kendimi gösteremiyorum. Bir köşede dosyalara bakan, kimseye iş dışında bir şey sormayan biri oluveriyorum.

İşte yine böyle bir sabah. Sabah kahvemi istemek için üstadları bekliyorum. Henüz gelmediler. Aslında daha önce beklemiyordum onları ama dün fark ettim ki, Mustafa Üstad ben çalışma odamızın kapısını kilitlerken basıp gitmiyor, kapının önünde beni işimi bitirmemi bekliyor. Yemeğimi bitirmemişken beni masada yalnız bırakan üstadlar da gördüm ben…

“Oğlum ben evliyim, iki çocuğum var. Ben yalnız değil miyim?” demişti abim. Poposunda gördüğünü yara zanneden bir kediyim, ben böyle dünyanın düzenini seveyim.

6 Ocak 2010 Çarşamba

Adana-Sivas

Önceki gün söz vermiştim, Müdür Bey'in oğlunun maçına gidecektik. 5 Ocak günü, hem de Adana 5 Ocak Stadı'nın yanındaki küçük sahadaydık. "9 numara benim oğlan" dedi. İsmi Gökhanmış. Forvette, kırmızı formayla oynuyor.

Tribüne güneş vurmuş, hava ısıtacak kadar sıcak bizi. Hayatımda hiç maça da gitmemişim, oldukça keyif alıyorum. Gökhan üst üste gol kaçırıyor, henüz ilk maçıymış. B Gençler ligi... Heyecanı belli.

2-2 bitiyor maç. 16-17 yaşındaki çocukların yerinde olmak istiyorum. Üstümde yakası boğazımı acıtan gömleğim, takım elbisem...

Dönüşte iki müşteriye uğruyoruz. Klişe muhabbetlerimi onlardan da esirgemiyorum. Banka, krediler, rakamlar, imkânlar... İçimde kötü bir his var.

Şube'ye döndüğümüzde görüyorum yazıları. İlki Ankara'daki toplantıyla ilgili... İkincisi Sivas'ta yeni bir görev...

Günüm pek de iyi geçmiyor. Sürekli toparlanmakla geçtiğini hissediyorum ömrümün. Bavullarımı yüklenip, şu an bu satırları yazmakta olduğum Sivas Tur'un 22 numaralı koltuğuna 24.00 itibariyle yerleşiyorum.

Bitmek bilmeyen yollarım var benim...