29 Aralık 2009 Salı

Asuman Hanım

Dosyalarda eksiklikler var, bazı ödeme fişlerine müşteri imzası da alınmamış. Belki tüm günümü aldı bunları araştırmak. Dikkatsizlikten, unutmuşluktan kaynaklı olduğunu biliyorum tüm bunların. “Annesi hasta” demişlerdi, “kanser…”

Bu sabah fenalaşmış, ateşle uyanmış. Bacakları mosmormuş. Kemoterapi yüzünden zayıf düşmüş vücudu. Herhangi bir yeri hafifçe çarpsa bir yere, oluşuyormuş o morluklar. Ve belki de içtiği bir bardak sudan kaptığı azıcık bir mikrop, ateşini bilincini kaybettirecek kadar çok yükseltiyormuş.

Az önce geldi Şube’ye. Tüm gününü hastanede geçirmiş. Müdür Bey’in odasında gözleri dolu dolu anlattı. Zaman zaman ağladı. 2008’in Ekim’inden beri böyleymiş. Sürekli yıllık izninden kullanarak, Bölge Başkanlığı’ndan şifahi izinler alarak idare etmiş. Şube’dekiler de idare etmişler onu. “Belki yakın bir Şube’de olsam, günde bir iki kez gidip kontrol edebilirim ama o Şube’dekiler beni ne kadar idare ederler bilemiyorum” diye de ekledi.

“Hayat böyle” dedi Müdür Bey, “artık bazı şeylere de hazır olun, Asuman Hanım”. Söylemesi ne de kolay, ama kadını görünce de belki en hayırlısı budur dedirtecek cinsten.

Asuman Hanım bekâr, belki de hayatındaki tek şeyi annesi ve babası. “Kimi insan annesine, kimi insan babasına düşkün olurmuş derler ya, ben anladım ki anneme düşkünmüşüm” dedi. Hastanede elini tuttuğunda “sen beni sanki hayata çekiyorsun” demiş annesi. Bunları anlatırken ağladı. “Ben annemi hiç hasta görmemiştim. Hep dinç, hep ayaktaydı…”

Ben de özledim annemi. Hem Asuman Hanım’ın da dediği gibi “daha ne kadar zaman geçireceğim ki annemle?”

21 Aralık 2009 Pazartesi

2009

Az görüştüğüm arkadaşlarımla başladı kopuş. Yüzleri ve isimleri birer birer silindi. Aslında beni severlerdi de, fena bir arkadaş değildim. Beraber gülüştüğümüz, belki bir dersi, belki bir müzik grubunu paylaştığımız da oldu. Ama unuttum onları... İsimleri silindi zihnimden. Bazen bir yerlerde karşılaşıyoruz. İsimlerini bilmediğimden selam vermeye de utanıyorum. Onlar da tanıyorlar beni, tereddütümü görünce "acaba o mu?" diye düşünüyorlar sanırım. Bir süre tereddüt anını yaşıyor, birbirimizi tanımazdan gelerek ayrılıyoruz.

Sonra yakınımdakilere sirayet etti. Bir türlü bitmek bilmeyen yollarda geçmeye başlayan cuma akşamları, birkaç kişiye paylaştırılamayan zamanlar derken bir akşam dışarı çıkmaya arkadaş bulamadığımı fark ettim. Birimiz hepimiz içindi. Ama şimdi o birimiz, hepimizi toparlamaya yetmiyor.

Hayatımın merkezine Banka ve sorunları oturuyor. Niye şubeleri bu kadar çalıştırıyorlar, hedef baskısı neden? Ne kadar da az personelle çalışıyorlar ve bazı kredileri Bölge Başkanlıkları niçin onaylamıyor? Karşımda yüzler değişiyor, gün geliyor Konya'da, gün geliyor Karabük'te bir şube müdürü bana benzer şeyleri anlatıyor, ben de "hakikaten yahu" diyerek efkarlanıyorum. Bir şoför temettünün maaş oranında dağıtılmasını eleştiriyor, bir güvenlik görevlisi, memur olma yolunun tıkandığından dert yanıyor ve ben istisnasız odama gelen herkesi dinliyorum. Kredi verilmeyen müşterilerin durumlarını bana izah etme çabaları da dahil buna.

Eflani'de bir tüpçü vardı, ismini unutmayayım diye yazıyorum: Süha Bey. Küçücük ilçede müzikle uğraşan tek kişiydi. Temizlik malzemeleri de sattığı dükkanında beraber gitar çalmışlığımız var. O çok sevdiği Kıraç'tan, ben de Feridun Düzağaç'tan çalmıştım. Üstümde takım elbisem, ayağımda kösele ayakkabılarım... Kendimi o üniforma içindeyken bu kadar mutlu hissettiğim nadirdir.

Kopan parçalarımı bir arada tutmaya çalışıyorum. Dağılıyorlar... Elimde kalp kırıklarım ve parmaklarımın arasından sızıyor kanları. Şu koca dünyada yapayalnız, çırılçıplağım. Rüzgar üstümden esiyor, üşüyorum. Gözümden akan yaşlar bile donuyor yanaklarımda ama dimdik duruyorum. Kollarım, şairin de dediği gibi, hiç tatmadığım bir şeylere sarılacakmışım gibi kocaman açık. Her yanım... Ama her yanım acıyor...

9-10 ayrı şehir gördüğüm bir sene. Yollarında yitirdiğim sevdiklerim...

17 Aralık 2009 Perşembe

Otel Yalnızlığı - Adana

“Yalnızlığın tek kötü tarafı yalnızlık işte, yoksa çok şahanedir yalnızlık…”

Feridun Üstad böyle buyurmuş. Memleketi Adana’da, sabah kahvemi içerken okudum. Yalnızlığa ilişkin duyduğum en güzel üçüncü söz bu. İkincisi paylaşılmaz olduğuyla ilgiliydi. Birincisini ise çocukluğumda annem söylemişti. “Yalnız gezen çocukları kaçırıyorlarmış.”

Dün akşam, sarımsaklı çok ağır bir balık yedim. Mideme acısı çöktü. Lüks bir otelin en büyük odasında uyudum. Çarşafları, yastığı, yorganı nasıl oluyorsa tertemiz ama bütün güzel otellerde olduğu gibi temizliği çağrıştıran bir kokusu da yok. Sanki evrenin başka bir boyutundan çalınmış bir cisim her biri.

Çalışma masam açık bir alanda. Gün içerisinde bazı bazı müşteriler geliyorlar. Oturtup sohbet etmek geliyor içimden, sonra vazgeçip ilgili personele yönlendiriyorum. Dosyalar kafamı karıştırıyor. Sanki Şube’de bir şeyler var. Bazen de “yok canım, o benim hüsnü kuruntum” diyorum. Hüsnü Kuruntu… Nuriye Kantar…

Aklıma geçmişten sahneler geliyor. Tek kanallı siyah-beyaz televizyonun sunduğu dünyanın bana engin geldiği günlerde yaşandı o anlar. Şimdi bir yaprak misali savruluyorum ve görüyorum ki aslında dünya cebime sığacak kadar küçükmüş.

Yeşil kalemimi açmak için açacak istedim. Bulamadılar, bıçakla açtılar. Böylesine nostalji fazla… Az sonra kolayla fantayı karıştırıp getirecekler diye korkuyorum. O zaman belki ben de çayıma bisküvi doğrayıp iğrenç bir kıvama gelinceye dek karıştırdıktan sonra kaşıkla yiyebilirim.

“Yalnızlığın tek kötü tarafı yalnızlık işte” demiş ya… Adam haklı, “yoksa çok şahanedir yalnızlık…”

24 Kasım 2009 Salı

Yatak Altında Yaşayan Canavarlar

Genelde pazar akşamları geliyorum buraya. Hemen televizyonu açıyorum. Aslında izleyecek pek bir şey de yok, spor yorumcuları bir şeyler anlatıyorlar. Kafamdaki boşluk dolsun, gürültü olsun diye sesi artırıyorum. Bir yanda bilgisayarım açık, kendimi bir şeylerle oyalıyorum.

İş arkadaşım yok benim... Kapalı bir odada tek başıma çalışıyorum. Ara sıra güvenlik görevlimiz geliyor, çay isteyip istemediğimi soruyor. Aslında benim için çayın da bir önemi yok. Bazen istiyorum çay, bir kez daha açılsın o kapı diye...

Öğlenleri yemeğe çıkıyorum. Küçük lokantada, iki tabak yemek yiyebilmek için... Masada benden başka kimse yok. Yemeğimi hızlıca yiyip kalkıyorum. Tabağımdakini büyük bir iştahla sipariş etmiş olsam da bitiremiyorum. Yemeğin üstüne çay içilir ya, içmiyorum ben. Orada yalnız başına oturup, yan masada sohbet edenleri izlemeye tahammülüm yok.

Akşamları geç saate kadar çalışıyorum. Kapıları kilitleyip çıkıyor diğer çalışanlar. Bazen kaptırıyorum kendimi işe, gidecek bir yerim, bir bekleyenim de yok nasıl olsa... Güvenlik görevlimiz geliyor, "daha çalışacak mısınız?" diye soruyor. O an anlıyorum karnımın acıktığını, havanın karardığını, bir yerlerde sevdiğim insanların televizyon karşısında çekirdek çitlemekte olduğunu...

"Yemek yemediysen beraber yiyelim" diyorum. Çoğu kez yemiş oluyor. Ara sıra, sanırım beni yalnız bırakmamak için eşlik ettiği de oluyor. Karşıda bir pideci var, geçen hafta karşı bakkala pideyi 1995 yılına ait bir gazeteye sarıp göndermiş. Pek hijyenik sayılmaz ama pidesi şahane... Açlığın üstüne tokluk hissi, birazcık da olsa güldürüyor yüzümü.

Evime dönüyorum sonra. aslında burası bir ev bile değil... Benim gibi gelip geçici insanların başını sokmaları için inşa edilmiş bir yapı. Bir oda, bir mutfak, bir yatak. Yatana kadar televizyonum, bilgisayarım, bütün ışıklar hep açık...

Bazen inanmak istiyorum aslında, yatağın altından çıksın o canavarlar. Çocukluğumun kabusu kocaman, tüylü canavarlar... Bana korkuttukları kızlardan, altlarına işettikleri çocuklardan bahsetsinler. Çay koyayım, içelim beraber.

27 Ekim 2009 Salı

Güvercin

Kapımın önünde bir güvercin var. Öğle vakti lojmana dişlerimi fırçalamaya, kafamı biraz olsun dağıtmak için gitar çalmaya geldiğimde görüyorum onu. Metin Bey de, Şube'nin lojmanın kapısını gören penceresinde "ürker Müfettiş Bey" diyor. Ağır adımlarla gelsem de uçmaya çabalıyor güvercin. Ama çok fazla yükseğe de uçamıyor. Bahçe duvalarını aşması mümkün değil. Kanadından kanlar damladığını fark ediyorum. Metin Bey bir miktar ekmek ve su getiriyor hemen. Kuşu yakalayıp Eczaneye götürüyoruz.

Eczacımız oldukça hayvansever, hemen adını bilmediğim bir ilaç veriyor. Kuşun kanadına döküyor, onu lojmanın kapısının önüne geri getiriyoruz. Ekmeklerin, suyun önüne koyuyoruz. Ben içeri giriyorum. Dişlerimi fırçalayıp, en sevdiğim şarkılardan birkaçını çalıp dışarı çıktığımda güvercinin suyu devirmiş, ekmeklerden birkaç parça yemiş ve bahçe duvarını uçarak aşıp gitmiş olduğunu görüyorum. Gülümsüyorum.

Şimdi de kapımın önünde bir kedi var. Ama bu sefer ki yaralı değil, keyfinden oturmuş kalmış kapının önüne. Ben yanına yaklaşınca da muhtemelen bir yerlere kaçacak.

Sanırım bu hayvanlar buralarda yalnızlığımı çok fazla hissetmeyeyim diye kapımın önünde dolanıyorlar.

16 Ekim 2009 Cuma

Çaya Kaç Şeker

Yalnızlığa dayanırım da, bir başınalığa asla,
Yaşlanmak hoş değil, duvarlara baka baka.
Bir dost göz arayışıyla,
Saat tıkırtısıyla...
Korkmam geçinip gideriz biz mutlulukla,
Ama;
''Günün aydın, akşamın iyi olsun'' diyen biri olmalı.
Bir telefon çalmalı ara sıra da olsa kulağımda.

Yoksa zor değil, hiç zor değil,
Demli çayı bardakta karıştırıp,
Bir başına yudumlamak doyasıya.
Ama ''çaya kaç şeker alırsın?''
Diye soran bir ses olmalı ya ara sıra...

Can Yücel

15 Ekim 2009 Perşembe

Astronot

“Baba yıldızlara ellerimi uzatıyorum ama onlara uzanamıyorum” demişti bir keresinde. Üç yaşından biraz büyüktü. “Senin boyun uzun, sen uzanabiliyor musun?” Gülümsemişti babası. Ne diyeceğini bilememişti? “Onlara kimse uzanamaz ki! Onlar uzayda…” diye yanıt vermişti. “Uzay ne demek?” diye sormuştu çocuk. Babası, “Uzay, dünyanın çok uzağında bir yer. Orada yıldızlar, dünya gibi başka gezegenler var.” diye karşılık vermişti. “Hani ay dede çıkıyor ya geceleri. O da uzayda.” diye de eklemişti. Çocuğun kafası karışmış, birkaç gün uzayı anlamaya çalışmıştı.

Okuma-yazmayı sekiz yaşında öğrenmişti. Sekiz yaşına gelene kadar da uzayla ilgili sorular sorup durmuştu. Uzayda gezegenler çarpışmıyorlar mıydı, ay dede neden bazen zayıflayıp incecik kalıyor, bazen de büyüyüp kocaman bir tepsi gibi gözüküyordu ve daha bir sürü şey. Ansiklopedilerin birinde belinde kocaman bir halka olan bir gezegen görmüştü. O gezegenin kemer takmış bir bayan olduğundan emindi. Büyük ihtimalle de en yakınındaki erkek gezegenle evliydi.

Okuma öğrendiğinde saatlerini dergilere, ansiklopedilere ayırır oldu. Ancak okudukları onu hayal kırıklığına uğratmıştı. Gezegenlerin cinsiyeti, yıldızların kendi ışıkları yoktu. Gezegenler akşamları yıldızları yakıp uzayda parti düzenlemiyorlardı. En sevdiği insanların isimlerini verdiği gezegenlerin aslında Plüton, Satürn gibi saçma isimleri vardı. Ve kimse, boyu her ne kadar uzun olursa olsun yıldızlara zıplayarak dokunamazdı.

Öğrendikleri canını fazlasıyla sıkmıştı. Okulda bir gün öğretmeni “Senin neyin var canım? Bir sıkıntın mı var?” diye sorduğunda ona “ay dedeye sarılamıyorum” diye karşılık vermişti. Öğretmeni ona gülümsemiş ve kendisine ayın yüzeyine çıkan insanlardan bahsetmişti. Kardeşinin giydiği tulumlara benzeyen beyaz, kabarık elbiselerle tozdan bir zeminde yürüyen insanların resimlerini göstermişti. Resimleri görünce kendisini daha iyi hissetmeye başlamış, bir gün uzaya gidip annesine saçlarına takması için uzaydan birkaç yıldız getirebileceğine inanmıştı.

Kararını vermişti, astronot olacaktı. Bir gün uzaya gidecek, Uranüs dedikleri gezegenin üzerine kocaman harflerle “Boncuk” yazacaktı. Boncuk köpeğinin adıydı ve Uranüs gibi saçmasapan bir isimden çok daha güzeldi. Aya ayak bastığında yere yatıp kollarını kocaman açarak kucaklayacaktı onu. O resmini bütün dünya çocukları görecekti.

“Biliyor musun, ben astronot olmak istiyorum” demişti bir keresinde amcasına. Amcası kendisine gülümsemiş “Astronotlukta para yok, sen mühendis ol, doktor ol” demişti. Suratını ekşitip kalkmıştı kucağından. Amcasına birkaç gün bozuk çalmıştı.

Bir gün sınıfına bir adam gelmişti. Bu adam, tenefüste arkadaşlarından duyduğu kadarıyla Müfettişti ve herkes ondan korkuyordu. Müfettiş sınıfına geldiğinde bazı arkadaşlarıyla konuşmuş, matematik soruları sormuştu. Sonrasında da sınıfa “büyüyünce ne olmak istiyorsunuz” diye bir soru yöneltmişti. Çocuk parmak kaldırıp “ben astronot olmak istiyorum” demişti müfettişe. Müfettiş gülümsemiş ve “Ülkemizde hiç astronot yok biliyor musun?” demişti. “Belki sen bir ilk olursun…” Bu duyduğuna üzülmeli mi, sevinmeli miydi bilemedi. Ancak böyle böyle olaylarla kırıldı hevesi.

Kendisiyle son karşılaşmamızda öğretmen olduğunu öğrendim. Kredi kartı borcu, geçim sıkıntısı, ekmek parası gibi şeylerden bahsetti. Hayatın zorluklarından, yaşama tutunabilmek için sürekli mücadele etmek gerektiğinden ve büyüklere özgü tonlarca şeyden daha… Elinde öğrencilerinin çizdiği resimlerden bir tomar vardı. En üstteki resimde, ayın yüzeyinde yakan top oynayan çocuklar vardı. Elini sıktım, gözlerimde biriken hüzünle ayrıldım yanından.
Eflani/Karabük

14 Ekim 2009 Çarşamba

Büyük Şehrin Küçük İnsanı

Bugün dışarıda hüzünlü bir yağmur yağıyor. Şubenin içi karanlık, her bir köşesine dirhem dirhem kasvet akmış. Mobilyalar sanki dün gördüğümden daha mat, ışıklar aydınlatmak için değil de, aslında etrafımı saran şeylerin ne kadar boğucu olduğunu anlamam için yanıyor. Hemen önümde, alıştığım için artık duymadığım, ama rutin bir şekilde fan sesi çıkartan siyah, kocaman bir kutu var. Penceremden yandaki evin duvarını görüyorum. Duvar dün şampanya rengiydi, bugün bakınca gördüğüm kirli bir sarı.

Burada çocuklar da yok. Okul çıkışlarında önlükleriyle sokağı maviye boyayan, bakkaldan sakız, çikolata alan, birbirleriyle konuşmalarına kulak misafiri olduğumda beni her daim gülümsetmeyi başarabilen çocuklar yok. Birkaç esnaf var, yağmurdan kaçmış, bir dükkanın önünde sohbet ediyorlar. Kendilerince dostlukları, muhabbetleri var. Yolda başıboş köpekler geziyor. Dikkat ediyorum da, onlar bile benden daha fazla buralı.

Sabah pek bir şey yemedim, karnım da hala acıkmadı. Beklemediğim bir anda düşecek tansiyonum, bundan kaçınılmaz. Belki bir görüşme sırasında, belki can alıcı bir tespit üzerinde çalışıyorken... Gözlerim kararacak, başıma belli belirsiz bir ağrı saplanacak. İşte o zaman, kimselere görünmeden ve hatta koltuğumdan hiç kıpırdamadan uzaklaşacağım buradan.

Kendimi mahalledeki çocuklarla top oynarken bulacağım. Bittikçe yenisi başlayan oyunlar oynadığım, havanın kararmasını hiç istemeyerek geçirdiğim anlara döneceğim. Hava yine kararacak. Ben evime giden merdivenleri çıkarken büyüyeceğim. Her adımımda çocuk yanımdan bir parça daha kopacak. Önce imkansız diye bir şeyin aslında var olduğuna inanacağım, sonra insanın kapasitesinin sınırlı olduğuna… Birçok şeyi istesem de başaramayacağıma ve süper kahraman diye bir şeyin olmadığına… Sarılmayı unutacağım, sevmeyi de… Paylaşmayı eskisi kadar sevmeyeceğim. Evime varacağım sonra. Üzerimde takım elbisem, elimde bavulum, yine bilmediğim yerlere, bilmediğim şeylere gideceğim.

Büyük şehrin küçücük bir çevreye ittiği insanlardanım ben. Dünyamı genişletmek için elimden sadece sevdiğim bir şarkıyı dinlemek geliyor. Adamın bir tanesi içli içli, acı acı söylüyor. Kapılıyorum sesine. Sonra birden, odamda kendisini görüyorum. Benim anlattıklarımı duyuyor mu bilmiyorum, ama beni anladığını, aslında onunla aynı şeyleri hissediyor olduğumuzu anlatıyor. Kendisini uzun zamandır böyle yakından görmemişim. Gözlerinin altı iyiden iyiye çökmüş, saçları da eskisinden kısa. Ama hala benim gibi kent insanlarının yalnızlığını anlatıyor.

En sertinden bir kahve hazırlatıyorum kendime. Derin bir nefes çekip hayata kaldığı yerden devam ediyorum.

8 Ekim 2009 Perşembe

Reçel

Etrafta birkaç Müfettiş arkadaşım var. Elimizde tepsiler... Tepsisine bir simit ve bir paskalya alıyor bir tanesi. Ağzım sulanıyor. Ben de tepsimi yanaştırıyorum. Reçel, tereyağ da veriyorlar. Bir parça da marul...

Coldplay-Clocks çalmaya balıyor. Bu How I Met Your Mother'ın 1. sezon finalinde çalan şarkı. Marshall elinde nişan yüzüğü, terkedilmiş ağlarken Ted'in yanına oturduğu sahnede... Gözlerim aralanıyor. Eflani'deyim... Çalan telefonumun alarmı. Keyfim kaçıyor.

Her sabah olduğu gibi yine poğaçayla yapıyorum kahvaltımı. Yolda görsem başımı çevirip bakmayacağım şeyi bir aydır yiyorum. Sanırım aç kalmamak, tansiyonumun düşmemesi, midemin ekşimemesi için. Yine de ses etmeden yiyorum. Yanında evde demlenmiş çayın tadını vermeyen acı bir çayla birlikte...

Dün çoğunu bitirdim dediğim iş bugün sanki yığınlar oluşturmuş omuzlarımda. İçimden hiçbir şey gelmiyor. Öğlende bir müşterimizle yemeğe çıkıyoruz, içimden konuşmak gelmiyor. Ajandama bakıyorum son 3 günde, 8 kişinin ifadesini almışım. Sanırım adı yorgunluk bunun. Biraz da yalnızlık.


Tespit ettiğim usulsüzlere de kızmıyorum artık. Hepsi yeni şeyler, ama aslında hepsi bir o kadar sıradan... Kusurlu insanoğlunun düştüğü tuzaklar...

Yarın evimde uyuyacağım. Bu güzel bir teselli...


18 Eylül 2009 Cuma

Bayram - Eflani

Köy yolları kötü… İçinde bulunduğumuz araç da benden birkaç yıl yaşlı bir Renault Toros. Yanımda Müdür Bey var, bana mermer çıkartılan arazileri gösteriyor. Kriz yüzünden mermer çıkartan işletmeler batmış, insanlar işsiz kalmış.

Köye vardığımızda görüyorum ki sokaklar bomboş. Kimseler kalmamış sanki. Bir kovboy filmini andırıyor ortalık. Terk edilmiş bir kasaba… “İnsanlar artık hep şehre göçüyor Üstad” diyor Müdür Bey, “nüfus bir anda eridi gitti, Eflani’de köylerle beraber toplam 10.000 kişi ya var, ya yok”

Aradığımız eve götürüyor taksici. Kapısı kapalı. Kapının üzerinden bahçeyi ve köy evini görüyoruz. İçeriye sesleniyoruz, bir teyze çıkıyor. “Oğlum İstanbul’da” diyor. Birkaç soru soruyoruz. Kadıncağız tek başına yaşıyormuş o köyde. 2-3 tane hayvanı varmış, onları da satmış. Bahçesine ekip biçtiğiyle kıt kanaat geçiniyor.

Bir başka eve gitmek üzere ayrılıyoruz yanından. Bir sonraki durağımızda başka bir kadın çıkıyor karşımıza. Çocukları evlenip gitmişler, kocası da kanserden ölmüş. Evde bir başına kalmış. Bacakları ağrıyormuş. Her halinden hasta olduğu belli. Ona da aynı soruları soruyoruz. Hepsi işle ilgili şeyler. Üzerimde takım elbisem var. Daha da ötesi taşıdığım, taşımak zorunda kaldığım kimlik… Teyzenin elini öpüyorum. ziyaretine, ayaküstü de olsa, geldiğimiz için mutlu. Belki de aylardır ilk kez birisi ziyaretine geliyor. Öyle mutlu…

Dönüş yolunda annemi özlediğimi hissediyorum. Yanında olup, yanaklarından öpmek geliyor içimden.

Önümüz bayram. Ben sevdiklerimle, uzakta kaldıkça değerini daha da iyi anladığım ailemle bir arada olacağım.

Kavuşmayla biten hasretler olsun yeter ki. Özlemek olsun, sevmek olsun…

16 Eylül 2009 Çarşamba

Cedric

D:Cedric'in dedesi, C:Cedric
D: Uzun zaman önce bir gün Martha ve ben birlikte bir geziye çıkmaya karar verdik.
C: Hayat yolunda mı ilerlediniz?
D: Evet. Ve inan bana Cedric bu yol dümdüz ve asfaltlı değildi. Üstünde çakıllar, taşlar, çukurlar, delikler vardı.
C: Peki tümsekler?
D: Elbette tümsekler de vardı. büyükannenle ben bu yolda elele yürüyor ve çukurlarla tümsekleri aşarken daima birbirimize yardım ediyorduk. Ve bir gün bir kız çocuğumuz oldu.
C: Aaa işte bu annem!
D: Evet. Ve o zaman üçümüz aynı yolda yürümeye başladık. Ve gezimiz devam etti. Annen büyüdü. Sonra bir sabah yakışıklı bir gençle çıkageldi.
C: Babamla mı?
D: Eveet. Sonra bizi terketti ve onunla başka bir yola girdiler ama onların yolu da en az bizimki kadar engebeliydi.
C: İyi de seni yalnız mı bıraktılar yani?
D: İkimiz vardık. Ama bir gün büyükannen sendelemeye başladı.
C: Ayakkabısında bir taş mı vardı?
D: Aslında öyle de denebilir. Taşı çıkarmak için çok uğraştık ama yapamadık. Daha sonra o bir ağacın altında beklemeye karar verdi.
C: Elma ağacı mı?
D: Öyle olmalı. Ve ben devam ettim... Tek başıma.
C: İyi de neden onu beklemedin?
D: Hayat yolunda durmana izin vermezler Cedric... Bir bakıma yolun sonuna dek gitmek zorundasındır. Bu yüzden vedalaştık. Ve ben tek başıma devam ettim. (Kızına ve damadına hafif bir kızgınlıkla dönerek) Ama senin ailen Cedric, her zaman çukurlara düşüp tümseklerde takılıyor. Birbirlerine bağırmadıklarında mutsuz oluyorlar. Onlarınki yol değil bir orman. Günün birinde birinizin ayakkabısına bir taş girecek, ve o zaman göreceksiniz. Diğeriniz tek başına ilerlerken, birlikte yürüdüğümüz günleri çok özledim diyecek!

15 Eylül 2009 Salı

Eflani/Karabük

Odam kahve ve kolonya kokuyor. Pencere kenarındaki masamdan, caddeyi görüyorum. Küçücük bir ilçe burası, nüfusu 2.000. Eylül ayında üşütecek cinsten.

Bozkır’daki günlerimin keyifli geçtiği söylenemez. Hayatımdan akıp giden o 4 haftanın ardından kuzeye, Eflani’ye geliyorum. Anne ve babam arabayla bırakıyorlar beni Şubeye. İlkokula yeni başlayan bir çocuk gibiyim. Beni bıraktıktan sonra gitsinler istemiyorum.

Müdür Bey’in odasına giriyorum önce. “Müfettiş Lojmanı üstte herhalde” diyorum. “Hayır, yanda” diyor Müdür Bey. Şaşkınlığım gecekondu tipi, müstakil lojmanı görünce daha da artıyor. Demirli kapıdan bahçesine giriyoruz. Lojmanın kahverengi, demir bir kapısı var. Görünce ürküyorum. İçerisi de etrafında başka binalar olduğu için çok karanlık. Yerler halıfleks, bir adet gardırop var, iki tane de yatak. Yatağın birine, rica ettiğim üzere yeni nevresim takımı geçirmişler. Tertemiz duruyor. Diğer yatakta da yeni yıkanmış bir takım var. Mutfağında sadece bir vücut sığacak kadar yer var. Küçücük, kullanmak istemeyeceğiniz bir mutfak. Hemen karşısındaki banyo da uzun ancak dar… Tüple çalışan bir şofbeni var. Lojmanı görünce annemin morali bozuluyor. Beni orada bırakıp gidiyorlar.

Güvenlik görevlisi Metin Bey ilgileniyor ilk gün benimle. Yemek yiyebileceğim bir yer gösteriyor. Salaş bir lokanta. Alüminyum kaplarda yemek pişiyor. Pek hijyenik görünmese de sıcak yemek yiyebilecek olmak güzel.

İlk gün masamda ne yapacağımı bilmeden geçiyor. İç Kontrolörün raporuna bakıyorum, Müdür Bey’le mi konuşsam, personeli mi çağırsam diye düşünüyorum. İlk soruşturmam bu. Elim kolum bağlanmış gibi…

Akşam olup da lojmana gelince üzerimde bir gerginlik var. Etrafa bakıyorum, yatağın altını kıyıyı köşeyi kontrol ediyorum. Ev müstakil olduğundan, her tarafı açık, soğuk… Ben de tişörtümle gelmişim. Üşüyorum.

Ertesi gün Müdür Bey iftara davet ediyor. Şube personeli de gelecekmiş. Önce iftarı dışarıda yapacağız sanıyorum. Ama sonra iftarın evde olduğunu öğreniyorum. Tereddüt etsem de ısrar ediyor. Akşam çok keyifli geçiyor. Masada bir sürü yemek var. Çorbalar, dolmalar, börekler… Ama daha da önemlisi küçük yerin insanlarının sıcaklığını görüyorum. Ertesi gün de Metin Bey yemeğe çağırıyor. Aynı ekip bu sefer onlarda toplanıyoruz. Yine keyifli bir akşam…

Buraya geleli bugün itibariyle 7 iş günü oldu. Soruşturmanın hatları artık iyice belli. Birkaç müşterinin ifadesini de aldım. Birkaç hafta sonra, yine bilmediğim diyarlara göçüyor olacağım. Yine de yaşamak, her şeye rağmen, güzel…

13 Ağustos 2009 Perşembe

Bozkır/Konya

Pazartesi sabahı Ankara’dan çıkıyorum. Bu kez annem ve babam terminale kadar uğurlamaya geliyorlar. Ancak ben otobüse binmeden ayrılıyorlar yanımdan. Ben otobüse binsem, annem ağlayacak ve üzüleceğim. Bunu bildiklerinden olsa gerek, bavulumu muavine verdikten sonra biraz daha sohbet ediyoruz ve gidiyorlar.

Otobüste uyukluyorum. Üzerimde yorgunluk var. Uyanık kaldığım zamanlarda da temmuz ayını, Üzümlü’yü düşünüyorum. Aklıma geçmişten sahneler geliyor.

Tek başıma, üstadsız şubeye geldiğim ilk sabah kendimi ne kadar özgür, ne kadar bağımsız hissettiğimi sanırım hiç unutmayacağım. Attığın her adımı izleyen, seni çalışanlara söylediğin, yaptığın bir şey yüzünden eleştirebilecek kimseler yok etrafta. Önünde belirli bir süre var, bir de işin… O süre içinde işlerini bitirip, raporunu göndereceksin, hepsi bu.

İlk günler üzerime yığılmış hissediyorum işleri. Süre hiç yetmeyecekmiş gibi çalışıyordum. İkinci haftanın sonunda Müdire Hanım dahil herkes yorgun bitap düşmüştü. Bense özverili çalışmaları için onlara teşekkür ediyordum. Çalışmak görevleriydi ama ufak bir teşekkür, o çalışmanın sıkıntısı azaltacak diye düşünüyordum.

Haftasonu seyahatleri arttıkça yorgunluğum katlanıyordu. Önce Ardahan’a, sonra Gümüşhane’ye ve en son da Karayazı’ya… Yine de gözlerimi karartıp, hiçbir üzüntü, sevinç, beklenti içine girmeden gittim oralara. Yol öyküleri biriktirdim. Gittiğim yerlere –ne kadar kalıcı olacağını bilmesem de- izler bırakmaya çalıştım.

Ayrılacağım sabah “yokluğunuzu arayacağız” demişti Mehmet Bey. Anlatım bozukluğuyla kurduğu bu cümle o kadar saf ve temiz gözükmüştü ki gözüme, yüzüme bir tebessüm düşürmüştü. Personelle şubede vedalaşıp Müdire Hanım’la arabanın yanına doğru yürümeye koyulduk.

Kapının önünde elini sıktım. “Hakkınızı helal edin Müdire Hanım” dedim. Hiçbir şey söylemeden arabaya doğru birkaç adım attı. Ben karşılık vermemesine şaşırmışken, arkamızdan yetişen bir personel “asıl siz hakkınızı helal edin Müfettiş Bey” dedi. O sıra Müdire Hanım arkasını döndü. Gözlerinde yaşlar birikmişti.

Birkaç güzel söz söyleyip birkaç basit şaka yapıp binmiştim arabaya. Sözcükler tükenmişti, arabadan onlara el sallayıp yola koyulmuştum.

Konya’ya vardığımda düşüncelerimden sıyrıldım. Önce Bölge Başkanlığı’nda bir süre oyalanıp ardından Bozkır’a yol aldık. Yol boyunca Konya Ovası’nın uçsuz bucaksız haline şahitlik ettik. Bir tepenin dibinde, derenin kenarında kurulmuş yüzyıllık ilçeye geldiğimizde, bir ayımı da burada geçireceğim hissi içimi kapladı. Duygusallığı bir kenara bırakıp Şubeye girdim.

Kasa sayımı sonrasında pek de hijyenik sayılmayacak lojmanıma girdiğimde en az benimle yaşıt, yüzü solmuş koltuğa bile oturamadım önce. Bir oda, bir mutfak ve bir banyodan oluşan evi baştan sona gezdim. Koltukların arkasına, yatağın altına iyice baktım. Yaklaşık 1.5 yıldır kullanılmamış evi bir güzel havalandırdım. Sonrasında da odaya doluşan sinekleri öldürmekle oyalandım. “Temiz çarşaf serdim Müfettiş bey” diyen personelin yatağa 1.5 yıl önce yıkadığı çarşafı sermiş olduğunu kokusundan tespit ettim. Kafamı toz kokan yastığa koyduğumda uyuyamadım, biraz televizyon izledim. O günüm uyumaya çalışıp uyuyamamakla geçti.

Bugün burada dördüncü günüm. Dört gün geçtikten sonra, şimdi kendimi buraya iyiden iyiye alışmış hissediyorum. Yeni çarşaflar aldırdım, koltuğun üzerini kaplattım. Haftasonu da temizliğe bir kadın gelecek. Tozlu, bakımsız bir evden, kendime bir yaşam alanı çıkartabildiğim için oldukça mutluyum.

29 Temmuz 2009 Çarşamba

Karayazı/Erzurum

Sabah erken saatte çıkıyoruz yola. Yolumuz uzun, 310 km. kadar... Erzurum'da bir yemek molası vereceğiz, sonra Karayazı'ya devam edip, Şube'ye vardığımızda bir süre üstadla rapor hakkında konuşup, sonra aynı yolu gerisingeri döneceğiz. Bu Üzümlü'ye geldiğimden beri üçüncü uzun yolum.


Erzurum'dan sonra Ağrı yoluna dönüyoruz, ardından da Pasinler'e. Eski bir köprüyü geçtikten sonra sağa, Karayazı yoluna giriyoruz.


Her evden bir kişi dağdaymış, PKK'ya katılmış. Hayalimde daha kötü canlandırmıştım ama yolları gayet güzel. İki şeritli gidiş-geliş, bol virajlı bir yol... Aklıma birkaç ay önce Ordu'da, Korgan'a giderken geçtiğimiz yollar geliyor. Bu yol, onun yanında kusursuz. Ancak Karayazı ayrımından sonraki 60 km. boyunca başka araç görmüyoruz.


Karayazı küçücük bir ilçe. Vardığımızda sağanak bastırıyor. Üstad karşılıyor beni. 2,5 aydır orada görev yapıyor, yine de gülümsemesi yüzünde.


Çalışıyoruz ve işimiz ancak 19.30'da bitiyor. Hava kararmadan çıkalım yola diyoruz ama sokağa çıktığımızda gün ağarmak üzere. Temmuz ayı olmasına rağmen, dışarda acayip bir soğuk var. "Temmuzun ikisine kadar kalorifer yaktık" diyor üstad. Bir an önce arabaya binip yola çıkıyoruz.


Yoldayken hava kararıyor, dağların arasından geçiyoruz. "Müfettiş Bey buradan mı gelmiştik?" diyor Mete Bey. Belli ki korkuyor. Benimse içimde korkudan eser yok. Daha iki sene kadar önce, hem Ankara'da kaybolduğumda nasıl korktuğumu hatırlıyorum. Şimdi belki de birkaç teröristle karşılaşabileceğimiz bir yolda giderken bile korkmuyorum.
Mete Bey mola vermek istemiyor. "Çocuklar, Hanım bekler" diyor. Beni kimsenin beklemediğini fark ediyorum. "Durmayalım o zaman" diyorum. Bir paket bisküviyi, bir torba bademi paylaşıyoruz.
Otel odasına varmamız gece on ikiyi buluyor. Dizlerim ağrımış, moralim iyi değil. "Sadece bir gün kaldı" diye avutuyorum kendimi. Hayatıma kaldığım yerden devam edebilmek için uykuma, o tatlı uykuma dalıyorum.

23 Temmuz 2009 Perşembe

Erzurum-Ardahan-Uzundere

Ardahan'a görev çıkmış. Bir pazar günü, bir sınavda salon başkanlığı... Haritadan bakıyorum Erzincan-Ardahan arası 450 km. Oldukça yorucu bir yol olacak.

Cumartesi sabahı Erzurum'a doğru hareket ediyoruz. Arabada Erzincan Şubesi'nin şoförü Serdar Bey ve güvenlik görevlisi Orhan Bey var. Bankadan, sınavdan, insanlardan, yakın zaman öncesine kadar çok uzağında hissettiğim şeylerden sohbet ediyoruz.

Yolda yapım çalışması var. Yolu gidiş-geliş çift şeritli bölünmüş yola çevirmek için uğraşıyorlar. Yol bir yerde iki şeride düşüyor ve karşıdan gelen aracı görüyoruz. Hemen arkasındaki başka bir araçsa bizim şeridimizden geliyor. Önce sollama yapıyor zannediyoruz ama arabayla aramızda birkaç metre kalınca anlıyoruz ki aslında sollama yapmıyor. Muhtemelen uyuyor ve saatte 100 km. hızla giden aracımıza doğru, daha da hızlı bir şekilde yaklaşıyor. Serdar Bey frene basıyor, kornaya basıyor. Adam hala üzerimize üzerimize geliyor. Aramızda belki 15, belki 20 km. kala adam uyanıyor ve ani bir hareketle şeridine geçiyor. Bacaklarım kasılmış, oturduğum koltukta hayatım gözlerimin önünden geçmiş. "Çocuklarımızı öksüz bırakacaktı" diyor Serdar Bey. Ben de o an can versem geride bırakacaklarımı düşünüp derin bir nefes alıyorum. "İnelim mi Müfettiş Bey, dövelim?" diyor Orhan Bey. Soğukkanlılığımı hala koruyorum, "Yok yok, ne dövmesi! Yolumuza gidelim."

Erzurum'da Volkan'la buluşuyoruz. Birbirimizi gördüğümüz için çok mutluyuz. Beraber yemek yedikten sonra Serdar Bey ve Orhan Bey Erzincan'a dönmek üzere yola çıkıyorlar. Biz de Volkan'la Çifte Minareli Medrese'ye, oradan Atatürk Üniversitesi'ne bowling oynamaya gidiyoruz.

Zaman çabuk geçiyor. Akşam otele dönüyorum; ama uyku tutmuyor.

Ertesi gün sekizde çıkıyoruz yola. Beni Erzurum Bölge'den Bülent Bey alıyor. Erzincan'a geldiğim gün de beni karşılayan oydu. Ağır aksak gidiyoruz. Yol çok iyi değil, özellikle Narman civarında kötüleşiyor. Ardahan il sınırından sonra da yeşillikler başlıyor.

Yolun kenarında kazlar görüyoruz. Bülent Bey yavaşlıyor. Ben fotoğraflarını çekmeye çalışırken kazlar yavrularıyla beraber kaçışıyorlar. Yolun karşı tarafındaki dereye, yüzmeye gidiyorlar.

Göle'de mola veriyoruz. Üstüne para verseler girip girmemekte tereddüt edeceğiniz bir umumi tuvalete giriyoruz.

Ardahan'a yaklaştıkça yemyeşil, daha önce hiç görmediğim enginlikte çayırlar başlıyor. En güzel zamanı belli ki...

Ardahan'ın içi ise o kadar güzel değil. Güneş var tepede, beton yığınlarına giriyoruz. Yediğim yemeği de sevmiyorum. Sanki gurbete geldim, Erzincan'daki otel odamı bile özlüyorum. Bir an önce sınav bitsin de dönelim diye bekliyorum.

Üniversitede bir hocamızın her sınav öncesi söylediği şeyi söylüyorum onlara. "Arkanızdan kimseye, o sınavı benim sayemde kazandı." dedirtmeyin.

Sınavdan kaçar gibi çıkıyorum. Bacaklarımda önceki günden kalma bir ağrı var. Bowling, uykusuzluk, sınavda salonun içinde sürekli yürümek yormuş, yıpratmış. Arabaya binince "sizi kaplıcaya götüreceğim şimdi Müfettiş Bey" diyor Bülent Bey. Ben de ona "Bülent Bey, yolumuz uzamayacaksa Uzundere'ye gidelim" diyorum. Yolou kestirmeye çalışıyor. Ona "Kaç kilometre uzar" diyorum. "10 kilometre kadar uzar Müfettiş Bey" diyor, ben de "gidelim o zaman" diyorum.

Dönüş yolu bitmek bilmiyor. Yolda bir inek sürüsüyle karşılaşıyoruz. Arabanın etrafını sarıyorlar. Sanki her an bir tanesi arabaya bir kafa atacak gibi. Bir ineği hiç bu kadar yakından görmemişim, gülümsüyorum.

Tortum Gölü'ne varıyoruz. Akşam saat yedi suları... İnip birkaç fotoğraf da orada çekiyorum. Suyun rengi açık yeşil... Buraya yıllar önce babamla geldiğimizi anımsıyorum. gölün kenarında çay içip halamın kocasıyla, eniştemle sohbet ettiğimizi... İçime bir duygusallık çöküyor.

Uzundere'ye vardığımızda hava kararmak üzere. Halamın oğlu karşılıyor beni. Dükkanları şubenin hemen yanında. Bir resim de orada çekiyorum.

Bülent Bey de geliyor halamın evine. Önce biraz çekiniyor ama ikna ediyorum. Bizi görünce büyük bir sevinç yaşıyor halam. Birkaç ay önce kaybettiğim amcamın eşi, yengem de orada. Bir bayram havası sanki...

Beraber yemek yiyoruz, sohbet ediyoruz. Yıllar önce ben gitar çalarken dizime başını koyup uyuduğu geliyor aklıma rahmetli dedemin.

Halam her zamanki gibi üzerine titreyerek bakıyor insanın. Mutluluğu o kadar belli ki...

Enişteyle sohbet ediyoruz. Bankadan, işimden, ailemden konuşuyoruz. "Ne iyi ettin de geldin!" diyor her seferinde...

Bülent Bey de orada olmaktan çok mutlu. Bir tabak karadutu tek başına yiyor, tabakta kalan suyu da dikiyor tepesine...

Ayrılık vakti gelince buruk bir his çöküyor yine. Saat 22.30, Erzurum'a varmamız gece yarısını bulacak. Vedalaşıyoruz... Ayrılırken kimseye "Hakkını helal et" diyemiyorum. Aklıma o sözü son söylediğim kişi olan amcamı son gördüğüm, yine böyle bir görevlendirme sırasında ziyaretine gittiğim geliyor.

Ayrılıyoruz. Bülent Bey yolda ne kadar iyi insanlar olduğunu söylüyor akrabalarımın. "Ama karadut da şahaneydi Müfettiş Bey" diyor. Erzurum'a yaklaştıkça bakıyorum yol aslında 10 kilometreden fazla uzamış. "Müfettiş Bey, ben 40-50 kilometre uzar deseydim, 'gidelim' demezdiniz." diyor Bülent Bey. Gülümsüyorum...

Babamla konuşuyorum. Sesinde bir mutluluk var onun da. Köyü, orada olmayı ne kadar çok sevdiğini biliyorum. İçimde beliren o buruk duygunun, o belli belirsiz sevincin de aslında babamın çocukluğunu geçirdiği o toprakları bir kez daha ziyaret etmiş olmaktan kaynaklandığını biliyorum.

Karadut da hakikaten şahaneydi...

14 Temmuz 2009 Salı

Kırmızı Sweat-Shirt

Kırmızı bir sweatshirt'ü vardı. Bir dönem giymişti. Sonrasında bir gün, ben giymiştim ve o günden sonra da o sweatshirt bana kalmıştı.

Aslında çok pahalı, marka bir şey değildi. Ama üzerimde duruşu çok hoşuma gidiyordu. Ergenlik çağındaydım, kendimi çok yakışıklı hissetmiyordum. Ama üzerimde o sweatshirt'le aynanın karşına her geçtiğimde yüzüme bir tebessüm düşüyordu. Kolları dökümlü, yakası üstten üç düğmeli, güzel bir sweatshirt...

Evdeki tartışmaların canımı çok sıktığını biliyordu. Hiçbir tartışmaya müdahil olmuyor, ortamı yumuşatmaya çalışıyor; ama her seferinde başarısız oluyordu. Ben büyük bir suskunluk içinde bağıran insanları dinledikten sonra beni alıyor, belki gezmeye, belki hamburger ısmarlamaya dışarı götürüyordu.

Beni hep yetenekli, becerikli bulmuştu. O yaşlarda bunu açık açık söylemediğinden anlayamıyordum. Ama bana karşı tavırlarından, arkadaşları arasında beni sanki dalgaya alıyormuş gibi "adam şakır şakır ingilizce konuşuyor" demelerinden hissediyordum. Utangaç bir tebessüm düşürüyordu yüzümde.

Müziğimle hiç ilgilenmezdi. Pek çok şarkımı bilmez bile. Ama bu yönümü içten içe takdir ettiğini, sağda solda böyle bir kardeşi olduğu için gururlandığını da biliyorum.

Bazen Tunalı'ya, Beğendik'e yürürdük. Canı sıkkınsa büyük bir sessizlik olurdu. Sadece yürürdük. Birbirimize fazla bakmadan, hiç konuşmadan. Bana bir şeyler ısmarlardı, bir parkta oturur ve evimize dönerdik.

Evde büyük bir tartışma olduğunda ya da aileden birine bir şey olduysa, yüzü hiç gülmezdi. Derin iç çekişlerle ve eğer evde kimse yoksa, balkonda tüttürdüğü birkaç dal sigarayla belli ederdi sıkıntısını.

O hiç ağlamazdı. Sanki ağlamak gibi bir özellik bağışlanmamıştı ona. Onu sadece bir kez, o da babamın hastalığında ağlarken görmüştüm. O zaman 25 yaşındaydı, ben de 16... Onu öyle görünce ben de ağlamaya başlamıştım.

Zaman geçti, büyüdük. Artık yılda birkaç kez bir araya gelebilen iki insanız. Yıllar içinde değişmeyen tek şey, dünyada iki insanın birbirini bu kadar karşılıksız sevebileceğine olan inancımız oldu.

16 yaşımdaki halimin, o aynanın karşısında, o kırmızı sweatshirt içinde aslında kendisini
gerçekten hayranlık duyduğu bir kişiye benzettiği için bu kadar yakışıklı bulduğunu ancak şimdi anlıyorum.

13 Temmuz 2009 Pazartesi

Sulak Yerde Yetişmiş Rambo

Hepimiz küçük yerlerde çalıştığımızdan aynı sorunu yaşıyor muyuz bilmiyorum. Ama benim için öğle araları büyük sıkıntı oluyor. Şube tepelik bir yere kurulduğundan ve bir adet çay bahçesi hariç pek sosyal mekanı bulunmadığından (türlü türlü kıraathaneyi saymıyorum) yemeğimi 10-15 dakika içinde yedikten sonra şubeye dönme isteği duyuyorum. Ancak personelin öğle arasını da yemek istemediğimden, ilçede bir aşağı bir yukarı yürüyorum, bu sefer de bu sıcaklarda terliyorum haliyle.

Bugün de şubeye biraz erken gelmişim, açılmamış daha. Bu arada şube belediye binasının içinde olduğundan, belediye çalışanlarına çay götüren, sonradan adının Hüseyin Bey olduğunu öğrendiğim kişi, yolumu keserek "buyrun bir çay ikram edeyim" dedi. Çay ocağı bizim şubenin tam karşısında. Ocak dediysek, alışılagelmiş küçücük tefecik bir çay ocağı değil. Maşallah bir maden ocağı gibi, efenime söyleyeyim bir Humbara Ocağı gibi kocaman bir yer... Oturdum Hüseyin Bey çay getirdi, içiyoruz. O sırada birisi bağırmaya başladı. Baktım elinde bir bıçak, o fersah fersah ocağın içinde birini kovalıyor. Adam dışarı topukladı hemen, bizim bıçaklı da o korkunç ürkünç görüntüsüyle bana doğru yaklaştı. Adamın yüzünde değme rambo filmlerine taş çıkartacak bir bakış, güneşte yanmış bir ten, kızıl saçlar... Meğerse yakınımdaki muslukta bıçağı yıkayacakmış. Kaçan adam geri geldi, adam "si..ir git, eşşş..." diye küfüre girişti. Sonra adam gene kaçtı, Domestic Rambo da bıçağını yıkayıp yerine koydu. Tabi bu arada araya girenleri, ayırmaya çalışanları saymıyorum...

Herkes mahcup oldu tabi, ben de bir kötü hissettim kendimi. Sonra bir de o kaçan adam geri geldi, karşımda bir masaya oturdu. O haline bakıp acıdım. Öyle düşünceli düşünceli duruyordu. İçerlemişti resmen eşek kadar adamı kovaladılar resmen...

5 Temmuz 2009 Pazar

Konak Mazlum/Erzincan

Perşembe günü kasa sayımında 11 TL kadar bir eksik çıkmıştı. Cuma sabahı şubeye giderken "Müfettiş bey, dünkü eksik bozuk paralardan kaynaklanmış olabilir." dedi Mehmet Bey. "Neden dün söylemediniz, tekrar sayardık." diye karşılık verdim. "Çok yorgundunuz" dedi. "Söyleyecektim de vazgeçtim." Çabucak düşündüm. "Şubeye gidince dünkü saydığımız paralardan gün içinde ihtiyaç duyacağınız kadarını size vereyim, kalanını kasaya kilitleyelim, anahtarını da ben alayım. Akşama tekrar sayalım" dedim. Makul bir fikirdi. Şubeye gidince dediğimi yaptık. Şubeye bir miktar parayı sayarak verdim ve kalanını kasaya kilitledim.

O sırada temizlik görevlisi çekmecede birbirine kule şeklinde bantlanmış, 10 adet 1 TL'lik bulduğunu söyledi. Bu eksik dünkü sayımda çekmecede unutulmuş/çekmeceye düşmüş bir para olabilirdi. O parayı da kasaya kilitleyip akşamı bekledik. Bu arada bir çuval bozuk para getirmiş olan fırıncı, kağıt 1.000 TL vererek bozuk para çuvalını alarak gitti. Kendisine getirdiği paranın 996 TL olduğunu söyledik. Zaten mahcup bir hali vardı, iyice mahcup oldu. 11 TL noksanın, 4 TL'si gitmiş, 7 TL'si kalmıştı.

Akşam olduğunda üşenmeden herkesin kasasını tek tek saydım. Sayımda sorun çıkmadı. Sonra kilitlediğimiz paraları da saydık ve o 10 TL'nin fazla bir para (önceki günkü sayımda sayılmayı unuttuğumuz) bir para olduğunu anladık. Önceki günkü kasa noksanını kapatarak, fazla olan tutarı kayıtlara aldık.

Otele dönerken huzurluydum. Eğer paraları kilitlemeseydim, o 10 TL'nin nereden gelmiş olabileceğini bilemeyecektik. En doğrusunu yapmanın verdiği keyifle odaya geldim. İnternette biraz takıldıktan, biraz tv seyrettikten sonra uyudum.

Cumartesi günü öğle vaktinde ancak uyanabildim. Aslında üstadların yanında bana bir eziyet gibi gelen haftasonu çalışmak fikrini aşarak, gün boyu bir elimde şubenin mizanı, bir elimde yeşil kalemim çalıştım. Pazartesi gününe hazır girebilmek için kendimi fazla kasmadan, rahat rahat inceledim.

Bu akşam, çok sevdiğim Erzincanlı arkadaşım Can'ın tavsiyesi üzerine Sefa Köfte'ye gitmeye karar verdim. Kolay bulurum sanıyordum ama köfteci şehrin mecburiyet caddesinin üzerinde değildi ve Can'ın tarifi üzerine Ziraat Bankası'ndan sola dönerek gitmeye çalıştığım köfteci için ümidimi kesmiştim. Tam birine sormaya hazırlanırken gördüm köfteciyi.

Önüme ince kıyılmış soğan getirdiler. Üzerinde maydonoz vardı. "Abi sumak ve pul biber var şu kaplarda, onlardan dök sen soğana, ben domates getireceğim. Ezme yapacaksın" dedi garson. Bolca baharat ekledim, ince doğranmış domatesi de ekleyince ortaya çok lezzetli bir görüntü çıktı. Acılı köfteleri yumuşacık yufkaya sarıp içine ezme de sürünce hayatımda yediğim en güzel köfteyi tatmış oldum. Köy yoğurduyla yapılmış ayran da cabası...

Güzel bir akşam yemeğinin verdiği moralle odama döndüm. Az sonra, kendimden beklemediğim bir çalışkanlıkla mizana devam edeceğim.

Sanırım Müfettişliğin ne olduğunu, bu kadar yeri tek başıma neden gezdiğimi, bu işin bana ne verebileceğini yeni yeni anlamaya başlıyorum.

3 Temmuz 2009 Cuma

Üzümlü/Erzincan

Aslında gideceğim yeri duyduğumda moralim bozulmuştu. Ankara’nın doğusuna gidecek 3-4 kişiden biriydim. Başkanlıkta, herkesin içinde, Başkan Bey Üzümlü dediğinde Erzincan’ın neresine düştüğü hakkında en ufak bir fikrim yoktu. “Merkeze çok yakındır” dedi toplantı bittiğinde yanına gittiğim Başkan Yardımcısı. “20 kilometre doğuda… Güzel bir yerdir, en güzel mevsimidir şimdi.” Morallenmiştim.

Uçağa bindiğimde Söke’ye gittiğim günleri hatırladım. Ancak çok geçmeden, uçak insanlarla doldukça, ortam İzmir uçağından farklı olduğunu hissettirdi. Çok sevdiğim ve Ankara’da eğitimde olmam dolayısıyla uzağında kaldığım mizah dergilerimi okumaya koyuldum. Üzerimde akşam yapacağım kasa sayımının gerginliği vardı ve atamıyordum.

Uçaktan indiğimde hayatımda gördüğüm en küçük havaalanında olduğumu gördüm. Gelen ve giden yolcular için küçük iki salon ve geniş bir pist, hepsi bu. Bir süre üstadı bekledim, sonra da yanaşan, o bilindik şube arabalarından birine binerek Erzincan’ın yolunu tuttuk.

Bir şeyler yiyip, Ekşisu’da dağlardan akan doğal maden suyundan tattıktan sonra Üzümlü’ye doğru yol almaya başladık. Üstad yol boyunca sayımda dikkat etmemiz gereken hususlardan bahsetti. “Bana üstadım demeyeceksin” diye talimat vermeyi de unutmadı.

Üzümlü’nün içlerine doğru girdikçe, gittiğimiz yerin küçücük bir yerleşim olduğunun farkına vardım. Her yerde bahçeler, dallardan sarkan kirazlar vişneler, evlere nazır ahırlar, sokaklarda traktörler… Sonradan Müdire Hanım’dan öğreneceğim üzere ilçenin nüfusu 6.500. Belediyenin hemen yanında da, o tanıdık, bildik, gördüğümde beni evimde hissettiren kırmızılığıyla Şubemiz.

İçeri girdiğimizde sahne heyecanını yıllar sonra yeniden yaşıyorum. Müdire Hanım’ın elini sıkıp hayatımda ilk kez “Teftişiniz hayırlı olsun” diyorum. Herkese bir heyecan geliyor.

Üstad bana “üstadım” diyor, telefonla başka bir üstad aradığında “çağrı üstadla para sayıyoruz” diyor. O şubeden ayrıldıktan sonra, şubede itibarımın yüksek olması için uğraşıyor.

Sayım öncesi herkesin önündeki çekmece şeklindeki kasaların anahtarlarını cebime alıyorum. İçinde para, imzalı boş fiş, hesap cüzdanı, vs. var mı diye sayım sonrası bakacağım. Aslında böyle küçük bir şubenin kasasının sayımı yarım saati geçmez. Ancak vakti zamanında ilçenin fırıncısı, çekinin ödenebilmesi için eksik kalan 1.000 YTL’lik tutarı hesabına bir çuval bozuk para karşılığı yatırdığı için sayımın biteceği saati kestiremiyorum. Çuvalı açalım dediğimde şube personelinin yüzünde “bu sayım nasıl bitecek?” bakışını görüyorum. Masanın üstü bozuk parayla dolup taşıyor. Herkes paraları cinslerine göre ayırıp, 10’lu şekilde üst üste diziyor. Önümde bozuk para kuleleri yükselip personelin elleri bozuk paraların kirinde siyaha döndükçe içlerinden fırıncı ve/veya benim hakkımda ne düşünüyor olduklarını merak ediyorum. “Bölgede bu paraları sayan makine vardır” gibi fikirler çıksa da mecburen diziliyor paralar.

Bozuk para dizme işlemi bitince üstad o anın fotoğrafını çekiyor. Masanın üstü tamamen bozuk paralarla dolu, masanın arkasında tebessüm eden Banka personeli. “Bunu teftiş anılarına yazacağım” diyor üstad. Serinin ikinci kitabında sanırım biz de yer alacağız.

Sayım sekize doğru bitiyor. Şubeden ayrılmamız sekizi çeyrek geçeyi buluyor. Hava kararmaya yüz tutmuş, içime yine o gurbet hissini düşürmüş. İlçede kalacak yer olmadığından, merkeze, Erzincan’a dönüyoruz. Dönüş yolunda Müdire Hanım ilçe hakkında bilgiler veriyor. İlçede o kadar az şey var ki, kahvehanesinden marketine hepsini sayısına kadar biliyor.

Kalacak bir yer arıyoruz. İlk günler hep zor geçer, nereyi görsem içime sinmiyor. Güzel bir otel buluyoruz ama orada da o akşam için yer yok; ancak ertesi gün girebileceğiz. O geceyi başka bir otelde geçirmek zorunda kalıyorum. Odama gelince elimi cebime atıyorum ve personelden topladığım banko vezne anahtarlarını cebimde görüyorum. Telaşeden çekmece kontrolünü unutmuşuz.

Akşam keyifsiz oturuyorum odamda. İnternete bakıyorum, televizyona. Aslında memnun değilim diyemem. Sonuçta fareli bir müfettiş lojmanı ya da öğretmenevinde değilim. Sıcaktan bunalıyorum, uyuyamıyorum. Gece 2 gibi dalıyorum uykuya.

Sabah ilk iş personelin çekmecelerine bakıp anahtarlarını teslim ediyorum. İhmalkarlığımı telafi ettikten sonra yerime geçiyorum.

Şubede tek kalmak güzel bir duygu; ancak herkesin bakışlarını üzerinizde hissediyorsunuz. Bir müşteri tanıştırıyor kendisini, Müdire Hanım’la da birazcık sohbet edip işe koyuluyorum. Zamanın nasıl geçtiğini anlamadan öğle vakti geliyor.

Bir süreliğine üstadı aramak için dışarı çıkıyorum. İnsanlar kahvede oturmuş zaman öldürüyorlar. “Selamünaleyküm” diyerek selamlıyorum onları. Onlar da “aleykümselam” diyerek karşılık veriyorlar.

Bir personel haftasonu yapılacak olan düğüne davet ediyor beni, bir diğeri bağda kiraz yemeye. Tekliflerini kibarca reddediyorum. Önce şubeyi tanımam lazım.

Hayat garip bir yer… Kendinizi hiç ummadığınız anlarda, kendisinin kucağında bulabiliyorsunuz.

28 Haziran 2009 Pazar

Pavluchenko

Igor Pavluchenko, polisler apartman kapısının önünde belirdiklerinde dairelerden birine hırsız girmiş olabileceğini düşündü. Saatlerdir elinde tutuyor olduğu bıçağı mutfak tezgahına bırakmak üzere pencerenin önünden ayrıldığında apartmana az önce giren polislerin kapısını çaldığını duydu. Anlaşılan bir hırsızlık olayı değildi bu. Karısının parçalanmış vücudundan sızan kanlarla boyanmış halının üzerine çekinmeden basarak kapıyı gitti. Bıçak hala avuçlarındaydı.

Kapıyı açtığında polislerden genç olanının gözlerinin faltaşı gibi açıldığını, diğerinin çabuk bir hareketle bıçağı elinden düşürmek için üzerine hamle yaptığını gördü. Olanlara bir anlam veremiyordu, "lütfen..." diyebildi sadece. Birkaç saniye içinde yere düşmüş, çenesini zemine çarpmıştı. Elinden düşen bıçağını bir poşete koymaya çalışan genç polis, suratına bir tükürük savurdu. Igor ne olduğunu anlayamaya çalışıyordu ki, polis kendisini saçlarından tutarak ayağa kaldırdı. "Nasıl yaptın bunu o... çocuğu? Söyle nasıl yaptın?" derken yüzünü, Irina Pavluchenko'ya doğru çevirmişti.

Irina'yla mahkemedeki işine girdikten sonra tanışmıştı. Irina'nın ev sahibiyle yaşadığı bir anlaşmazlık tanışmalarına vesile olmuştu. Duruşma boyunca, bu uzun boylu, buğday tenli kızı izlemiş olan Igor, onunla bir şekilde tanışmayı başarmıştı. Birkaç buluşmanın ardından da, onu kendisine aşık etmiş ve 10 yıldır sürdüregetirdikleri ilişkileri böylece başlamıştı.

Irina, Igor'un ilk aşkıydı. Belki onu bu kadar tutkuyla sevmesi, üzerine bu kadar titremesi bu yüzdendi. Canı sıkıldığında yanında olmaya çalışıyor, mutlu olduğunda onunla paylaşmadan edemiyordu. Hayatıyla ilgili ne varsa ona anlatıyor, dakikalarca, belki de saatlerce konuşuyordu.

Oysa Irina, Igor gibi değildi. Konuşmayı sevmiyordu. Bu yönü onu, hep bir parça gizemli kılıyordu. Tıpkı şu an yerde yatmakta olan, üzerindeki geceliği delik deşik olmuş, siyah saçları alnından sızan kanlarla topak topak olmuş kadın gibi bir şeyler saklıyordu. Onu bu kadar çekici yapan, bu bilinmezliğiydi.

Igor her şeyi hatırlıyordu. Eve geldikten sonra mutfağa girmiş, çıkardığı seslere uyanan karısıyla salonda karşılaşmış, ona bildiklerini, yeni farkına varmış olduklarını anlatmış, özür dilemiş ve bıçağı kadının narin vücuduna defalarca batırmıştı. Irina çığlıklar içinde can vermiş, Igor da kendisine başı ağrıdığı zamanlarda yaptığı gibi bir fincan kahve hazırlamıştı. Bir süre pencereden sokağı izlemiş, biraz uyuklamış, uyandığında da televizyonu açmıştı. Televizyonun saçtığı ışıkla aydınlanan odada, karısına bakmış, ona "böyle olmasını istemezdim ben de" gibisinden birkaç cümle kurmuştu.

Aslında her şey karısından şüphe duyması gerektiğini hissettiği an başlamıştı. Öncesinde mutlu bir evliliği olan, dışardan bakanların imrendiği bir adamdı. Gülümsüyor, etrafındakilere enerji veriyordu. Karısıyla katıldığı davetlerde bir beyefendi oluyor, sanki dünyanın en büyük piyangosunu kazanmış bir insan edasıyla geziniyordu. Sonra bir gün karısına sürekli mektuplar gönderen Marina adlı arkadaşının bir erkek olabileceğinden şüphelenmiş ve mektupların gönderildiği adrese kısa süreli ziyaretler yapmıştı. Karısının bu adreste yaşayan bir adamla ilişkisinin olduğunu öğrenmesi uzun sürmedi.

Irina ve ölüm bağdaştırılamayacak cinsten şeyler gibi gelmişti ona önceleri. Irina canlıydı. 10 yıldır her sevişmelerinde ona hayat dolu birisi olduğunu gösteriyordu. Ama yanıldığı bir nokta vardı. Irina zaman zaman ölüme benziyordu. Yaşadığı hayattan, dolaştığı sokaklardan kopuyor, yüzüne ölümün soğukluğu, ruhuna ölümün bilinmezliği çöküyordu. O gün kim olduğunu hiç bilmediği ve önemsemediği o adamın evinden çıkan kadına en çok yakışacak şeydi ölüm.

Irina bir kişi tarafından öldürülecekse, bu kişi hiç şüphesiz kendisi olmalıydı. Bu duygusal verilmiş bir karar, içinde büyümesine karşı koyamadığı bir tutku değildi, bir görevdi sadece. Bu işi pekala bir uzmana bırakabilirdi ama Irina bu dünyada son bir yüze bakacaksa, o yüz kocasının yüzü olmalıydı.

Ona "neden?" diye sormak geçmişti aklından. Ama sonrasında vazgeçmişti. Bir soruyla, yıllardır pek de konuşmayan karısı kendisini savunmak üzere saatlerce bitmeyecek bir konuşmaya başlayabilirdi. Hem konuşma sırasında kendisini suçlayacağından emindi, ki bu durumda Igor da kendisini savunmak üzere birkaç cümle sarf edecek ve tartışma uzayıp gidecekti. En güzeli, bu görevi ona pek de hissettirmeden yerine getirmekti.

Polislere olayın nasıl geliştiğini anlatırken, kusursuz cinayetini onlara tek nokta atlamadan aktarırken, ve hatta apartmandan çıkartılıp karakola götürülürken şaşkınlığı geçmemişti. 10 yıllık karısını öldürmek, haklı sebeplere dayandırdığında pekala en doğal hakkı olmalıydı. Anlam veremeyen bakışlarını evine çevirdi. İnce bir rüzgar saçlarını okşarken karısının yüzündeki ölgün bakışın sonsuza dek kaybolduğunu düşünüp gülümsedi.
28.06.2009
Ankara

4 Haziran 2009 Perşembe

Eski

Sadece bedenlerimizi değil, ruhlarımızı da ısıtabilmek için ailece aynı odada bulunmamızı gerektiren sobalı evimizde geçirdiğimiz yıllardan bir gündü. TRT, Adile Naşit’in cenaze töreninden birkaç kare göstermişti. O dönemde ölümü tam anlamıyla kavrayamayacak küçüktüm. Dolayısıyla üzülmüş olmam, aslında herkesi taklit etmemdendi. Oysa o gün, bütün üzüntümü unutturacak bir sonla bitecekti. Babam eve kucağında bir kutuyla gelecek ve “Bakın, size ne aldım!” diyecekti.

Ağabeyimle babam, adının video olduğunu öğrendiğim o küçük kutuyu akşam boyu kurcalamışlar, durup durup “ince ayar”, “reset” gibi kelimeler kullanmışlardı. Tamamı ile yabancısı olduğum bu kavramların, hayatımın bir dönemi boyunca en çok kullanacaklarım olacağını nereden bilebilirdim ki! Onları büyük bir merak ve sabırla öylece izlemiş, ertesi sabah ağabeyimle bir “videocu”nun yolunu tutmuştuk.

Ne çok film vardı bilmediğim! Neredeyse mahallemizin bakkal dükkânı kadar büyüktü içerisi. İlk kez gidiyor olmanın çekingenliğini hissetmeden, filmdeki birkaç kareyi ancak barındırabilen ambalajları tek tek incelemiş, hangisini seçeceğimi bilememiştim. Kasetlerin çok pahalı olduğunu düşünüp, belki de var olan tek hakkımı kullanıyor olduğuma inanıyorken “Merak etme” demişti ağabeyim. “Bunu iade edince, başka film de alırız.”

Hâlâ hatırladığımda yüzüme bir parça buruk tebessüm düşürebilmeyi başarabilen kişilerle de bu sayede tanıştım. Çok komik bir adam vardı, gülünce üst damağı, otuz iki dişi görünüyordu. Biraz saftı, biraz sakardı. “İnek Şaban” diyorlardı ona. Arada bir küfür ediyordu etmesine ama ne annem, ne de babam kızıyorlardı Şaban’a. Şakacı, şapşal bir hâli ama pırlanta gibi parıldayan, onu ekran karşısında izlerken içimizi ısıtan bir kalbi vardı.

Sonra ne iyi insanlardı şu Zeki ve Metin! Her filminde en az iki insana yardım etmezlerse gece rahat uyuyamıyorlardı. Gün geliyor peşinden bütün İstanbul’u gezdikleri bilete vuran büyük ikramiyeyi gözlerini kırpmadan kötü adamlara verip mahalleliyi kurtarıyorlar, gün geliyor çok sevdikleri ustaları kasabayı terk etmesin diye ona suda yüzen bir ev yapıyorlardı. Sonra bazen birbirlerine küsüyor, bazen kırılıyorlardı. Ama filmin sonunda olan bitene sünger çekip birbirlerine öyle sıkı sarılıyorlardı ki, ablam ağladığı belli olmasın diye banyoya koşuyordu.

Büyümüş, okullu olmuş, bütün kısıtlamalara rağmen filmlerimden kopamamıştım. Her birini defalarca kez izlemiş olmama rağmen filmleri videocudan kiralıyor, yahut da yayınlanacakları günleri öğrenip televizyonun başına geçiyordum. O dönemler evimizde tek televizyon olduğundan evdekiler de mecburen ailenin bu en küçük ferdinin seçimlerine ayak uyduruyor ve o filmleri izliyorlardı.

Pek çok çocuk gibi ben de Adile Naşit ile Münir Özkul’u evli sanırdım. Bazen turşu suyu yüzünden kavga edip ayrılıyorlar, bazen de her birinin üçer dörder çocuğu olmasına rağmen bir araya geliyorlardı. Ama sonunda mutlaka gülüyorlar, mutlaka gülümsetiyorlardı. O filmleri izlerken daha da iyi anlıyordum insanların Adile Naşit’in vefaatına neden bu kadar çok üzüldüklerini. Ağlarken bile gözlerinden ışık saçan bir melekti o!

Çocukluktan çıktığımda fark ettim ki, dünyanın en duygusal insanı Filiz Akın’mış, pek çok erkek ona tatlı sözler söylemek, kalbini çalmak için sıraya girerlermiş. Sahiden siyah beyaz filmlerde, yüzünün tatlı pembeliği gizlenmişken bile ne kadar güzeldi! Bu uğurda her birimiz birer Ediz Hun, Ekrem Bora olup, bir kadını tam da onların sevdiği kadar sevmeli, o kadına en az onların konuştuğu gibi tatlı tatlı konuşmalıydık. Aşkımız o kadar büyük olmalıydı ki, dünya üzerinde onu satın alabilecek hiçbir para, bizi sevgimizden vazgeçirebilecek hiçbir güç olmamalıydı.

Bu film nerede koptu bilmiyorum. Çekirdek bir ailenin, beş ferdini aynı paydada buluşturan, küçüğünden büyüğüne herkese hitap etmeyi başabilen yapımların sona ermesiyle evimize ikinci televizyon da girmiş oldu. Önce genç-yaşlı kutuplaştık, şimdi ise her odada bir televizyonumuz mevcut. Oysa şimdi, tam da o günün üzerinden yıllar geçmişken, bir şansımın daha olmasını ve babamın yine eve gelip bizi bir arada tutabilecek, içinde yerlerini –belki de– hiçbir zaman dolduramayacağımız o gülen yüzleri barındıran filmleri izleyebileceğimiz, bize o duyguları tekrar yaşatabilecek bir şeyler getirmesini çok istiyorum.

Uçan Balonlarım

Hayatımın hatırlayabildiğim ilk uçan balonunu üç buçuk yaşımdayken almışlardı ve elimden kaçıp gitmesi birkaç saniye sürmüştü sadece. Gökyüzüne doğru yükselmiş ve belirli bir noktadan sonra da gözden kaybolmuştu. O zamana kadar bana yaşatılan en büyük heyecandı bu. Düşeceğimden korktukları için koşmama, terleyip hasta olacağımdan korktukları için top oynamama, -hâlâ nasıl gerçekleştiğini bilmediğim bir şekilde- başıma güneş geçeceğinden korktukları için dışarıda uzun süre oynamama izin vermeyen ailem, balonum yükselirken ona doğru bakmama hiç ses çıkarmamışlardı. Onu doya doya izlemiştim.

Bir sonraki balonuma biraz daha iyi sahip çıktım. Bu sefer –yanılmıyorsam- bir on dakika kadar tuttum elimde. Ama onunla oynamak, onu gökyüzüne yükselirken izlemekle tamamlanmayınca anlamsız gelmiş ve onu yine bırakmıştım gökyüzüme. Her seferinde, çocukluğumun mavi renkte, tepesi neden olduğunu anlamadığım bir şekilde kötü kokan bordo renkli bir boyayla kaplı balonumun salına salına bulutlara yükselmesini keyifle izledim.

Hiç yaşamadığım özgürlüğümü yaşatıyorlardı bana balonlarım. Gökyüzüne çıkarken havayla dans ediyor, bulutlara ulaştıklarında onlara sarılıyor, akşam ay dedeyle konuşuyor ve patlamamak için yıldızların sivri köşelerinden kaçıyorlardı. Ben de her gece yatmadan önce, tıpkı balonlarım gibi gökyüzüne yükseldiğimi düşlüyor, pamuk pamuk bulutlara, beni beşiğinde sallar gibi kucağında uyutan ay dedeye dokunuyor ve bir parça daha özgür kalıyordum.

Sonra bir gün, kim olduğunu bile hatırlamadığım birisi, bana balonların belirli bir mesafeden sonra patladığını söyledi. İnanmamıştım. Balonlarımın hepsinin yukarıda bir yerde yanyana dizilip beni beklediğini biliyordum çünkü. Sonra bir kişiden daha duydum aynı şeyi. Annem de babam da doğruladılar bunu. Balonlar, gerçekten patlıyordu. Yine de inanmadım. Madem patlıyorlardı, neden onları elimden kaçırdığım yere düşmüyordu parçaları…

Artık büyüdüm. Balonların, içlerine doldurulan ve havadan daha hafif olan bir gaz yüzünden uçtuklarını ve belli yüksekliğe ulaştıktan sonra da artan basınca dayanamayarak patladıklarını biliyorum. Ama yine de, balonlarımı gökyüzüne bıraktığım yerlerde dolaşırken parçalarını göremeyince gülümsüyorum. Ve biliyorum ki, hâlâ bir parça özgür, bir parça çocuk içim.
27.09.2006

27 Mayıs 2009 Çarşamba

183

efendim üst katınızdan sesler gelir, önce basit bir kavga gibi görünür, daha sonra sesler artar...

bir süre sonra bir kadının ağlama çığlıklarını, feryatlarını ve bir erkeğin azarlamalarını duyarsınız. yaklaşık 15 dakika karışmamakta fayda var dersiniz ama daha sonra kadının ağzından "yarım saattir beni dövüyorsun" feryadını duyarsınız ve daha fazla dayanamaz üst katın ev sahibini ararsınız.

ev sahibi tüm apartmanın mülk sahibidir aslında, o yüzden sizi de tanır. durumu anlatırsınız "kimse müdahale etmiyor, üstelik kadın yaklaşık yarım saattir dayak yiyor" dersiniz. ev sahibi ise "nott ben bir şey yapamam, onların özel daireleri sonuçta" der. "kapıcıya haber verseniz bir çıksa en azından, bakın durum ciddi olmasa sizi aramazdım ama yarım saattir yukarıda bir kadın şiddet görüyor" dersiniz, "benim problemim değil" der. "iyi günler" der ve telefonu kapatırsınız.

psikolojiniz duyduğunuz kadın feryatları yüzünden alt üst olmuştur. orada onun yerinde kendinizin olabileceği düşüncesini sürekli sizi kapıya doğru iter ama hiçbir şey yapamazsınız. çünkü siz de bir kadınsınızdır, üstelik kimsenin "aman teyze sen dur çekil kenara" diyebileceği yaşlarda bir kadın değil. aksine "sana ne be!" cevabı alacağınız bu kadar netken yukarı çıkıp bu şiddet uygulayan yaratığın kapısına dayanamazsınız.

işin daha da kötüsü bu apartman da o kadar çok daire vardır ki... sizden yaşça büyük olan ve sözleri daha çok dikkate alınabilecek konumda olan o kadar insan vardır ki... hiçbiri ses çıkarmaz. tüm apartman bu seslerle yankılanır ama hiçbiri ses çıkartmaz.

sesler kesildiğinde neden polisi aramadım diye kendi kendinizi yersiniz. o an aklınıza gelmemiştir evet. ama gelse bile çok iyi bilirsiniz ki korkudan arayamazdınız. ailenizden uzakta başka bir şehirde, üstelik şehrin oldukça dışında bir apartmanda yalnız yaşayan bir kadınken daha sonrasını düşünerek korkardınız. ve hayatınızdaki en kanınıza dokunan korkmalardan biri olurdu bu.

"Türkiye'de kadın olmak" sözcükleri aklınızdan geçer elleriniz duyduğunuz feryatların etkisiyle titrerken ve bu denli bir duyarsızlık tüylerinizi ürpertirken.

(bkz: 183 alo şiddet hattı)

Not: İşbu yazı itusozluk yazarı nott tarafından kaleme alınmış olup şu adreste sergilenmektedir.

26 Mayıs 2009 Salı

Muaz

Geçen gün apartmanımızın asansöründe bir zenciyle karşılaştım. 20 yaşında, Nijeryalı, Muaz adında bir delikanlı. TÖMER'de dil öğreniyormuş, alt komşumuzmuş. Hacettepe'de Tıp okuyacakmış. "Biz de üst katta oturuyoruz, bir şey lazım olursa çal kapımızı" dedim. "Hem bizim buralarda Nijeryalıları çok severler. Uche, Okocha, Amokachi" diye de ekledim. Sonra da eve dönünce anneme anlattım. Meğerse çocuğu tanıyormuş, hatta bütün site tanımış. Olay şöyle gerçekleşmiş.

Muaz kardeşimiz banyo yapmak için içeri girmiş, ama banyoda kilitli kalmış. Evde de kimse olmadığından bir iki saat beklemiş, sonra da banyonunun dışarıya bakan küçücük penceresinden avazı çıktığı kadar bağırmış. Annemler ve karşı komşumuz evde olmadığından sesini karşı bloklara kadar ulaştırmak zorundaymış ve bunu başarmış. Pencereye çıkan teyzeler, Muaz'ı görmüşler ve polisi arayıp "Bir Arap bağırıyor karşı binada" diye ihbarda bulunmuşlar. Polis gelmiş. Türk polisimiz Muaz'ın zenci olabileceği ihtimalinden çok, banyoda zehirlenmekte olan, şohbenden çıkan dumanın etkisiyle yüzü siyaha dönmüş birisi olduğunu düşünmüş. Kapıları kırarak içeri girmişler. Muaz'ı görünce ne hissettiler bilemeyeceğim ama komşuların alkışları arasında Nijeryalı kardeşimize özgürlüğünü iade etmişler.

Garibim de Nijeryalardan gelip, bütün sitede meşhur olmuş...

15 Mayıs 2009 Cuma

Dirayet

•7 yaşındayken babasını kaybetti ve yetim kaldı. yalnız ve içine kapanık biri olarak yaşamaya, oradan oraya sürüklenmeye başladı.
•8 yaşında okuldan alındı ve köyde yaşadı. zamanını tarlalarda kargaları kovalayarak geçirdi.
•10 yaşında, -yüzü kanlar içinde kalacak şekilde- okulun yeni hocasından dayak yedi. ailesi onu okuldan aldı. korku ve sinirden 3 gün evinden çıkamadı.
•17 yaşında yaşında, hayalindeki okulun istediği bölümü için gerekli not ortalamasını tutturamadı.
•24 yaşında tutuklandı, günlerce sorguya çekildi. 2 ay tek başına bir hücrede hapis yattı.
•25 yaşında sürgüne gönderildi.
•27 yaşında, kendisinden bir yaş büyük meslektaşı kendisinin de üyesi bulunduğu derneğin çalışmaları ile kahraman ilan edilirken, kendisi hiç önemsenmiyordu. doğduğu şehrin merkezinde rakibi törenlerle karşılanırken, o kalabalık arasında yalnız başına olanları izliyordu.
•30 yaşında kendisi başka şehirleri düşman elinden kurtarmaya çalışırken, doğduğu şehir düşman eline geçti.
•30 yaşında, amiri onu kendisinden uzaklaştırmak için, başka göreve atanmasını sağladı. yeni görevinde fiilen işsiz bırakıldı. aylarca boş kaldı.
•37 yaşında böbrek hastalığından viyana’da 2 ay yalnız ve hasta yattı.
•37 yaşında, komutan olarak yeni atandığı ordu dağıtıldı.
•38 yaşında, savunma bakanı tarafından görevinden alındı.
•38 yaşında, bir toplantıda giyebileceği bir tek sivil elbisesi bile yoktu. ve başkasından bir redingot ödünç aldı.ayrıca cebinde sadece 80 lirası vardı.
•38 yaşında kendisi için tutuklama kararı çıkartıldı.
•38 yaşında, en yakın beş arkadaşından üçü, onun kongre temsil heyetine üye olmaması için oy kullandı.
•39 yaşında idam cezasına çarptırıldı.
•42 yaşında T.C. Cumhurbaşkanı oldu.
İtü sözlük yazarı Punkmanifestosu tarafından kaleme alınmıştır.

11 Mayıs 2009 Pazartesi

Anneler Günü

1991 senesinin yazı… Ailece tatile çıkma hazırlıkları içerisindeyiz. 9 yaşında bir çocuk için hazırlık diye bir şey yok gerçi. Senin için bavulunu hazırlayan birileri var. Sen sadece apartmandaki çocuklarla tatile gitmeden önce daha kaç maç yapabilirim onu hesaplamaya, tatile gittiğinde orada nasıl arkadaşlıklar kuracağına kafa yoruyorsun, o kadar.

Gitmemize birkaç gün kalmış, belki iki belki üç. Arka bahçede top oynuyorum. Bir ambulansın sesi yırtıyor duyduğumuz bütün gürültüleri. Babam iniyor aşağıya, abim ve birkaç komşu… “Sen oyna” diyorlar bana. Ne olduğuna anlam veremiyorum. “Ablan evde, sen çıkarsın eve” diyor abim. Kafamda soru işaretiyle oyuna dönüyorum. Sonra bir komşumuzun “anneni hastaneye götürdüler, sen hala oyun oynuyorsun” dediğini duyuyorum. Kalbimde, yıllarca dönem dönem kendisini hissettirecek olan o kuş kanat çırpmaya, nefesimi kesmeye, göğsümü sıkıştırmaya başlıyor. Yaşım henüz 9…

Ziyaretçiler geliyor eve, bir sürü akraba. Konuşulan şeyler bir çocuk için yeterince karanlık. Anjiyo, röntgen, tomografi ve tınısı bir o kadar korkunç bir sürü şey… Birkaç oyuncak çıkartıyorum, iskambil kağıtlarından fal bakıyorum. Falı bitirirsem “annem dönecek” sanıp seviniyorum, bitmezse kartları yeniden karıyorum.

Birkaç haftadır hastaneye gidip geldiklerini hatırlıyorum. Önemli bir şeyi olmadığını düşünmüşler hep. Beynindeki damarlardan birisi çatlamış ve aslında olan bitenin önemli bir şey olduğunu öğrenmişler.

Telefonla konuşulanlara hep kulak misafiri oluyordum. Benim duymamı istemediklerinden, onları dinlediğimi fark ettiklerinde “sen burada mısın? Hadi odana git sen” diyorlardı. Ben de oyun oynuyor, televizyon izliyor gözüküp dinlediğimi hissettirmiyordum. Duyduğum kadarıyla konuşamıyor, yürüyemiyor, sol kolunu oynatamıyordu.

Onu görmek istiyor, bazı geceler bunun için ağlıyordum. Hastaneye çocukları almadıklarından, daha önce hastaneye giden çocuklardan birinin hastalık kaptığından bahsedip vazgeçiriyorlardı beni. Bir yakınımız “ben annemi 9 aydır görmedim, ne yapalım şimdi?” demişti bir keresinde. “Nerede ki senin annen” demiştim. “Sivas’ta” demişti o da. “Otobüsle gidip görebilirsin” demiştim ben de. “Ama ben göremiyorum ki…”

Doktorlar ölümü evde gerçekleşmesin diye yatırmışlar hastaneye. Çocuklarının gözü önünde ölmesin diye… Annem ölmedi. Eve belki ancak 8 ay sonra dönebildi ve döndüğünde asansörü olmayan apartmanda 3. kata çıkabilmesi saatlerini aldı. Öğretmendi ama uzun süre kalem tutamadı, bana derslerimde de bir daha hiç yardım edemedi. Beraber gezmeye çıktığımızda benim kadar hızlı yürüyemedi ve gezmenin en keyifli yerinde hep çabucak yoruldu. Ama ölmedi… Bizimle kaldı.

İlk anneler gününde hep beraberdik. Hastaneden döndükten birkaç hafta sonraydı yanılmıyorsam. Yüzlerimizde sonsuz tebessümler, kalplerimizde ailece yaşadığımız dramın burukluğu vardı. Yaşam çok acımasızdı, her an ummadığınız bir şey sizi alt üst edebiliyordu. O günden sonra hep o korkuyla yaşayacaktık.

Hastalığının ardından, 42 yaşında emekli oldu. Bir daha iş hayatına dönemeyecekti. Bunu da hemen kabul etmek istemedi. Eve geldikten bir-iki sene sonra bir dershaneye öğretmen olabilmek için başvurdu. Görüşmeye gitmesine yardımcı oldum. Merdivenleri, bu kez eve geldiğinden daha hızlı, ama yine de zorlanarak çıktı. Eline tutuşturulan formu felçli sol eliyle yarım saatte doldurabildi. En son hangi kitabı okuduğunu bile hatırlayamadı. Ona yardım etmemi de istemedi. “Sizi ararız” dediler; ancak bir daha bizi hiç kimse aramadı.

O günden sonra zamanının çoğunu evde geçirmeye başladı. Bacağını rahat hareket ettiremediği için toplu taşım araçlarının hiçbirisine yardımsız binemiyor, dışarı çıkmak için mutlaka birinin yardımına ihtiyaç duyuyordu. Bir keresinde ayağı takılmış ve yere düşüp kaşını yarmış, bir keresinde de kolunu kırmıştı. Kaşını yardığında yanında ben de vardım, ilkokulumdan karnemi almış eve dönüyorduk. Bütün derslerim 5’ti, bana bu yüzden dondurma almıştı. Dondurma yemekle meşgul olduğum için ellerinden tutamamış, koluna girememiştim. O karnem, halen kanlar içinde durur kütüphanemde bir yerlerde.

Dün beni dünyaya getirdikten sonra kutladığımız 27. Anneler Günü’ydü. Hatırladığım kadarıyla ayrı geçirdiğimiz ilk anneler günü… Kaybetme korkusuyla, kişiliğime yerleşmiş o tedirginlikle geçirdiğim, kalbimdeki kuşun kanat çırpmaktan vazgeçmediği, kırılganlıkla geçen yıllardan sonra yine bir anneler günü… Hüzünle, buruk bir mutlulukla geçen anneler günü…

20 Nisan 2009 Pazartesi

Rüya

Kendi halinde bir insandı. Hayata karşı hiçbir zaman büyük bir heyecanla yaklaşmaz, her şeyi olduğu gibi, olduğu kadar kabul ederdi. Roller biçerdi hayat insanlara. Herkes, aynı durumla karşılaştığında birbirlerine yakın, ortalama tepkiler verirlerdi. İşten atılınca üzülür, sevgili bulunca sevinir, ayrılık yaşadıklarında yine üzülürler ve hayat bir şekilde akıp giderdi. O, ortalamadan sapan insanlardan biri değildi.

“Aslında sen güzel bir kızsın” demişti bir keresinde bir arkadaşına. Kızın yüzündeki mutlulukla karışık o garipsemeyi görünce de “ben senden hoşlanıyorum galiba” demişti. Çok önemli değildi aslında hiçbir şey gibi, o yaşadıkları an da. Hayatta bir kez yaşanabilecek, yıllarca unutulmayacak, acıları hiç geçmeyecek türden bir an değildi. İçinde ılık bir heyecan hissetmiş, kalbi birazcık titremiş, kızı dudaklarından öpmek istemişti ve bu, o an için her şeye değerdi.

Birkaç hafta sonra, başka bir şehirde buluştular. Yaşadıkları yerden hiçbir iz taşımayan, sokakları, insanları, kaldırımları farklı bu şehirde öpüştüler. Bu şehirde dokundular birbirlerine. Bu şehirde, bir an için bile olsa, taşıdıkları kimliklerden, önyargılarından, acılarından utançlarından, kabuk bağlamaya yüz tutmuş yaralarından sıyrılıp seviştiler. Sabahların, beraber kahvaltı yapmanın, bisiklete binmenin, temiz havayı solumanın ancak böyle sevişmelerin sonunda güzel olduğuna kanaat getirdiler.

Aşk, kaç sefer yaşanmış olursa olsun hep çok yeniydi. Bir gözlerine bakıyordu, bir dudaklarına… Konuşurken ellerini oynatmasına, mimiklerine, yüzünün bir bakışta fark edilmeyecek ayrıntılarına sonra… Ve her seferinde bu taze duygu karşısında ne kadar yabancı olduğunu görüyor, gülümsüyordu.. Kız okuduğu kitaplardan, sevdiği müziklerden, hiç gitmediği ama hep gitmek istediği yerlerden, düne kadar inanmadığı masallardan bahsederken o, kendi sesinden onun hikâyesini dinlediği için şanslı sayıyordu kendisini.

Birkaç hafta sonra bitti hikayeleri. “Beni artık arama” dediğini duydu kızın. Nedenini hiç sormadı ona. Belki sıkılmıştı, belki de ona aynı heyecanı verecek başka birisini bulmuştu. Fazla önemsemedi. Çünkü yaşadıkları hiçbir anın, hayatta sadece bir kez yaşanabilecek türden anlar olduğuna inanmıyordu. Yeni insanlar tanıyacak, yeni ruhlar sevecekti. Yine bilmediği bir şehirde, bilmediği bir kadınla sevişecek, onunla güneşin batışını seyredip kayıp giden bir yıldızda dilek tutacaktı. Onu da, hayatına bir vesileyle girmiş bütün kadınları hatırladığı gibi
tatlı bir his ve buruk bir tebessümle hatırlayacaktı.
Bakırköy/İstanbul
20.04.2009

17 Nisan 2009 Cuma

Fatsa-Bakırköy

Fatsa’dan kurtulmak için gün saydığım günlerin birinde, İstanbul’da görevlendirildiğim yazısını aldım. Beklentilerim doğuda, başka bir küçük ilçede görevlendirileceğim yönündeydi. Bu duruma çok sevindim.

Pazar gecesi Ankara’dan çıkıp Varan Turizm’in molasız aracıyla vardım İstanbul’a. Ataköy’de ayırtılmış yerime yerleştim.

Salonda bira şişeleri ve içi izmarit dolu bir küllük karşıladı beni. Ev arkadaşlarım uykudaydı. Onları uyandırmadan odama girdim.

Oda dediğim yer, penceresi apartman boşluğuna bakan, karanlık bir hücre. Bir yatak var, yanında orta büyüklükte bir dolap… İçeriye iki kişi sığmaz, öyle bir miktar da boş alan. Umursamıyorum. Çok daha kötüsünü gördüm. Başımı yastığa koyar koymaz da uyuyorum.

Uyanıp Maslak’a, Genel Müdürlük binasına geçiyorum. Abimle bir günlüğüne de olsa aynı binada çalışacağız.

Üstad oldukça karizmatik, uzun boylu ve yakışıklı. Korgan’daki kötü Müfettiş Odası’nın aksine, oldukça rahat bir odadayız. Bir ara abimi ziyarete gidiyor, üstadla öğle yemeği yiyorum. Akşam da başka bir şubeye kasa sayımına gidiyoruz ve saat 22.30’a kadar da bitiremiyoruz. Bu sayım sadece pratik edinmemiz için, asıl sayım ertesi gün gerçekleşecek.

Lojmana on bir gibi geliyoruz, Ataköy’de o saatte aç kalıyoruz. Ev arkadaşlarım da sigara ve içki yüzünden kavga ediyorlar. Soğukkanlılığımı gösteriyor, ortamı sakinleştiriyorum. Ertesi sabah ben uyurken barıştıklarına şahit oluyorum.

Salı günü, kasa sayımı öncesi boşuz. (bkz: hoca yok, ders boş). Bakırköy’e gidiyorum. Etrafı dolaşıyorum. Akşam kasasını sayacağımız şubeye de bakıyorum. Birkaç personel dışarıda sigara içiyor, varlığımdan habersiz. Yüzümü fazla göstermiyorum, dükkanları, müzik evlerini geziyorum. İşe yarar bir şey yok, tünele gideceğim ama zaman müsait değil. Uykusuz alıp, bir çay bahçesinde çok sevdiğim Fırat’ı okuyorum. Şapşal çocuğa gülümsüyorum.

Kasa sayımı gergin geçiyor. Aslında bu gerginliği yaratan da benim. Yüzüm hiç gülmüyor, her daim sert bakıyorum. Genç bir müfettiş olmak zor, etrafımda trilyonlar kazanan bir İstanbul Şubesi’nin personeli var. Varlığımız bazılarını rahatsız ediyor.

Sayım sonrası lojmana geri dönüyorum. Ev arkadaşlarımla biraz sohbet edip yatıyorum.

Hani ilk gördüğünüz an “işte bu aradığım şey. Onsuz olamam, yaşayamam. Elleri ellerimde ne kadar da güzel durdu, kucağıma kim bilir nasıl da yakışacak” dediğiniz gitarlar olur ya. İşte öyle bir gitar buluyorum. 4.000 TL diyor adam. İkinci eli bu üstelik. Moralim ciddi ciddi bozuluyor. Asla sahip olmayacağım şeylere heveslenmekten, rahatlıkla başarabileceğim şeyler konusunda özgüvensiz kalmaktan ve ikisinin arasındaki farkı anlayamamaktan nefret ettiğim gerçeği vuruyor yüzüme. Başka bir dükkanda daha ucuza bir gitar bulsam da, o saatten sonra gözüme hiçbirisi güzel gözükmüyor.

Devre arkadaşlarımla buluşuyoruz, Beyoğlu’nda bir yere oturup sohbet ediyoruz. Zaman o kadar keyifli geçiyor ki, bir süre sonra içimde kendini “bu kadar eğlenebildiğime göre, kesin bir şeyler ters gidiyor” hissiyatıyla belli eden bir hüzün beliriyor. Taksim’den minibüse binip Ataköy’e dönüyorum. Ev arkadaşlarıma gitarı alamadığım için ne kadar üzüldüğümü anlatıyorum.

İnternette yaptığım araştırmalar, birkaç eş-dost tavsiyesi sonucu Ashton marka bir akustik almanın uygun olacağı kanısına varıyorum. Züğürt tesellisidir bu belki de, kim bilir…

12 Nisan 2009 Pazar

27

Yirmi yedi yaşında, ağır yaralı bir ruh benimkisi. Çocukluktan kalma, pas tutmuş yaralar... Hala sıcak, hala kanıyor her dokunulduğunda.

Kırmızı bir halının üzerinde serili oyuncaklarım. Ben koltuğun üzerinde oturmuş seyrediyorum onları. Neden aldığım hiçbir soluk yetmiyor yaşadığımı hissetmeme hala ve neden henüz bir çocukken bile öğrenemedim yetinmeyi? Küçücük geliyor dünya, koca koca adımlar atıyorum, başımı çevirdiğimde gördüğüm şey hala terk etmeye çalıştığım aynı hüzün...

Yirmi yedi yaşında, soluk yüzlü bir bedenim. Yüzümde kimseden esirgemediğim gülüşüm, güldükçe kısılan belki de incecik kalan gözlerim... İçimde tükenmişlikler, içimde ölümler, içimde soykırımlar...

Gittiğim her yere yabancıyım sanki. Sanki bana benzeyen hiçbir şey yok gördüğüm yüzlerde. İnsanlar sıcak, insanlar samimi... Bense soğuk, rüzgarın gürültüyle estiği terk edilmiş bir limanım ve izliyorum bütün yoksunluğumla onları.

Yağmurda sırılsıklam olmuş bir çocuk parkıyım. Salıncakların üzerinde yağmur suları birikmiş... Biliyorum ki çocuklar bir süre daha gelmeyecek, bir süre daha kocaman bir sükûnet içinde öylece kalacağım.

İçimde fırsatını bulsam ölesiye döveceğim insanlar listesi birikiyor, ki bunların hiçbirisini gerçekte yakından tanımıyorum. Yine de hepsi temiz bir dayağı hak ediyorlar sanki. Zaman zaman çeşmeden akan ılık suyun altında ellerimdeki kanı, o sıcak, şarap rengi insan kanını yıkamak istiyorum.

Küskünüm... Hayatın beni sürüklediği yere, çocukluğuma, ilk gençlik yıllarıma... Bahçesinde top oynadığımız için bana tokat atan o tanımadığım adama, ödevimi yapmadığım için elime cetvelle vuran ilkokul öğretmenime, annemi henüz çocuk yaşta benden -bir süreliğine de olsa- alan, babamı delikanlılığa adım attığım yıllarda benden uzaklaştırana da... Kalbim tortu yığını, kan akacak yer bulamıyor. Soluksuz kaldığımı, hareket edecek alanımın kalmadığını hissediyorum. "Neden?" şu dünyada cevabı olmayan sorulardan...

Bu hafta kendime yeni bir gitar alıp hayatı hiç tutamadığım bambaşka bir köşesinden yakalamak üzere...

Ufukcan'ın Anısına

Altı sene kadar öncesi. Üniversiteye yeni başlamışım. Hayat yeni yeni sorumluluklar yüklemiş omzuma ama hala eve geldiğimde, apartmana girmeden önce, çocukluğumda top koşturduğum arka bahçeden gelen çocuk seslerini duyunca "kimler var?" diye göz atmadan geçmiyor, ve eğer on üç yaşından büyük kimsenin bulunmadığı ortamda Halilcan ve/veya Ufukcan varsa, maça boyuma posuma bakmadan, köşesinden katılıyorum. Maçta da derdim kalbimi fethetmiş bu iki afacana bir şekilde gol attırmak. Gol atınca dünyalar onların oluyor, koşup çakıyorlar, gülüşüyorlar, yüzlerinde o mutluluğu görüyorum.

Ufukcan dokuz yaşındaydı. Bir gün annesine "Işığa bakamıyorum" demeye başlamış. Televizyon izleyemiyor, bilgisayara bakamıyormuş. Birkaç hafta gidip geldiği doktorlar hastalığı teşhis edememişler. En son bir kulak-burun-boğaz uzmanı beyninde bir tümör olduğunu tespit etmiş. Teşhisin ertesi günü de ufaklık hasteneye kaldırıldı.

Hastanede ameliyatı bekleyen dokuz yaşında bir çocuğu ziyaret etmek, ona dünyanın hala toz pembe olduğunu göstermeye çalışmak, içler acısı halini gördükçe gülümsemek zorunda olmak ne demek bilir misiniz? Ben biliyorum.

Gelen herkes oyuncaklar almış. Bir tanesi bir denizaltı getirmiş, bir düğmeye basınca plastikten bir füze fırlatıyor. Ufukcan ise o kadar yorgun ve başı dönmüş şekilde yatıyor ki, gözleriyle o füzenin yatağın üzerinden diğer yatağa gidişini takip edemiyor. "Çok yormayalım seni" diyor sonra oyuncağı getiren, belki de öyle bir oyuncak getirdiği için mahcup da oluyor. "Aslan oğlum" diyor babası, "ne güzel oyuncaklar getirmişler" diyor annesi. Ufukcan da başına geleni anlamıyor, zaman zaman gülümsüyor, zaman zaman da kafasının içindeki lanetin etkisiyle gözleri kısılıyor, boynu düşüyor.

Ertesi gün ameliyat oluyor Ufukcan, minicik kafasının içinden çıkartıyorlar tümörü. Kötü huylu çıkıyor tümör ve ameliyatın ardından kemoterapiye başlıyorlar.

Benimle yaşıt bir abisi vardı, adı Kiper'di. Bir gün Ufukcan bize bilgisayar oynamaya geldiğinde futbol oyunundaki "goal keeper"ı görüp "Keeper yazıyor ya, benim abimin adı o" demişti. Abisini çok seviyordu, abisi de onu. Doktorların kendisine Ufukcan'ın "belki de iyileşemeyebileceğini" söyledikleri gün yıkılmıştı. İki kişi kolundan tutarak çıkarmışlardı odasına, eminim ki aldığı sakinleştiricilerle de saatlerce deliksiz uyumuştu. Babasının saçları bembeyaz kalmıştı, annesi birkaç ay içinde on yıl yaşlanmıştı.

Kimseyi üzmek istemezdi Ufukcan oysa ki. Küçücük bir kalbi vardı. "Okula ne zaman gideceğim?" diyordu en fazla. Kemoterapilere göğüs geriyor, yorgun düşse de annesinin "az kaldı oğluşum" sözleriyle tutunuyordu hayata.

Birkaç ay sonra çıktı hastaneden ama durumu iyi değildi. Ona meyve suyu alıp ziyaretine gitmiştim. Yataktan hiç çıkmamıştı. Hasta bir çocukla ne konuşulur ki? Çok sevdiği Galatasaray'dan, yeni gelen oyuncaklardan bahsetti. Yeni arabalarını işaret etti, elime aldım "çok güzelmiş. Sen biraz iyileş oynarız" dedim. "Şimdi oynayalım mı?" dedi. Bir tanesini verdim, yatağın üzerinde sürdü biraz.

Ufukcan'ın saçları ve kaşları dökülmüştü. Ona çok "kıyak" bir şapka almışlardı, başından hiç çıkarmıyordu. Bir akşam Halilcan'la bize bilgisayar oynamaya geldiğinde de şapkasını hiç çıkarmamış, uzak kaldığı çocukluğunu bir parça da olsa yaşamaya çalışmıştı.

Bir süre sonra okula da gitmeye başladı. Okul onun için sadece arkadaşlarını görmek için gittiği bir etkinlikti. Yine de çok mutluydu. Sabah arkadaşlarıyla sıraya giriyor, yanındaki arkadaşının elini tutup okuldan içeri giriyor, sınıfına gidiyordu.

Okula gitmeye başlayalı birkaç hafta olmuştu ki yine güçten düştü ve yatağa düştü. Eriyip gitmiş, zaten zayıf olan çocuk, bir deri bir kemikten ibaret kalmıştı. Ümit kesilmişti artık, beklemek gerekiyordu.

Ufukcan 2002 senesinin Kasım ayında vefat etti. Küçücük bir kefene sarılıp toprağa verildi. Annesi "toprağın altında üşümeyecek mi benim çocuğum?" diye ilk kez o gün ağladı. Pek çoğumuz bu kadar küçük bir çocuğun ölümüne ilk kez o gün şahit olduk. Ben hayatımda ölüme en çok o gün lanet ettim.

Ölümünün ardından ailesi mahalleden taşındı. Onlara her gün oğullarını , yaşadıkları acıları, o zor günleri hatırlatmayacak başka bir eve yerleştiler. Eski komşularının çoğuyla -biz de dahil- hiç görüşmediler. Belki evdeki eski eşyaları, masaları, lambaları değiştirdiler. Ama biliyorum ki, yine de her gün akıllarına hiç olmadık anlarda düşüyor.

O günün üzerinden yıllar geçti. O sevimli afacanı hatırladığımda aklıma en çok bir anı geliyor.

Arka bahçemizde top oynuyoruz. Kalede Halilcan var, topu tutuyor, oyuna sokacak. Ama başını yana çeviriyor, oradan gelen birini görmüş olacak ki topu saklıyor. Oynamıyormuş gibi bekliyor. "Ne oldu?" diyorum, cevap vermiyor. Halilcan'da o tedirginliği yaratan adam giriyor bahçeye sonra, "oynamayın demedim mi ben?" türünden bir laf ediyor. Ben "neden oynamasınlar" diyorum. Adam, apartmanda görse selam vermeyen alt komşumuz. Beni çocukların arasında görünce şaşırıyor. "Arabaya geliyor top, hasar veriyor" diyor. Ben topu gösterip "plastik top mu zarar veriyor?" diye karşılık veriyorum. "İçi toz oluyor arabanın" diyor sonra. "Camlarınızı açık mı bıkarıyorsunuz?" diyerek üsteliyorum. Sonra da "Hem benim çocukluğum da bu apartmanda geçti. Biz hep burada top oynadık, kimse rahatsız olmadı sizin gibi. Hem çocuklar gidip başka yerde mi oynasınlar, uzaktaki parka mı gitsinler, yoksa ön tarafta yolun kenarında mı oynasınlar?" diye de hırçınlaşıyorum. "Siz hangi dairede oturuyorsunuz?" diyor adam bozularak. "8 numaradayım" diyorum. Tabirin hakkını verircesine "götün götün" uzaklaşıyor adam bahçeden. Bütün çocuklar "aslansın Çağrı Abi" diyerek sevinç çığlıkları atıyorlar.

Ufukcan da aralarında. Sevinçten gözleri ışıl ışıl parlıyor...

9 Nisan 2009 Perşembe

Evlilik

"yeni evli bir çift vardı. evliliklerinin daha ilk aylarında, bu işin hiç de hayal ettikleri gibi olmadığını anlayıvermişlerdi. aslında birbirlerini sevmiyor değillerdi. son zamanlarda o kadar sık olmasa da, evlenmeden önce sık sık birbirlerini çok sevdiklerine dair ne kadar da dil dökmüşlerdi. ama şimdilerde, küçük bir söz, ufak bir hadise aralarında orta çaplı bir kavganın çıkasına yetiyordu. bir akşam oturup ilişkilerini gözden geçirmeye karar verdiler. her ikisi de, boşanmayı istememekle beraber, işlerin böyle gitmeyeceğinin farkındaydılar. erkek, "aklıma bir fikir geldi" dedi. "bahçeye bir ağaç dikelim ve eğer bu ağaç üç ay içinde kurursa boşanalım. kurumaz da büyürse bunu bir daha aklımızdan geçirmeyelim. bu süre içinde de ayrı ayrı odalarda kalalım." bu ilginç fikir hanımının da hoşuna gitti.ertesi gün gidip bir meyve fidanı aldılar ve birlikte bahçeye diktiler. aradan bir ay geçti.bir gece bahçede karşılaştılar.her ikisinin de elinde içi su dolu birer bidon vardı."

1 Nisan 2009 Çarşamba

Fatsa-Samsun Çarşamba Havaalanı

Geçen cuma yurdumun dört bir tarafının ilginçliklerle dolu olduğunu anlamış bulundum. Fatsa'dan Samsun Havaalanına giderken bile sizi gülümseten, dünyanın pek çok ülkesinde -belki de- göremeyeceğiniz garipliklerle karşılaşmanız olasıymış.

Fatsa Birlik'teki adam "abi havaalanına kadar bırakırız seni, merak etme. Buradan Metro'nun araçları geçiyor. Sen altı gibi gel, hallederiz canım abim" demişti bana. Saat altıda oradaydım, adam gitmişti. Kapısı da kilitli... "Şu köşeden geçiyor metronun servisleri" dedi oradaki başka bir adam. Çıktım Sahil Yolu'na, Ordu'dan, Giresun'dan, Trabzon'dan gelen araçların arasında metronun servislerini aramaya kolyuldum. Köşede bir servis durdu, şoföre sordum "abim 10 dakikaya kalkıyoruz, seni sapakta bırakırız" dedi. Bindim, içerde benden başka da iki bayan var. Servis dolmaya devam etti, bir 20 dakika geçti ama serviste hareket yok. Tam "doluyor artık, yavaş yavaş hareket ederiz artık herhalde" derken, birden herkes indi servisten, yoldan geçen başka bir servise bindiler. Ben de indim peşlerinden ama "sen kal abi, bunlar Ünye'ye kadar gidecek" dedi şoför. "Seni bindireceğim şimdi." Adama uçağa yetişmem gerektiğini söyleyince “gel abi, bindirelim seni” dedi. Karşında gelen bir şehirlerarası otobüse el kaldırdı. “Hoop! Birader…” diye de bağırıyor arada. Adam durdu, kapıya yaklaştık. Bir elini sırıma koydu, bir eliyle de göğsüme vurarak “aha bu abi havaalanına gidecek, sapağa kadar alsanız bunu, olur değil mi?” diye seslendi şoföre. Şoför “bak yoldan alıyoruz, bir iş gelmesin başımıza” deyince de “yahu sen bana güven, ben al diyorum” diye karşılık verdi. Eliyle göğsüme vurmayı sürdürerek.

Firma yanılmıyorsam Yalçınlar ya da Karayıldız gibi bir şeydi. İsmini unutmuş olabilirim ama kokusu hala aklımda. Eskimiş, oturduğunuzda sırtınızı dövercesine acıtan, rahatsız koltuklar, otobüsün içine aydınlatmaya yetmeyen, sarı, ölü ışıklar… Yolda bir de kaza atlattık ki, sapakta indiğimde temiz havayı tekrar soluduğuma şükrettim.

Sapakta taksiler var, havaalanı 10 TL. “Çok yazık oldu abi, vatansever bir adamdı” dedi taksici. Muhsin Yazıcıoğlu’ndan bahsediyor. “Allah rahmet eylesin.” Taksi komşusununmuş, yardım olsun diye işletiyormuş, aslen bakkalmış.

21.25’te kalkması gereken Samsun-Ankara uçağı, iki saat rötar yapıyor. O iki saat geçmek bilmiyor. Havaalanında tatsız bir tost, acı bir kahve içtikten sonra baş ağrımın geçmesini bekliyorum. Birkaç dergi alıyorum, içinde bir karikatüre kahkahalarla gülüyorum.

“Kız tavlama taktikleri” türünden bir başlığı var karikatürün. Bir tip çizmişler, tipe dış ses taktik veriyor. Diyor ki, “karizmatik olunmaz, karizmatik doğulur”, tipleme üzülüyor. Sonra “ama seni de karizmatik yapabiliriz” diyor dış ses. Seviniyor tipleme, ümitleniyor. “Önce git bi’ tıraş ol, bu sıra keller moda. Saçların bu haldeyken ..tüme benziyor.” diyor dış ses. Tipleme saçlarını kestiriyor ama yanları kestirmemiş, üst kısmı kazıtmış. Dış ses “Bu ne be? Kel ol dediysek Ziraat Bankası veznedarı mı ol dedik? Tamamen kazıt!” diye fırçalıyor dış ses. Gerisi önemsiz, zaten en çok buraya gülüyorum. Aklıma şimdiye kadar gezdiğim şubelerdeki onlarca insan geçiyor, tespitin doğruluğunu takdir ediyorum.

Uçakta yanıma bir başka bankacı düşüyor. Yol sohbet ederek geçiyor. Havaş’ta annemler alıyor beni ve saat altıda Fatsa’da başlayan yolculuğum, gecenin ikisinde yatağımda son buluyor.