Size beş yıl kadar önce, kim olduğumdan bahsetmeye
kalksam lise arkadaşlarımdan, müzik tutkumuzdan, annemin
hastalığından, babamın depresyonundan, aile dramlarımızdan, çocukluğumdan,
hayallerimden, büyük bir yazar olmak istediğim günlerden, ideallerimden
bahsederdim. Şimdi o günleri düşündüğümde bile hatırladığım kişi ben değilmişim
gibi geliyor.
Bir aynanın karşısında, son
düğmesine kadar ilikli gömleğinin yakasına geçirdiği kravatını sıkıştıran adam,
ben, büyük bir bankanın müfettişi… Elinde bavul, sırtında bir bilgisayar
çantası... Ütüsü bozulmasın diyene bavuluna özene bezene yerleştirdiği
gömlekler, yolda akıp da çamaşırlarını batırmasın diye kat kat poşete koyduğu
şampuanı, sabunu, diş fırçası… Bir başına çalışan, bir başına yaşayan, en güzel
yemekleri tek yiyen, en güzel yerleri tek gezen adam, ben! Gittiği her yerde
geçici olduğunu bilen, kalıcı dostlukları unutan, aidiyet duygusunu kaybeden…
“Hepsi sizin kendi seçiminiz”
demişti. Henüz ikinci görüşmemizdi. Kafamdaki onlarca soruya anlam bulmaya
çalışıyordum ve bu söylediği aslında yerli yerinde oturduğunu sandığım bir
şeyleri de harekete geçirmiş, içimdeki dengeleri bozmuştu.
Nasıl olur da böylesine büyük
bir yalnızlık insanın kendi seçimi olabilir bilmiyordum. Öğrencilikten
çıkmıştım, işsizdim. Kapısını çaldığım her yerden geri dönüyor, yavaş yavaş
askerlik için gün sayıyordum. Bir akşamüzeri abim aramış ve sınavı kazandığımı
söylemişti. O sırada bir kütüphanenin sonbahar soğuğunda, ders çalışmaya ara
vermiş, biraz ısınmak için termosumdaki çaydan içiyor, bir yandan da o çok
sevdiğim adamın çok sevdiğim bir şarkısını dinliyordum. Kütüphane solcu
Başbakanlardan birinin mahallesine muhtemelen yağcılık olsun diye açılmış, beş
kişinin istihdam edildiği ve bir tek benim istifade ettiğim bir kütüphaneydi.
Abimden gelen o telefondan sonra kütüphaneye ben de bir daha uğramadım.
Güzel bir takım elbise, güzel
bir kravat… Parlak ayakkabılar, kol düğmeleri… “Müfettiş Bey”ler, “üstat”lar…
Sizi en yakın arkadaşlarınızın arasında bile artık başka hissettirmek için
çabalayan onlarca şey… Hepsi bir bir başınıza gelirken ne de kolay
kabullendiğiniz bir değer, henüz tam manasıyla anlamlandıramamışken benliğinize
dahil ettiğiniz, sanki yıllardır öyleymişsiniz gibi hissettiğiniz bir unvan…
Sonra bir sabah kötü bir
Müfettiş lojmanında uyanış… Soğuk banyoyu ısıtsın diye kapısına kadar
dayadığınız elektrikli sobanın sıcağında alınan duş… Akşamları herkes evinde
güzel yemekler yerken, çocuklarıyla aileleriyle gülüşüp eğlenirken o lojmana
tek başına dönüş, televizyon ya da bilgisayar karşısında öldürülen saatler…
Hayatın her saniyesini ıskalarken o günlerin de geçeceğine, çok güzel günlerin
geleceğine beyhude bir inanç…
Kocaman bir yemek salonundayım.
Fatsa’da, bundan dört yıl kadar önce… Kışın ortası, kötü bir Salı akşamı… Tek
müşteri benim, salonun girişine, sahneden mümkün olan en uzak noktaya
oturmuşum. Salonda belki de elliye yakın masa var, hepsi boş. Ancak sanki her
an hepsine bir müşteri gelebilirmiş gibi hazır bekletiliyor. Tabaklar konulmuş,
yanlarında çatallar bıçaklar… Bezden peçeteler katlanmış, tabakların ortalarına
yerleştirilmiş. Sahnede ellili yaşlarında bir müzisyen amca uduyla bir şeyler
çalıyor. Otelin sahibi en ön sırada oturmuş, amcayı izliyor. “Huysuz ve Tatlı
Kadın”ı çalıyor amca… Zihnimde kim bilir hangi kavgaları veriyorum o dönem,
şarkı iyiden iyiye koyuyor. Önümdeki yemek bitsin, bitsin de bir an önce odama
çıkayım, biraz da orada boş boş oturayım istiyorum. Şarkı bitince otel sahibi
alkışlıyor. Alkışı kocaman, boş salonda yankılanıyor.
Söke’de bir oteldeyim. Resepsiyondaki
adama “geç saatlere kadar çalmam ama gitar sesinden rahatsız olan olursa bana
söylersiniz” demişim daha ilk gün. Saat geç olunca koymuşum gitarımı kılıfa, koyu
kırmızı halıfleks kaplı o kötü odada, duvarın en köşesine, neredeyse tavana
monte edilmiş küçücük ekran bir televizyona bakıyorum. Sadece sekiz kanal
çekiyor. Adetim değildir ama yalnızlıktan olsa gerek bir Türk dizisindeki aile
saadetlerine odaklanmışım. O sırada yan odadan inleme sesleri geliyor. Kadın
çığlıklar atıyor, adamın hırıltıları odamın içine doluyor. Büyük bir
rahatsızlık hissediyorum. Resepsiyondaki adama otele girerken geç saate kadar
gitar çalmakla ilgili söylediğimi hatırlıyorum. Kendimi kocaman bir aptal, saf,
enayi hissediyorum. Sanki sevişmeleri bittikten sonra odalarından çıkıp bana
güleceklermiş gibi geliyor yan odadakiler. Sabah resepsiyondaki adamın yüzüne
bakamıyorum. Evimi özlüyorum.
Onunla yeni tanışmışız.
Arkadaşlarıyla oturuyoruz. Onlara benden bahsederken “evi yok, sürekli geziyor”
diye bahsediyor. Bu gerçeği ilk kez birinden duymak acı veriyor. En son ev gibi
hissettiğim bir yer hatırlamaya çalışıyorum, bulamıyorum. Kendi evime
gittiğimde başımı yastığa koyduğumda hissettiğim şeylerin bile “ev” gibi
olmadığını hissediyorum. İçlerine kocaman bir hayatı serip, şampuanımı
raflarına yerleştirip, parfümümü, kitaplarımı, bilgisayarımı bir parçası haline
getirip işim bittiğinde toparlanıp orayı bulduğum gibi, bomboş bırakıp gittiğim
her sefer, aidiyet hissini parça parça bıraktığımı düşünüyorum o otel
odalarında, Müfettiş Lojmanlarında.