24 Aralık 2013 Salı

Soruşturma Kafası

Kitap okuyamıyorum. Bu dönem bendeki soruşturma kafası... Kucağıma açtığım dizüstü bilgisayarımda oyalanıyorum. Dağıtılan kekten almadım, kahvem her zamanki gibi acı...

Otobüsün aniden fren yapmakta olduğunu fark ediyorum. Bir sis bulutunun içindeyiz. Yolun şeritlerini bile burnumuzun dibine gelmeden görmüyoruz. Hızla girmişiz ya sise, sanki her an bir şeye çarpacakmışız gibi asılıyor frene şoför. Korkuyorum.

Geçen Aralık 6 yıl oldu. Düşünüyorum da bu ilk değil aslında. Torosların türbulansı, Sivas-Yozgat arası gizli buzlanma... Zonguldak-İzmit otoyolunun bilmemkaçıncı kilometresinde bel hizasına tırmanmış, yol kenarında uyarı levhalarını bilek hizasına çekmiş karın üzerinde gitmeye çalışan bir otobüs... Gevaş-Van yolundaki silahlı adamlar sonra...

Bolu'dayız işte, otobüs sisin içinde makul bir hız yakaladı. Önümüzdeki aracın arka lambalarını takip ediyoruz. Gıcıklığı bana ya, onu da sollamaya çalışıyor şoför. Hatta sonrasında karşısına çıkan aracı da, sonrakini de... Zaman zaman orta şeritte gittiğini görüyorum, zaman zaman yol çizgilerinin otobüsün göbeğini ince ince doğradığını...

Garip bir korku yaşadığımı fark ediyorum. Neden? Korgan-Fatsa yolunun karanlığında önümüzü kesen pancar motoru, Fatsa-Samsun yolunda biz onu sollayacakken sollamaya çıkan kamyon, gezip gezip ölmek için Safranbolu-Eflani yolunun orta şeridini bulmuş yabandomuzu bile korkutmamıştı.

O an hatırlıyorum. 2009 Temmuzunu... Karayazı'yı...

Biliyorum, artık benim de kaybetmekten korktuğum bir şeyler var.


17 Aralık 2013 Salı

Gerçekten Özleyince

Neye yenildim bilmiyorum, garip bir mağlubiyet bu. Soğuk mu, kış mı? Hep bir şekilde hüzün veren Ankara mı?

Yüzüm gülmüyor. İçimde gittikçe hırçınlaşan bir şeyler var. Bazen masamda duran her şeyi, onlarca ifade tutanağını, yüzlerce belgeyi yerlere savurmak geliyor içimden. İnsandan çıkartamadığımı onlardan, kağıt parçalarından almak istiyorum. Bazense hiçbir şey söylemeden, öylece masamdan kalkıp gitmek, bir daha dönmemek üzere gitmek istiyorum. 

Belki o zaman ısınır kemiklerim. Çözerim kravatımı hem. Kösele tabanları çıkartırım ayağımdan. Öylece yürürüm.

Biliyor musun ben aslında hep gitmek istedim. Buralar dardı bana, söylemişlerdi. Dinlemedim. Kaldım hep. Sürprizi olmayan sonlar hazırladım kendime. Kalemimi bile küstürdüm kendime. Sustum. Benim olmayan savaşlar verdim. Cepheye koştum bir mühür...

Keşke satın alınabilseydi de zaman gelseydim sana. Biliyorum, huzurlu bir uyku, bolca tebessüm var yanında. Şimdi bir oda, bir göz bandı. Zifirilerden bir karanlık örtülüyor üstüme.

"Üzgünüm" demişti rüyamda bir melek. 50'li yılların Amerikan aktörlerine benziyordu. "Zaman doldu". Ölüyordum ben, zaman olmadı, belki unuttum, anlatamadım. Artık kabus bile rutin. Korkunun da tadı yok.

Dönmek gerek...

28 Haziran 2013 Cuma

Şükran

Karacaahmet... Hiç gitmedim, yerini bile bilmiyorum. Karşıda olduğunu duydum, o kadar.

Vapurla geçiyoruz karşıya. Yaşamak için bu şehri seçtiğime memnun olduğum anlardan biri bu. Keyifli bir deniz yolculuğu, aklımda cenaze yok.

1955 devresi... Benden kabaca 50 yıl kıdemli. Zülfikar Türker Üstad.

3 cenaze aynı anda kalkacak, 3 musalla taşı var. Kimler üstadın yakını bilemiyoruz. Bir tek bizler, aynı ocakta, ondan 50 yıl sonra çalışmaya başlayan meslektaşları takım elbiseliyiz.

Yanımıza birisi gelip "afedersiniz, siz Müfettiş misiniz?" diye soruyor. Üstadımızmış. Yanında da başka bir üstadımız var, Metin Selçuk. Tanışıyoruz.

"İlk üstadımdı benim" diyor Metin Üstad. Refakatine verildiği ilk günleri anlatıyor. Anılarını paylaşıyorlar bizimle, rahmetli üstadın zaman zaman yaptığı çıkışlardan tebessümle bahsediyorlar. Aralarındaki sohbetten, 50 yıl içinde refakat sohbetlerinde çok fazla bir şeyin değişmemiş olduğunu görüyorum. Bir ocak bu, herkes aynı kazandan içiyor.

Namazı müteakip üstadın defnedileceği yere yürüyoruz. Üstümüzde deli bir sıcak, üzerimizde takım elbiselerimiz var.

Kalbimin çarptığını hissedip sıcağa yormak istiyorum. Ama biliyorum, korkuyorum.

Mezarbaşında insanlar ağlıyorlar. İçli içli Kuran okuyor hoca efendi. Tabut açılıyor, kefen toprağa veriliyor.

Sık sık arkamı dönüyorum, sık sık bu anı hayatım boyunca hiç yaşamadığımı fark edip korkuyorum. Sevdiklerimi düşünüyor, onlara sahip olduğum için ne kadar şanslı olduğumu hissediyorum. Beni bir oğul olarak doya doya görmeye ömürleri yetti, şimdi koca olarak görecekleri için mutlu oluyorum. Belki bir gün baba olarak görmelerini de arzuluyorum. Yine de bembeyaz kefenin üzerine dökülen toprak tanelerinin kalbimin üzerine örtüldüğünü hissetmeden duramıyorum. Üstadın torunu, -belki de gelini, inanın hiç bilmiyorum- ağlıyor. Ben daha çok korkuyorum.

Belki bu kadar etkilendiğimi çevredekiler hissetmedi, defin işleminden sonra da hiçbir şey olmamış, sanki az önce belki de insan hayatının en etkileyici, en çarpıcı anlarına tanıklık etmemişiz gibi gerisingeri yürüyoruz aynı yolu, ayrılıyoruz mezarlıktan. Yine işten, yine sabit görevlerden, teftişten konuşarak.

Bir yumru kalıyor boğazımda. Ne mutlu annem, babam, ablam, tam da o akşam İstanbul'a, evimizi görmeye geliyorlar. Koca bir aileyiz artık. Akşam onlara koca koca sarılıyorum. 6 kişi beraber gülerek, sohbet ederek yediğimiz akşam yemeği için şükrediyorum.

Kimbilir belki bir gün, benim cenazemde de benden yıllarca kıdemsiz arkadaşlar olacak, bugünleri, bu satırları birilerinden işitecek ve içlerinde garip bir huzur, garip bir şükran duygusu hissedecekler.

Unutmamalı; her insan ölecek yaştadır.

13 Haziran 2013 Perşembe

Koza

Sarı ve lacivert iki oturaktılar. Belki o dönem boyları belime yükseliyordu, şimdi belki dizime varmaz. Ters çevirince kova oluyorlar, tüm oyuncaklarımı içlerine alıyorlardı.

Demirleri gıcırdayan, eski bir somyamız vardı, onun altında dururlardı. "Dikkat et" derdi annem onları yerlerinden her çıkartışımda. "Somyanın telleri elini kesmesin"

Tüm dünyamın sıkıştığı iki küçük oturaktı onlar. Üzerine döküldüğü halının sınırlarını hiç taşmayan oyuncaklarım...

Arabalar giderdi o halının üzerinde, küçük oyuncak adamlar yürürdü. Yollar kurardım, köprüler yapardım. Ne bir ağaç kesilirdi, ne de bir canlı incinirdi. Boylu boyunca sürerdim halıda o arabaları.

Büyüdükçe iki küçük oturağa sığmaz oldu dünya. Karanlıkları var, zahmeti var. Korkuları, pişmanlıkları var. Ölüsü, dirisi var. Bazen iyi sandığın kötü çıkıyor, bazen yendim sandığın seni yeniyor. Yenileniyor, asla bilmiyorsun sınır nedir? Nerede başlar, nerede biter?

Başka bir otel odası... Önümde yine karanlık yollar. Çok gezdim, artık sanki biliyorum. Tüm insanlar öyle ya da böyle birbirine benziyor. Artık sokağa çıkıp onları tanımak istemiyorum. Tanımam gerektiği kadarını tanıdım, sevebileceğim kadar sevdim onları. Bitti...

Artık küçük bir kozanın içine iki kişi girmek, orada ölmek istiyorum.

16 Mart 2013 Cumartesi

Pasaj


Size beş yıl kadar önce, kim olduğumdan bahsetmeye kalksam lise arkadaşlarımdan, müzik tutkumuzdan, annemin hastalığından, babamın depresyonundan, aile dramlarımızdan, çocukluğumdan, hayallerimden, büyük bir yazar olmak istediğim günlerden, ideallerimden bahsederdim. Şimdi o günleri düşündüğümde bile hatırladığım kişi ben değilmişim gibi geliyor.

Bir aynanın karşısında, son düğmesine kadar ilikli gömleğinin yakasına geçirdiği kravatını sıkıştıran adam, ben, büyük bir bankanın müfettişi… Elinde bavul, sırtında bir bilgisayar çantası... Ütüsü bozulmasın diyene bavuluna özene bezene yerleştirdiği gömlekler, yolda akıp da çamaşırlarını batırmasın diye kat kat poşete koyduğu şampuanı, sabunu, diş fırçası… Bir başına çalışan, bir başına yaşayan, en güzel yemekleri tek yiyen, en güzel yerleri tek gezen adam, ben! Gittiği her yerde geçici olduğunu bilen, kalıcı dostlukları unutan, aidiyet duygusunu kaybeden…

“Hepsi sizin kendi seçiminiz” demişti. Henüz ikinci görüşmemizdi. Kafamdaki onlarca soruya anlam bulmaya çalışıyordum ve bu söylediği aslında yerli yerinde oturduğunu sandığım bir şeyleri de harekete geçirmiş, içimdeki dengeleri bozmuştu.

Nasıl olur da böylesine büyük bir yalnızlık insanın kendi seçimi olabilir bilmiyordum. Öğrencilikten çıkmıştım, işsizdim. Kapısını çaldığım her yerden geri dönüyor, yavaş yavaş askerlik için gün sayıyordum. Bir akşamüzeri abim aramış ve sınavı kazandığımı söylemişti. O sırada bir kütüphanenin sonbahar soğuğunda, ders çalışmaya ara vermiş, biraz ısınmak için termosumdaki çaydan içiyor, bir yandan da o çok sevdiğim adamın çok sevdiğim bir şarkısını dinliyordum. Kütüphane solcu Başbakanlardan birinin mahallesine muhtemelen yağcılık olsun diye açılmış, beş kişinin istihdam edildiği ve bir tek benim istifade ettiğim bir kütüphaneydi. Abimden gelen o telefondan sonra kütüphaneye ben de bir daha uğramadım.

Güzel bir takım elbise, güzel bir kravat… Parlak ayakkabılar, kol düğmeleri… “Müfettiş Bey”ler, “üstat”lar… Sizi en yakın arkadaşlarınızın arasında bile artık başka hissettirmek için çabalayan onlarca şey… Hepsi bir bir başınıza gelirken ne de kolay kabullendiğiniz bir değer, henüz tam manasıyla anlamlandıramamışken benliğinize dahil ettiğiniz, sanki yıllardır öyleymişsiniz gibi hissettiğiniz bir unvan…

Sonra bir sabah kötü bir Müfettiş lojmanında uyanış… Soğuk banyoyu ısıtsın diye kapısına kadar dayadığınız elektrikli sobanın sıcağında alınan duş… Akşamları herkes evinde güzel yemekler yerken, çocuklarıyla aileleriyle gülüşüp eğlenirken o lojmana tek başına dönüş, televizyon ya da bilgisayar karşısında öldürülen saatler… Hayatın her saniyesini ıskalarken o günlerin de geçeceğine, çok güzel günlerin geleceğine beyhude bir inanç…

Kocaman bir yemek salonundayım. Fatsa’da, bundan dört yıl kadar önce… Kışın ortası, kötü bir Salı akşamı… Tek müşteri benim, salonun girişine, sahneden mümkün olan en uzak noktaya oturmuşum. Salonda belki de elliye yakın masa var, hepsi boş. Ancak sanki her an hepsine bir müşteri gelebilirmiş gibi hazır bekletiliyor. Tabaklar konulmuş, yanlarında çatallar bıçaklar… Bezden peçeteler katlanmış, tabakların ortalarına yerleştirilmiş. Sahnede ellili yaşlarında bir müzisyen amca uduyla bir şeyler çalıyor. Otelin sahibi en ön sırada oturmuş, amcayı izliyor. “Huysuz ve Tatlı Kadın”ı çalıyor amca… Zihnimde kim bilir hangi kavgaları veriyorum o dönem, şarkı iyiden iyiye koyuyor. Önümdeki yemek bitsin, bitsin de bir an önce odama çıkayım, biraz da orada boş boş oturayım istiyorum. Şarkı bitince otel sahibi alkışlıyor. Alkışı kocaman, boş salonda yankılanıyor.

Söke’de bir oteldeyim. Resepsiyondaki adama “geç saatlere kadar çalmam ama gitar sesinden rahatsız olan olursa bana söylersiniz” demişim daha ilk gün. Saat geç olunca koymuşum gitarımı kılıfa, koyu kırmızı halıfleks kaplı o kötü odada, duvarın en köşesine, neredeyse tavana monte edilmiş küçücük ekran bir televizyona bakıyorum. Sadece sekiz kanal çekiyor. Adetim değildir ama yalnızlıktan olsa gerek bir Türk dizisindeki aile saadetlerine odaklanmışım. O sırada yan odadan inleme sesleri geliyor. Kadın çığlıklar atıyor, adamın hırıltıları odamın içine doluyor. Büyük bir rahatsızlık hissediyorum. Resepsiyondaki adama otele girerken geç saate kadar gitar çalmakla ilgili söylediğimi hatırlıyorum. Kendimi kocaman bir aptal, saf, enayi hissediyorum. Sanki sevişmeleri bittikten sonra odalarından çıkıp bana güleceklermiş gibi geliyor yan odadakiler. Sabah resepsiyondaki adamın yüzüne bakamıyorum. Evimi özlüyorum.

Onunla yeni tanışmışız. Arkadaşlarıyla oturuyoruz. Onlara benden bahsederken “evi yok, sürekli geziyor” diye bahsediyor. Bu gerçeği ilk kez birinden duymak acı veriyor. En son ev gibi hissettiğim bir yer hatırlamaya çalışıyorum, bulamıyorum. Kendi evime gittiğimde başımı yastığa koyduğumda hissettiğim şeylerin bile “ev” gibi olmadığını hissediyorum. İçlerine kocaman bir hayatı serip, şampuanımı raflarına yerleştirip, parfümümü, kitaplarımı, bilgisayarımı bir parçası haline getirip işim bittiğinde toparlanıp orayı bulduğum gibi, bomboş bırakıp gittiğim her sefer, aidiyet hissini parça parça bıraktığımı düşünüyorum o otel odalarında, Müfettiş Lojmanlarında.

Ahmet Turan Gülel Üstadımızın Teftiş Kurulu Toplantısı Konuşma Metni (Sapanca)

Sayın Genel Müdürüm, Yönetim Kurulunun Sayın Üyeleri, Değerli Teftiş Kurulu Başkanım ve Başkan Yardımcılarım ve mensubu olmaktan her zaman büyük onur duyduğum Teftiş Kurulunun Değerli Üyeleri,

Sözlerime başlamadan önce, hepinizi saygıyla selamlıyorum.

İsmim Turan Gülel. Ziraat Bankası Teftiş Kurulunun en kıdemli üyesiyim. 1977 yılında, 22 yaşında başladığım Müfettişlik mesleğini, kısa dönem askerlik dışında aralıksız olarak tam 33 yıldır sürdürüyorum. Müfettişliği seviyorum.

Müfettişliğin artılarının eksilerinden daha fazla olduğunu düşünüyorum. Ve mesleğimi 33 yıldır bıkmadan usanmadan ve hala büyük bir keyif alarak yapıyorum.

Genel kanı, Ziraat Bankası Müfettişliğinin çok zor bir meslek olduğu yönündedir. Oysa Ziraat Bankası Müfettişliği sanıldığı kadar zor değildir.

Ben bu konuşmamda, Ziraat Bankası Müfettişliğinin ne kadar KOLAY olduğunu anlatmak istiyorum.

Ziraat Bankası Müfettişi olmak o kadar kolaydır ki. Önce üniversiteyi bitirir, sonra yazılı ve sözlü sınavları kazanır ve Ziraat Bankası Müfettiş Yardımcısı olursunuz.

İşte bu kadar kolaydır, Ziraat Bankası Müfettiş Yardımcısı olmak.

Siz Müfettiş Yardımcısı olarak çalışmaya başladığınızda, aileniz de büyük bir sevince gark olur. Babanız ve anneniz çocuklarıyla gurur duymaktadır. Yaşınız henüz 23 - 24’tür. Üstatların yanında gittiğiniz şubelerde size Müfettiş Bey veya Müfettiş Hanım diye hitap edilmektedir. Hayat çok güzeldir. Siz yaşama sevinci ile dolusunuzdur.

Refakat döneminden sonra, nezaret teftişlerinizi de tamamlar ve yaklaşık 2 yıl içinde resen teftişe çıkarsınız. Yine bu dönemde evlenirsiniz. Hayat artık daha da güzeldir. Eskiden tek başınıza gittiğiniz teftişlere, eşinizle birlikte gidersiniz. Gittiğiniz yerlerde güzel günler geçirir, güzel hatıralar edinirsiniz.

Yeterlik sınavından önce veya hemen sonra ilk çocuğunuz, yaklaşık iki yıl sonra da ikinci çocuğunuz dünyaya gelir. Artık ailenizle gidilecek yerler konusunda daha seçicisinizdir. Ancak yine de birlikte gitme imkanı olan yerlere, ailenizle birlikte gidersiniz. Turne bitip de kış programı için evinize döndüğünüzde, bir dolu güzellikler yaşamış ve bir çok dost edinmişsinizdir.

Müfettişliğin en güzel dönemleri, kuşkusuz kış programlarıdır. Evinizin bulunduğu yerde görev yaptığınız kış ayları, en rahat olduğunuz aylardır. Tabi arada istisnalar da olur. Sizin akşam için bambaşka bir program yaptığınız bir gün, saat 4 civarında Başkanlıktan bir talimat gelir. Uzak bir ilçedeki şubede acilen soruşturulması gereken bir olay meydana gelmiştir. Ertesi sabah görev yerinde olup duruma el koymanız ve soruşturmaya başlamanız gerekmektedir. Hemen masanızı toplar, otobüs biletinizi ayırtır ve evinize gelirsiniz. Apar topar yemeğinizi yer ve valizinizi hazırlamaya başlarsınız. Siz valizinizi hazırlarken; biri 3, diğeri 5 yaşında olan çocuklarınız, kocaman gözlerle sizi izlemektedirler. Çocuklarınıza sarılır, tombul yanaklarından öper, eşinizle vedalaşır ve elinizde valiziniz, kapıdan çıkarsınız. Apartman kapısından çıktığınızda hava soğuk, ayaz ve karanlıktır. Köşeye kadar yürür ve durup geriye bakarsınız. Eşiniz, biri kucağında, iki çocuğunuzla balkondan size bakmaktadır. Onlara son bir kez el sallar, paltonuzun yakasını kaldırır ve gecenin ayazında, karanlığında kaybolursunuz. Boğazınıza bir yumruk tıkanmış gibi hissedersiniz. Şimdi taksiyle otogara gidip otobüse binecek ve daha önce hiç bilmediğiniz, yerini sadece haritada gördüğünüz bir ilçeye doğru 15-16 saatlik bir otobüs yolculuğu yapacaksınızdır.

İşte bu kadar kolaydır, Ziraat Bankası Müfettişi olmak.

Bu yaşananlar öyle yoğun bir duygudur ki.. Diyelim ki böyle bir akşamda otogara gittikten sonra, görevin iptal edildiği haberi gelsin ve Müfettiş evine geri dönsün. Yine de o akşam yaşanan duygu yoğunluğunun hakkı kolay kolay ödenemez.

Sonuçta, gittiğiniz yerde gece gündüz çalışır, soruşturmanızı tamamlar ve tekrar evinize dönersiniz.

Elbette Müfettişlikte her sahne bu kadar dramatik değildir. Yukarıdaki tablonun tersine, Müfettişliğin sağladığı güzel ve neşeli enstantaneleri daha çok yaşarsınız.
Örneğin, her yıl mayıs ayında evinizde yaz programının heyecanı başlar. Hele bir de programınızda, turistik veya özelliği olan güzel yerler varsa (ki genelde olur) heyecanınız, mutluluğa dönüşür.

Haziran ayında, programınızın en güzel şubesine (diyelim ki Marmaris veya Ürgüp ya da Edirne veya Çeşme Şubesine) gitmek üzere, hazırlıkları yapar, eşyalarınızı arabanıza yükler, eşiniz ve çocuklarınızla birlikte güzel bir yaz sabahı evinizden yola çıkarsınız.

Herkesin içinde tatlı bir heyecan vardır. Keyifli bir yolculuk yapar ve gideceğiniz yere ulaşırsınız. Siz sayımları yaparken, lojman hazırlanır. Ve ertesi günden itibaren yepyeni bir yerde, yepyeni bir yaşam başlar. Çocuklarınızın ve sizin yıllarca unutamayacağınız harika bir yaz geçirirsiniz.
Yıllar geçtikçe, Müfettişliğin ne kadar sıra dışı bir meslek olduğunu daha iyi anlarsınız. Öyle bir meslek ki; maddi yönden tatmin edicidir, elinize görece iyi bir ücret geçer. Manevi yönden tatmin edicidir, çevrenizden daima saygı görürsünüz. Müfettişlik, ego tatmininin en yüksek olduğu mesleklerden biridir.

Yine yıllar geçtikçe anlarsınız ki; her mesleğin kendine göre artıları ve eksileri vardır. Müfettişliğin artılarının, eksilerinden çok daha fazla olduğunu görürsünüz. Sürekli yeni yerlere gider, yeni insanlarla tanışır ve yeni dostluklar kurarsınız. Türkiye’nin her yerini çok iyi bilirsiniz. Her yer hakkında, yaşanmışlıklara dayanan, söyleyecek sözleriniz, anlatacak hatıralarınız vardır.
Gittiğiniz yerlerde en yakın arkadaşlarınız Hakim, Savcı ve Kaymakamlar olur. Özellikle, küçük bir ilçeye gitmişseniz, Hakim, Savcı ve Kaymakam için Ziraat Bankası Müfettişi; büyük şehirden gelen değerli bir misafir demektir. Veya briçe dördüncü demektir. Ya da masa tenisinde yeni bir heyecan ve yeni bir rakip demektir. Dahası, kendilerinden herhangi bir talebi olmayan, kendileriyle benzer eğitim almış, benzer kültür ve statüde güvenilir bir arkadaş demektir. Bazılarıyla dostluklarınız hep devam eder.

Yaptığınız soruşturmalarda genellikle dramatik insan öyküleri vardır. Her müfettişi anılarını yazmaya teşvik edecek kadar sıra dışı olan bu öykülere, birinci elden tanıklık edersiniz. O kadar çok kişi tanırsınız ki, artık insan sarrafı olursunuz.

Çocuklarınız, Müfettiş çocuğu olarak, gezip gördükleri yerler nedeniyle geniş bir bilgi birikimine sahip olurlar. Yıllar geçtikçe, bu görgü ve bilginin de etkisiyle, sosyal yönleri kuvvetli, aklı başında birer genç olacaklardır. Okullarını başarıyla bitirirler. İki yıl önce evlendirdiğiniz kızınız, (hani siz yıllar önce soğuk bir kış akşamında, 15-16 saatlik otobüs yolculuğuna çıkmak için evden ayrılırken, tombul yanaklarında yaşlarla balkondan size el sallayan küçük kızınız vardı ya, işte o..) Yüksek lisansını tamamlamış, Doktora yeterlik sınavını vermiş ve ülkemizin güzide üniversitelerinden birinde Öğretim Görevlisi olmuştur. Üniversiteyi bitiren oğlunuz, kısa dönem askerliğini henüz tamamlamış, Mali Müşavirlik stajını yapmaktadır. Siz, eşinize minnet borçlusunuzdur. Müfettişliğin artıları yanında eksilerini de sizinle birlikte göğüslediği için.

Ve emekliliğe karar verdiğiniz bu günlerde, geriye dönüp baktığınızda; şunu düşünürsünüz.

“Ne kadar hızlı geçti bu 33 yıl ve ne zaman geçti ? ”

“Güzel, hareketli, macera dolu, müthiş bir serüvendi Müfettişlik” dersiniz. “Her anı dolu dolu geçen ve artıları eksilerinden çok çok fazla olan keyifli ve onurlu bir hayattı.”

Müfettiş olarak görev yaptığınız süre içinde, görevinizi layıkıyla yapmaya, kul hakkı yememeye ve sebepsiz kalp kırmamaya hep özen gösterdiğinizi düşünürsünüz. Ve geriye dönüp baktığınızda “galiba başarılı oldum” dersiniz.

İşte bu kadar kolaydır, Ziraat Bankası Müfettişi olmak.

İşin aslı, hiç de kolay değildir Ziraat Bankası Müfettişi olmak. Özveri ve iş disiplini gerektirir. Güçlükleri vardır. Ancak karşılığında da size onurlu ve güzel bir yaşam sunar.
Değerli konuklar;

Son olarak bir şey daha söylemek istiyorum.

Hani, sizi çok etkileyen güzel bir film izledikten sonra sinemadan çıkarken, bir sonraki matineye girecek olan seyircilere bakıp “Ne kadar güzel bir film izleyecekler” diye düşünürsünüz ya.. İşte ben de, mesleğe yeni başlamış genç Müfettiş Yardımcısı arkadaşlara bakarken bu şekilde düşünüyorum. Ve onlara diyorum ki; “Önünüzde macera dolu harika bir hayat ve nefis bir serüven var. Sabit göreve geçmeden önce, ne kadar sürerse sürsün, bu harika mesleği doya doya yaşayın ve tadını çıkartın.”

Sözlerime son verirken, hepinizi saygıyla selamlıyor ve bu yüce mesleği yürüten Ziraat Bankası Teftiş Kurulu Üyelerinin önünde saygı ile eğiliyorum.

9 Şubat 2013 Cumartesi

Van: Turnede Sıradan Bir Cumartesi

Fark ettim de; eve dönmediğim haftasonlarında uzun uzun uyumak istiyorum. Yeni bir şey değil bu, belki zihnimin yalnızlığa beklenen bir tepkisi. Vücudumsa onu dinlemiyor, haftasonları kurulu bir saat gibi en geç 11'de ayılıyor.

Bir şeyler yemek için dışarı çıktım. Buranın sokakları hep kalabalık. Kaldırımlarda yürümek eskisine nazaran biraz daha güvenli. İnşaatların çoğu tamamlanıyor. Depremin izleri yavaş yavaş siliniyor.

Bir fast-food zincirinin restoranına girip yiyecek bir şeyler alıyorum. Hoş, Ankara'da, İstanbul'da olsa o hamburger'i sağlıksız diyerek geri çeviririm. Ama şimdi tatlı geliyor o hamburger. Sanırım biraz Ankara'yı, İstanbul'u hatırlatıyor bana orası. Tepsim önümde kahvaltı niyetine yiyorum patatesleri, soğan halkalarını...

Ben otururken polisler geliyor, bir masaya yerleşiyorlar. Sipariş verecekler, kasanın üstündeki menüye bakıyorlar. Bir tanesinin elinde kocaman, belki bacağım kadar büyük bir silah var. Batıda bir şehirde yadırganacak bu durumu, oradakiler içerisinde belki bir tek ben garipsiyorum. Polisler kasaya yöneldiklerinde de, bir tanesinin (o elinde silah olanın) kasaya arkasını dönüp kapıyı gözlediği de gözümden kaçmıyor.

Kendimi sokaklara atıyorum. Bir kitap almak istiyorum, elimdeki bitti. Belki de mesleğin kazandırdığı güzel alışkanlıklardan biri bu, ayda birkaç kitap bitirmek. Yolculuklarda, tek başına otel odalarında kitap kahramanlarını arkadaş bilmek...

Büyük bir kitapçı buluyorum. Ankara'da, Ulus'un ara sokaklarına benzer, sıkışık, her daim kirli görünen, adeta puslu sokakların birinde... Çok satanlar rafında bulunan kitapların yarısından fazlası bölgenin etnik kökenleri, o etnik kökene sahip insanların savaşçı, özgürlükçü yapılarıyla, kahramanlıklarıyla ilgili kitaplar... Rafların etrafında o kitaplara bakan, kitapları aralayıp sayfalarına göz gezdiren insanlar görüyorum.

Özellikle aradığım bir kitap yok. Camus'nün Veba'sı ilgimi çekiyor. Kitabımı alıp çıkıyorum.

Sokakta sigara içen çocuklar var. Bir tanesinin boyu, o restoranda gördüğüm polisin silahı kadar. Üstlerinde palto yok. Dumanı içlerine öyle bir çekiyorlar ki, sanırsın vücutlarını o sigarayla ısıtıyorlar.

Otele dönüyorum. Isınmak için birkaç fincan çay içiyor, bir yandan da kitabımı okumaya koyuluyorum.

Güneyde yükselen bir şeyler var. Yüksekova Müfettişini çağırıyor.

6 Şubat 2013 Çarşamba

II. Van Seferi

İki gün için beş gün, bazen on iki, on dokuz gün sabretmek...

Sabrediyorum. Dolup taşmayayım diye zihnimi bir şeylerle oyalıyorum. Kitap okuyorum, dizi izliyorum. Bazen de yetmiyor. Kendimi "işim bir 5 gün daha uzarsa gömleklerimden kaçını temizlemeye vermeliyim" ile "bir gömleği kaç kez giyersem getirdiklerim bana yeter" muhasebesi yaparken buluyorum. Rejim mi yapmalıyım? Zeytinyağlı yemekleri kim kaybetmiş de biz bulalım Van'da!

Öfkeleniyorum. 5 yıldır hep bir şekilde sabrederek geçirdiğim günlerimden daha çok... Sanki bir şey karşıma çıkacak, bu b**tan şehirde birkaç hafta, belki birkaç ay daha tıkılıp kalacağım gibi geliyor. İşler elimde büyüyor, yollar gözümde...

Huzurlu bir yer var. Çok mutlu insanlar var, biliyorum. Gördüm, tanıdım. Beni bekliyorlar. Orada olmalıyım. Bu hava değil solumam gereken.

Ama burdayım. Hala bu lanet geminin kaptanıyım!

23 Ocak 2013 Çarşamba

Torrent

Dexter Morgan, John Dorian, Ted Mosby, Walter... Sweet Dee, Charlie...

Sanki herkes bir köşede, uzak bir gerçeklikte hayatımı dolduruyor bu adamlar. Her akşam buradalar,Uşak'ta dairemde yanımda duruyorlar.

Dexter bana birilerinin yanağından kan alıp onları gözüm kapalı öldürebilirmişim, zerre vicdan azabı duymazmışım, hatta rahatlarmışım gibi hissettiriyor. Arkamda tek delil bırakmam, Ziraat Forensics'te işime devam edermişim gibi...

Ne zamandır bir şeyler yazasım var aslında, istemiyor canım. Rutin hayat, yeteneksiz yaşam güzel. Hayatın sıradanlığında kaybolmak.