13 Ağustos 2009 Perşembe

Bozkır/Konya

Pazartesi sabahı Ankara’dan çıkıyorum. Bu kez annem ve babam terminale kadar uğurlamaya geliyorlar. Ancak ben otobüse binmeden ayrılıyorlar yanımdan. Ben otobüse binsem, annem ağlayacak ve üzüleceğim. Bunu bildiklerinden olsa gerek, bavulumu muavine verdikten sonra biraz daha sohbet ediyoruz ve gidiyorlar.

Otobüste uyukluyorum. Üzerimde yorgunluk var. Uyanık kaldığım zamanlarda da temmuz ayını, Üzümlü’yü düşünüyorum. Aklıma geçmişten sahneler geliyor.

Tek başıma, üstadsız şubeye geldiğim ilk sabah kendimi ne kadar özgür, ne kadar bağımsız hissettiğimi sanırım hiç unutmayacağım. Attığın her adımı izleyen, seni çalışanlara söylediğin, yaptığın bir şey yüzünden eleştirebilecek kimseler yok etrafta. Önünde belirli bir süre var, bir de işin… O süre içinde işlerini bitirip, raporunu göndereceksin, hepsi bu.

İlk günler üzerime yığılmış hissediyorum işleri. Süre hiç yetmeyecekmiş gibi çalışıyordum. İkinci haftanın sonunda Müdire Hanım dahil herkes yorgun bitap düşmüştü. Bense özverili çalışmaları için onlara teşekkür ediyordum. Çalışmak görevleriydi ama ufak bir teşekkür, o çalışmanın sıkıntısı azaltacak diye düşünüyordum.

Haftasonu seyahatleri arttıkça yorgunluğum katlanıyordu. Önce Ardahan’a, sonra Gümüşhane’ye ve en son da Karayazı’ya… Yine de gözlerimi karartıp, hiçbir üzüntü, sevinç, beklenti içine girmeden gittim oralara. Yol öyküleri biriktirdim. Gittiğim yerlere –ne kadar kalıcı olacağını bilmesem de- izler bırakmaya çalıştım.

Ayrılacağım sabah “yokluğunuzu arayacağız” demişti Mehmet Bey. Anlatım bozukluğuyla kurduğu bu cümle o kadar saf ve temiz gözükmüştü ki gözüme, yüzüme bir tebessüm düşürmüştü. Personelle şubede vedalaşıp Müdire Hanım’la arabanın yanına doğru yürümeye koyulduk.

Kapının önünde elini sıktım. “Hakkınızı helal edin Müdire Hanım” dedim. Hiçbir şey söylemeden arabaya doğru birkaç adım attı. Ben karşılık vermemesine şaşırmışken, arkamızdan yetişen bir personel “asıl siz hakkınızı helal edin Müfettiş Bey” dedi. O sıra Müdire Hanım arkasını döndü. Gözlerinde yaşlar birikmişti.

Birkaç güzel söz söyleyip birkaç basit şaka yapıp binmiştim arabaya. Sözcükler tükenmişti, arabadan onlara el sallayıp yola koyulmuştum.

Konya’ya vardığımda düşüncelerimden sıyrıldım. Önce Bölge Başkanlığı’nda bir süre oyalanıp ardından Bozkır’a yol aldık. Yol boyunca Konya Ovası’nın uçsuz bucaksız haline şahitlik ettik. Bir tepenin dibinde, derenin kenarında kurulmuş yüzyıllık ilçeye geldiğimizde, bir ayımı da burada geçireceğim hissi içimi kapladı. Duygusallığı bir kenara bırakıp Şubeye girdim.

Kasa sayımı sonrasında pek de hijyenik sayılmayacak lojmanıma girdiğimde en az benimle yaşıt, yüzü solmuş koltuğa bile oturamadım önce. Bir oda, bir mutfak ve bir banyodan oluşan evi baştan sona gezdim. Koltukların arkasına, yatağın altına iyice baktım. Yaklaşık 1.5 yıldır kullanılmamış evi bir güzel havalandırdım. Sonrasında da odaya doluşan sinekleri öldürmekle oyalandım. “Temiz çarşaf serdim Müfettiş bey” diyen personelin yatağa 1.5 yıl önce yıkadığı çarşafı sermiş olduğunu kokusundan tespit ettim. Kafamı toz kokan yastığa koyduğumda uyuyamadım, biraz televizyon izledim. O günüm uyumaya çalışıp uyuyamamakla geçti.

Bugün burada dördüncü günüm. Dört gün geçtikten sonra, şimdi kendimi buraya iyiden iyiye alışmış hissediyorum. Yeni çarşaflar aldırdım, koltuğun üzerini kaplattım. Haftasonu da temizliğe bir kadın gelecek. Tozlu, bakımsız bir evden, kendime bir yaşam alanı çıkartabildiğim için oldukça mutluyum.