18 Aralık 2008 Perşembe

Gökkuşağı

Yıllar öncesinde bir gündü. Biz gölgelikte oyunlar oynarken, sen kaçmış yağmurun altında, bir taşın üstüne oturmuş hıçkıra hıçkıra ağlıyordun. Seni kimsenin görmesini, sesini kimsenin duymasını istemiyordun.


Dünya kötülerle doluydu, hayat hep anlamsız kavgalarla sürüp gidiyordu. Bir kendine, bir de hayata bakıyordun. Olduğun yeri, olman beklenen şeyi görüyor, korkuyordun. Korktukça daha çok ağlıyor, ağladıkça sanki daha çok ıslanıyordun. Büyüyordun ve büyümeyi sevmiyordun.


Seni ben buldum. Gözyaşların boncuk boncuk akıyor, yanaklarını ıslatıyordu. Elindeki bez bebek ıslanmış, rugan ayakkabıların çamura bulanmıştı. Konuşamıyordun. Sadece oracıkta oturup saatlerce ağlamak istiyordun. Beni görünce bir taş alıp fırlatmak da geldi içinden. Yine de beni gördüğüne sevinmiştin.


Sana güneşli mevsimlerden, gökkuşağından, yakamozlardan bahsettim. Gidilmemiş şehirlerden, yeni yeni filizlenen çiçeklerden, uçan kuşlardan, yağmurdan sonra toprak kokusundan… Hayat aslında güzeldi, sadece biz biraz uzağındaydık. Birazcık gayret edip, birkaç adım atıp kucaklayacaktın onu, hepsi bu.


Bana inanmış, gülümsemiştin. Ellerimi tutmuş, gözlerime bakmış, utancından hiçbir şey söyleyememiştin. Annen seslenmişti de eteğini sallaya sallaya koşmuştun eve sonra.


Bak işte yine aynı yağmur üzerimizdeki. Yine saçların ıslanmış, ayakkabıların yine çamur içinde. Makyajın dağılmış, yanakların yine sırılrıklam. Tenin soğuk, gözlerin viran bir şehir...


Karşına geçmiş susuyorum. Anlatacaklarımın hepsi acı. Sana söyleyecek tek bir sözüm yok. Kuşlar var mı hala? Gökkuşağı bir yerlerde parlıyor mu? Bilmediğim bir şehirde güneşler doğup çiçekler açıyor mu? Bilmiyorum. Sadece susuyorum.


“Keşke sana anlatacak güzel şeylerim olsaydı hala?” diyorum. İçim kokuşmuş, içim perişan. Artık eskisi kadar güzel de değilim. Saçlarım dökülmüş, yüzüm kırış kırış…


Kulağında gürültüler var. Geçmişten sesler… Beni duymuyorsun. Ürkerek yaklaşıyorsun yanıma. Parmakların yanaklarımda geziniyor. Sakallarım sert, parmakların hala narin. Aldırış etmiyorsun. Sokuluyorsun bana, vücudun vücuduma değiyor. Kollarını sırtımda hissediyorum, sıkıca sarılıyorsun. Bir gök gürültüsü kopuyor o anda. “Bırak yağmur temizlesin bizi” dediğini duyuyorum hayal meyal. Soluğum kesiliyor. Yağmur şiddetini iyice artırdı. Göz gözü görmüyor artık. Kollarımda eriyorsun sanki, sana tutunamıyorum. Yanakların yanaklarımda geziyor. Belki de son kez bu. Hissetmeye çalışıyorum tenini. Kayboluyor gülüşün, adımı söylüyorsun. Sesin kısılıyor gitgide… Gözlerim kapanıyor.


Bir boşlukta uyanıyorum. Güneş yüzümü yakıyor. Saçlarımı okşuyorsun. “Her şey geçti” diye mırıldanıyorsun. Tepemde rengarenk bir gökkuşağı parıldıyor…


Söke/Aydın

16 Aralık 2008 Salı

Kar ve Kaplan

Başından sonuna bir aşk filmidir Kar ve Kaplan ...

Filmin giriş sahnesinde Attillio De Giovanni (bkz: roberto benigni)'yi don-paça evlenmek üzereyken görürüz. Karşısında gözlerinin içine hayranlıkla baktığı bir kadın, Vittoria (bkz: Nicoletta Braschi) vardır ve Attillio'ya tatlı tatlı aşk sözcükleri söylemektedir. Bu Attillio'nun en güzel düşüdür.

Attillio üniversitede şiir öğretmenidir. Konuşması, hayata bakışı hep şiir yumuşaklığındadır. Ders anlatırken kendinden geçmekte, öğrencilerinin gözlerine ışıl ışıl bir bakış düşürmektedir.

Kızları şiiri neden bu kadar çok sevdiğini sorduklarında onlara bütün edebiyatın varlığını özetleyen şu cevabı verir Attillio:

“Bir gün ormanda dolanırken bir kuş bir ağacın dalından kalkıp omzuma kondu. Kalbim yerinden çıkacak gibi çarpıyordu. Oracıkta sessizce durdum. Kuş bir süre sonra uçup gitti. Hemen eve koşup anneme olanları anlatmak istedim. Büyük bir heyecanla bir kuşun omzuma konduğunu söyledim. Annem ‘ben de bir şey sanmıştım’ diye karşılık verdi. O an anladım ki, ona ne hissettiğimi tam olarak anlatamamışım.”

Rüyalarında gördüğü güzel Vittoria’nın, Iraklı şair Fuad (bkz: Jean Reno) ile ropörtaj yapmak üzere gittiği Irak’ta yaralandığını, ölmek üzere olduğunu duyar ve gecenin bir vakti üzerine ceketini alarak Bağdat’a gidebilmek için yollara düşer. Havaalanındaki görevlinin kendisine “orada savaş var” diyerek bilet satmak istememesi karşısında deliye döner. İtalyan Kızıl Haçı’na katılarak savaş bölgesine gider.

Vittoria ölüm döşeğindedir. Doktor ondan ümidini kesmiştir. Onu hayatta tutacak ilaçları temin etmeleri gerekmektedir ve Irak’ta bu ilaçlardan yoktur. Bütün eczaneler kapalıdır, şehre bombalar düşüyordur. Attillio yine de vazgeçmez ve Fuad’a “eskiden, ilaç yokken de iyileşiyordu insanlar. O ilaçları yapan birileri olmalı!” der. Fuad onu yaşlı bir adama götürür.

Adamın hikayesi de, en az Attillio’nunki kadar enteresandır. Savaşa giden adam, karısının yüzünde yaralar çıktığını öğrenir ve cepheden yazdığı mektupta savaşta gözünden vurulduğunu ve kör olduğunu söyler. Yıllarca gözlerini açmaz, ancak eşi öldükten sonra -aslında körlüğü, kadının kendisini kötü hissetmemesi için söylediği bir yalan olduğundan- gözlerini açar.

Yaşlı adam yapılacak bir şey olmadığını söyler. Attillio ısrar eder, ona o ilaçları bulmasının çok önemli olduğunu anlatır. Yaşlı adam bir ilaç tarifi verir. Attillio sevinç ve heyecan içinde söylediklerini not alır. Yaşlı adam gitmeden önce Attillio’nun yanaklarına ellerini götürür ve ona, filmde çevrilmeyen, Attillio’nun ve seyircinin anlamadığı dilde bir şeyler söyler. Ancak o an adamın konuştuğu dil, herhangi bir tercüme gerektirmeyecek kadar anlaşılırdır.

Hazırladıkları ilaç Vittoria’yı hayatta tutmaktadır. Doktorun söylediğine göre Vittoria’nın bu kadar süre hayatta kalması bile mucizedir. Attillio, Vittoria’nın yatağını giriş katına indirmiştir. Bir merdivenin dibinde, duvarına ilacı hazırlayan yaşlı adamın evinde gördüğü küçük çocuktan aldığı resmi asmış, Vittoria’nın uyanmasını, başını çevirip o resme bakmasını beklemektedir. Ancak ilaç bulması şarttır.

Uzun uğraşlardan sonra ilacı da bulur Attillio. Bulabildiği bütün ilaçları motorsikletinin sepetine koymak, vücuduna bağlamak, pantolonunun içine sıkıştırmak gibi yöntemlerle Bağdat’a taşır. Girişte Amerikan askerleri kendisine zorluk çıkartsalar da, ilaçları şehre sokmayı başarır. Doktor ilaçları görünce “okyanusta bir damla ama yine de teşekkürler” der.

İlaçlar Vittoria’ya içirilir. Artık beklemek ve ilacın etkisini göstermesini ummaktan başka çare yoktur. Kadının alnına o ufak öpücüğünden kondurur yine Attillio. Onu öperken, her seferinde olduğu gibi, yine Vittoria’nın hastaneye giren bir hırsızın kendisinden çalmaya çalıştığı ve Attillio’nun mücadele ederek geri alıp boynunda taşımaya başladığı kolyesi kadının yanaklarına dokunur. Bu dokunuşla Vittoria’nın kirpiklerini oynattığına şahitlik ederiz.

Attilio bu durumdan habersiz dışarı çıkar ve bir taşın üzerine oturur. Koşuşturmacasına başından beri şahitlik eden bir Amerikan askeri, elinde makinalı tüfeğiyle kendisine bakmaktadır. Film sanki sadece bu sahne için çekilmiş gibi durur gözünüzde. Evinden kilometrelerce uzakta olan asker, aşkı için çırpınan “İtalyan”a bakar ve belki kendisinin neden orada olduğunu sorgular, belki de savaşın o soğukluğunda, herkes bir diğerini öldürme arzusu içinde çırpınırken bir şeyleri yaşatmaya çalışan o adama hayranlık duyar. Attillio kafasını kaldırır, askeri görür ve ona gülümser.

Fuad’la yıkılmış bir Saddam Hüseyin heykelinin kafasına otururken görürüz Attillio’yu. “Savaşlar neden var biliyor musun?” der Fuad. “Çünkü dünya insansız doğdu ve insansız bitecek.” Ayrılırlarken Fuad çok karamsardır. “Bundan başka bir şey yok. Bundan ötesi olmayacak!” der bombalarla yıkılmış şehrine bakarken. Attillio ise o her zamanki muzip tebessümüyle “Ben yaşamayı yine de seviyorum” der. “Eminim ki ölmüş olsam, dünyada geçirdiğim günlerimi çok özlerdim.”

Ertesi gün Attillio, Fuad’ı ziyarete gider. Fuad odasında yoktur. Derken bir fırtına ile bahçe kapısı açılır, Fuad’ın ağaçta sallanmakta olan cansız bedeni görünür ve belki aşk, belki ölüm, belki de insanı biraz daha fazla anlatabilmek için yazdığı şiirleri taşıyan kağıt parçaları rüzgarla havalara savrulur. Fuad yaşadıklarına tahammül edemeyerek kendisini asmıştır.

Doktor, Attillio’ya Vittoria’nın iyileştiği müjdesini verir. “Beni hatırlar mı?” diye sorar doktora. Doktor “elbette hatırlar” diye karşılık verir. Attillio günlerin yorgunluğu, kirli elbiseleri ve kötü ayakkabılarıyla çıkmak istemez Vittoria’nın karşısına. Hazırlanmak üzere ayrılır.

Talihsizlikler bu sırada peşini bırakmaz ve önce parasını ödemeyeceği için giyerek uzaklaştığı ayakkabıları satan adamlar tarafından kovalanır, onlardan kaçarken kendisini mayın tarlasında bulur, ardından Amerikan askerleri tarafından birkaç günlüğüne alıkonulur, Vittoria’nın peşinden İtalya’ya döndüğünde kendisini ilgilendiren bir duruşmaya üst üste birkaç kez katılmadığı için İtalyan polisi tarafından bir günlüğüne gözaltına alınır ve günler sonunda bir sabah, kendisini kızlarının evinde bulur.

Filmin bu sahnesinde, en başından beri gizlenen bir gerçek ortaya çıkar. Kızların annesi, aslında en güzel düşünün kahramanı, yaşaması için çırpındığı kadın, Vittoria’dır. Ona günlerdir ortalarda olmadığı için kızgındır. Konuşmalarının orta yerinde, attillio’yu dinlemek istemez ve verandadaki koltuğa uzanıp gözlerini kapatır. Attillio ne yaparsa yapsın Vittoria’yı kazanamayacağını anlar. Ayağa kalkar, kadının alnına o bilindik öpücüğü kondurur. Bağdat’tan beri boynunda taşıdığı kolye kadının yanaklarına sürtünür. Attillio ceketini alıp uzaklaşırken Vittoria ayağa kalkar ve attillio’yu izler. Tek söz etmese de, aslında her şeyi hatırladığını anlarız.

Perde iner, film biter…

4 Aralık 2008 Perşembe

Moonlight Sonata - Beethoven

Beethoven bir akşam yürüşten dönerken komşu evden müzik sesi duyar. Birisi onun kısa bir süre önce bestelediği bir melodiyi çalmaktadır. Beethoven sessizce durur ve dinler. Sonra yavaşça müziğin geldiği eve doğru ilerler, kimin bu kadar mükkemmel piyano çaldığını görmek istemiştir. Müzik sesi kesilince eve girer. Tek bir mumun aydınlattığı küçük, basit bir odadır burası. Üstünde hiç bir nota kağıdı olmayan bir piyano odada durmaktadır. Çalan kız doğrulur ve beethoven onun kör olduğunu görür. "Nasıl böyle çalabiliyorsunuz? Bu melodiyi nerden biliyorsunuz?" diye şaşkın bir şekilde sorar. Kör kız '"duyarak çalıyorum, ve her zaman yan komşumun evinden duyduklarımı çalıyorum." diye cevap verir. Beethoven 'sizin için bir şeyler çalabilir miyim?' diye sorar ve piyanonun başına oturur. Çalmaya başladığı sırada odadaki tek mum söner. Ay ışığı açık pencereden girmeye ve odayı aydınlatmaya başlar. Beethoven çalmaya devam eder. Ay ışığı sonatı'nı da bu saatlere borçlu olduğumuz söylenir.

Not: Bu yazı, itü sözlük yazarı chrystal tarafından kaleme alınmış olup, hali hazırda http://www.itusozluk.com/goster.php/@971044 adresinde sergilenmektedir.

26 Kasım 2008 Çarşamba

Fesleğen

ben
doğduğumda
bütün menekşeler
fesleğen
kokarmış
ve savaştaymış
babam,
sevinçten
iki el
ateş etmiş
kimseyi
öldürmeden...


Diren Nesin
Not: Şiir SiyahKahve'den alınmıştır.

13 Kasım 2008 Perşembe

Bir Ölümün Ardından

Güneşli bir cuma sabahı… Ege’nin küçük, şirin ilçelerinden birindeyiz. Akşama bilet almışım, Ankara’ya evime döneceğim. Oysa içimde garip bir sıkıntı var, nefesim kesiliyor.

Müfettiş Odası havasız. Üstad, Gülten ve görüştüğümüz müşteri sigara içiyorlar. Ben ise konuşulanları takip etmeye çalışıyor, bir yandan da moral bulabilmek için sevdiklerimle geçireceğim hafta sonunu hayal etmeye çalışıyorum. Cep telefonum çalıyor; arayan annem.

Mesai saatlerinde rahat konuşamayacağımı bildiği için beni hiç aramaz. Aklıma hemen kötü kötü şeyler geliyor. “Biz Bursa’ya gidiyoruz” diyor. “Amcan kaza geçirmiş, hastanedeymiş.” Benden bir şeyler sakladığını düşünüyorum. Ne kadar sıkıştırsam da konuşmuyor, telefonu kapatıyor.

O andan sonra içeride konuşulanları duymuyorum. Amcamı en son gördüğüm günü, iki hafta öncesini hatırlıyorum.

Son görüşmemizin üzerinden yıllar geçmişti. 2000 senesi miydi, yoksa daha mı eski? Bilmiyorum. Görev nedeniyle Bursa’da olduğumdan, onu ziyaret etmek istemiştim. Beni karşısına oturtmuş, sırasıyla evdekileri sormuş, işimin hayırlı olmasını temenni etmişti. Sağlığının iyi olmadığından bahsetmiş, yine de çalışabiliyor olduğu için sevindiğini söylemişti.

Uzun konuşmalar yapmayı, çalışkan olmanın, ahlaklı olmanın, insanlara ve insanlığa faydalı olmak için gayret etmenin önemini defalarca anlatmayı severdi. Çocukluğumda ziyaretimize geldiği günlerde de, bir sebepten karşılaştığımız zamanlarda da beni yanına çağırır, tıpkı kendi çocuklarına, torunlarına yaptığı gibi bana da uzun uzun tavsiyelerde bulunurdu. O akşam da çalışmalarından, aldığı övgü dolu mektuplardan, çalışmanın erdeminden, sevdiği sözlerden, hayran olduğu kişilerden bahsetti bana. Onu can kulağıyla dinledim. Söylediklerinin çoğunu bir süre sonra unutacak, hatta bazı söylediklerinde ne kadar yanılıyor olduğunu üzülerek de olsa fark edecektim. Yine de o karşısında kendisini dinleyen, ona sevgiyle bakmayı başarabilen birini gördüğü için mutluydu. Eve ilk girdiğim ana göre daha canlı, daha istekli gözüküyordu.

Müdür Bey odaya gelerek beni düşüncelerimden kurtardı. Gülten’in hafta sonu kalacağı lojmana bakmak üzere Kuşadası’na doğru yola çıkmamız gerektiğini hatırlattı. Onlardan önce aşağı inip babamı aradım. Dolmuştaydı, eve dönüyordu. “Yoğun bakımdaymış” dedi, “belediye otobüsü çarpmış” dedi. “Sen iyi misin?” diye sordum. Sesi titremeye başladı “ben seni sonra ararım” diyerek telefonu kapattı.

Boğazımda koca bir yumru vardı artık, gözlerim dolu doluydu. Oysa başımı çevirdiğimde Müdür Bey ve Gülten beni bekliyorlardı. Kendimi toparlayıp arabaya bindim.

Yol boyunca Söke’den, Şubenin sıkıntılarından, ticari kredi müşterilerinden, yaz aylarında yol boyunca piknik yapılan yerlerden konuşuldu. Ben ise güçlü durmaya çalışıyor, bir yandan da abimi arayabilmek için bir laf arası kolluyordum. Fırsatını bulduğumda aradım ve ona babamın sesinin iyi gelmediğinden bahsettim. Arada babamı aramış olacak ki, beni yeniden aradığında onun da sesi çok kötü geliyordu. “Amcamı kaybetmişiz Çağrı” dedi. O da fazla konuşamadı.

Hala Şube arabasındaydık ve o arabanın içinde bulunanlar ruh halimin farkında değillerdi. Babamın, amcamla arasının açık olduğunu o an hatırladım. En son ne zaman konuşmuşlardı, birbirlerine abi-kardeş gibi en son ne zaman sarılmışlardı bilmiyordum.

Amcam, onu son gördüğüm akşam bana 1994 yılında geçirdiği kazadan bahsetmişti. Yine bir belediye otobüsü çarpmıştı amcama. O kaza için Mahkemeye çıktıklarında adamı affettiğini anlatmıştı. “Benden en değerli hazinemi, sağlığımı çalan adamı affettim ben” demişti. İçinde hiç kin yoktu. Ben kalkmak istediğimde beni kitaplığına götürmüş, kitaplarından birkaç tane hediye etmek istemişti. O sırada masasının üzerinde, hemen elinin altında, ulaşabileceği en yakın yerde duran kitap dikkatimi çekti. Bu babamın, amcamın ve hatta Maliye Teşkilatı’nda çalışmayan birçok insanın, pek de anlamayacağı bir kitabıydı. Hatta bu sahne beni o kadar çok etkilemişti ki, Bursa’dan Ankara’ya döndüğüm hafta sonu ilk iş olarak amcamı ziyaret ettiğimi ve kitabını amcamın masasının üzerinde gördüğümü babama anlatmıştım.

“Sen Bursa’ya gelme, Ankara’ya dön” demişti babam. Hayat devam ediyordu. Benim yine Ankara’ya gelmem, ütülü gömlekler, temiz çamaşırlar almam, iki gün dinlenmem ve işimin başına dönmem gerekiyordu.

Akşam Gülten’le Kuşadası’na geçtik. Gülten’in ailesi geldiği için onlarla gitmesi gerekti ve otogarda ayrıldık. Otobüsüme iki saat kadar vardı. Bir lokantaya gidip bir şeyler yemek istedim. Yaz aylarında tıklım tıklım olduğundan şüphe duymadığım bir yerde, belediye otobüsünün amcama Cuma Namazına giderken çarptığını, amcamın hastanede bir ara ayılıp “şoförden şikayetçi olmayın” dediğini öğrendim. Boğazımdaki yumru daha da büyüdü.

Onu, o akşam kitaplığını karıştırıp, bana verecek fazladan birkaç kitap daha ararken “amca saat geç oluyor, ben gideyim” dediğimde yüzünde beliren mutlu ama biraz buruk ifadeyle, ellerini tutup “ben yine gelirim, merak etme” dediğimde avuçlarının içindeki parmaklarımı sıkışıyla, ayrılırken birbirimize sıkı sıkı sarılışımızla hatırlayacağım.

Söke/Aydın

30 Ekim 2008 Perşembe

Pepe Sanches

Pepe Sanches küçük bir kasabada, kendi halinde yaşayan bir ailenin ilk çocuğu olarak doğdu. Nalbantlık yapan babası, Pepe doğduğu sırada elli yaşını çoktan geçmişti. Annesiyle yaptığı evlilik, onun üçüncü evliliğiydi; ancak Pepe bu üç evlilik içinde dünyaya gelen tek çocuktu. Pepe yaşına girmeden, babasını kaybetti.

Genç yaşta dul kalan annesi okuma-yazma bilmiyordu; ancak oldukça becerikli bir kadındı. Henüz çocukken, büyük annesinden dikiş dikmeyi öğrenmiş, yıllar içinde de bu el becerisini geliştirmeye devam etmişti. Pepe kendi ayakları üzerinde durabilecek kadar para kazanana kadar, annesinin diktiği elbiselerden kazandığı paralarla büyütülmüştü.

Pepe’nin çocukluğu doğduğu kasabada geçti. O küçük kasabadaki herkes Pepe’nin yetim olduğunu biliyor, onu -belki savunmasız olduğundan, belki de çelimsiz gözüktüğünden- ellerine geçen her fırsatta eziyorlardı. Pepe’yi sokakta dolanırken gördüklerinde “Hey Pepe, gel ulan buraya” diyerek yanlarına çağırırlar, ona bazen bir yerlere götürmesi için bir torba verirler, onu bazen kendilerine bir parça tütün satın alması için bir yerlere gönderirler, Pepe’yi başka pis işleri için kullanırlar ve bu gariban yetime yaptıkları her şeyi kendilerine hak sayarlardı. Hiçbir seferinde başı okşanmamış, sırtı sıvazlanmamış olsa da Pepe, kendisine verilen görevleri yerine getirir, karşılığında da kasabadaki büyüklerinden hiçbir şey beklemezdi.

Pepe’nin bu uysallığı arkadaş ortamında da kendini gösteriyordu. Kasabanın çocuklarını toplanmış oyun oynarken gördüğünde aralarına girer, oyunlarına eşlik eder, onlarla bazen kasabanın dışındaki ağaçlıkta oynamaya, bazen filanca ailenin beslediği şişman köpeği görmeye giderdi. Kalabalık içinde kendisine daima bir yer bulur, kendisini her seferinde o kalabalığın bir parçası gibi hissederdi. Ancak ne yazık ki, o kalabalık arkadaş grubu içerisindeki pek çok çocuk onun adını bilmez, onunla konuşma zahmetine bile girmezdi.

Pepe’nin okul hayatı da pek parlak değildi. Orta zekalı, sessiz, ödev yapmaktan pek hoşlanmayan, ancak öğretmenlerinin sözünü mutlaka dinleyen bir öğrenciydi. Sıra arkadaşı Rico’nun –ki kendisi on yedi yaşına gelmeden kasabayı terk edip yirmi bir yaşında bir kadın tüccarının kurşunuyla dünyadan göçecekti- kendisine yapmadığı eziyet kalmamıştı. Pepe’nin öğle yemeği için getirdiği, annesi tarafından hazırlanmış gözlemeleri her seferinde mideye indiriyor, kendi kalemi kaybolduğunda mutlaka Pepe’nin kalemini kullanıyor, kendi ödevlerini Pepe’ye yaptırıyor ve Pepe’ye bütün bunlar hakkında birine tek söz söylerse onu eşek sudan gelinceye kadar döveceğini söylüyordu. Pepe, Rico’dan ölesiye korkuyor, olan biten hakkında kimseye tek kelime etmiyordu.

Pepe kasabada kalsa açlıktan ölebilirdi. Ancak hayat ona on beş yaşında gülmüş, amcasının yardımlarıyla Polis Okulu’nda kendisine bir yer bulmuştu. Annesini arkasında bırakıp, o küçük kasabayı bütün anılarıyla çiğneyerek, içinde kendisini daha önemli hissedeceği bir üniformaya girmek için şehre gitmişti.

Okulun ilk günleri herkes için zor geçiyordu. Pek çoğu taşradan gelmiş öğrenciler ailelerini, çocukluklarını geçirdikleri toprakları özlüyorlardı. Oysa Pepe için bunlar önemsiz şeylerdi. Geçmişe özlem duyan diğerlerinin aksine, o her gece üniformasını giyeceği, beline kendisine güç verecek olan silahını takacağı, sokaklarda boy göstereceği günün hayalini kuruyor, geceleri arkadaşları hemen yanındaki yataklarda yorganlarına sarılıp ağlarken, o heyecandan uyuyamıyordu.

Pepe zeki bir çocuk değildi; ancak içindeki o büyük heyecan sayesinde okuldan hak ettiği derecenin üzerinde bir diploma notuyla mezun olmuştu. Mezuniyet töreninde yakasına rozetini takan Komiser, herkese yaptığı gibi ona da moral verecek birkaç söz söylemek istemiş ve “Meslek hayatında başarılar dilerim genç adam. Polis Teşkilatı seninle gurur duyuyor” demişti. Bu söz yıllarca, şekil değiştirerek kafasında yankılanmıştı Pepe’nin. Önceleri “Polis Teşkilatı’nın senin gibi gençlere ihtiyacı var” dediğini hatırladı Komiser’in. Sonra “Polis Teşkilatı’nda senin gibi birkaç genç daha olsa sokaklar çok daha güvenilir bir yer olurdu”, daha sonra “Polis Teşkilatı’nda ne yazık ki senin gibi gençlere sık rastlanmıyor” ve en sonunda “Bir gün Polis Teşkilatı’nı senin gibi bir gencin yönetmesini isterim” dediğini… Çevresindekilere bu anıyı hep hatırladığı, daha doğrusu hatırlamak istediği gibi aktardı.

Meslek hayatının ilk yıllarında, görev yaptığı şehrin sakinlerinden birinin uzun boylu, alımlı, pek çok erkeğin kocası olmak için çırpındığı kızıyla evlenmek istedi. Kendisi diğerlerinden daha iyiydi. Bir mesleği, düzenli bir geliri ve sokakta bir saygınlığı vardı. Kız da böyle bir kısmeti bulmuşken kaçırmak istemedi ve tanıştıklarından kısa bir süre sonra yapılan düğünle evlendiler. Annesini de en son düğününde gördü. Evlendikten sonra annesinden gelen mektupların birkaçına cevap yazdı, bir süre sonra bu alışkanlığına da son verdi. Akşamları eve geldiğinde eşi annesinden yeni bir mektup geldiğinden bahsettiğinde utanıyor, cevap yazmak istiyor, ancak yorgunluğunu, işinin kendisini çok yorduğunu bahane ediyor, koskoca Polis Teşkilatı’nda en çok kendisinin çalıştığından dert yanıyordu. Böyle zamanlarda güzel eşi yanına sokuluyor, biraz cilve, birkaç aşk oyunu ile Pepe’yi avutuyor, Pepe bu avuntu içinde göndermediği mektupların sıkıntısını unutuyordu.

Üstlerine karşı saygılı olmayı hep başardı. Onların gözüne girebilmek için elinden gelen her şeyi yaptı. Bir gün, kendisini sınıf arkadaşlarından çok daha iyi yerlere getireceğine inandığı yolun, üstlerinin gözüne girmekten geçtiğine hep inandı. En sonunda bu gayretleri sonuç verdi ve kendisini orta büyüklükteki bir şehrin en büyük karakolunun komiseri olarak buldu.

Yeni görevine başlamak için can atıyordu. İçindeki amir olma isteği o kadar güçlüydü ki, görevi kabul etmeden önce eşine danışmamıştı bile. Bir akşam eve gelmiş ve ona toparlanmasını, bir iki hafta içinde yeni bir şehre taşınacaklarını söylemişti. Ailesinden uzak kalmak istemeyen eşi bu fikre önce karşı çıkmıştı. Pepe bulunduğu görevde pekala karınlarını doyuracak kadar kazanabiliyordu, rahatları yerindeydi. Başka bir şehre, hem de kış ortasında gitmenin sırası mıydı? Ancak Pepe kararını çoktan vermişti, eşinin söylediklerini bir süre dinlemiş, sıkılınca da ona “Hazırlıklar üç gün içinde tamamlanacak, Öbür hafta başı yola çıkıyoruz. Bu konuda senden bi’ daha bir şey duymak istemiyorum.” demişti. Bu olayla birlikte eşi, ona bir daha tek söz söylemeden her dediğine itaat etmek gibi bir huy geliştirdi.

Yeni görevi kendisine aradığı şeyi vermişti. Bulunduğun yerin en güçlü kişisiydi. Sokakta herkes ondan çekiniyor, korkuyordu. Bakışlarını yönelttiği yerdeki insanlar kendilerine çekidüzen veriyor, yanlarına yanaştığında alınları terden ıslanıyordu. Belediye Başkanı’yla, Vali’yle yemekler yiyor, aslında kendisinin de içinden çıktığı insanlara birer böcek, toplumda kargaşaya yol açan kişiler olarak bakıyordu. Küçük karakolunun duvarlarında içeride eziyet ettiği insanların çığlıkları yankılanıyor, Pepe suratına bir şamar patlattığı her suçluda kendini bir parça daha tatmin etmiş hissediyordu. Bu tatmin edilme duygusunun arttığı zamanlarda kendisine anlatılanı değil, anlamak istediğini anlıyor ve önündeki adam masum da olsa, ona yapmadığı eziyet kalmıyordu. Kendisine haksız olduğunu anlatmaya çalışan iş arkadaşlarına da kızıyor, adamı savundukça onlara hangi tarafta olduklarını unutmamaları gerektiğini hatırlatıyor, onları üstü kapalı da olsa tehdit ediyordu. Böyle günlerin akşamlarında da mutlaka bir kadınla olmak istiyor, zaman içinde kendisine yetmediğini anladığı eşini sayısız hayat kadınıyla aldatıyordu. Zavallı kadın kocasının çapkınlıklarından haberdar oluyor, ona içinden kızıyor, her şeyi bildiğini kendisine belli de ediyor, ancak karşılığında gördüğü şey sadece kayıtsızlık oluyordu.

Parasıyla satın aldığı kadınların ilgisi, karşısında titreyen insanların bakışları ona yetmiyordu. Pepe güçlü olduğunu her an hissedebilmek için üniformasını üzerinden çıkarmazdı. Hemen hemen her yere -parka, sahile, kiliseye ve hatta markete bile- üniformayla gider, kendisini ancak o üniforma içinde bütün hissederdi. Kendisine has bir yürüyüş tarzı da geliştirmişti. Onu sokakta yürürkenki haliyle gören bir yabancı bile ne kadar önemli bir insan olduğunu bilsin isterdi.

Bir gün yürüyüşüne gıcık olduğu için önünü kesen, kendisine yakasındaki rozeti gösterdiğinde tepesi atan bir adam tarafından vurularak öldürüldü Pepe. Ölümüne bir tek annesi üzüldü ve cenazesine de sadece birkaç insan katıldı. Yerine geçen komiser zamanında şehirdeki suç oranı ne arttı, ne de düştü. Ne fazladan bir masum öldürüldü, ne de olduğundan fazla bir suçlu sokağa salındı. Hayat olağan hızıyla, yine kimseye hissettirmeden akıp gitti. Oysa alnına silah dayandığında Pepe’nin aklından geçen en son düşünce, yokluğunda Polis Teşkilatı'nın ne kadar sahipsiz, eşinin ne kadar yalnız, dünyanın ne kadar kötü bir yer olacağıydı.


Tanrı adaletini dağıtırken Pepe’yi de unutmadı ve ona öbür tarafta, hiç tanıyamadığı babasının yanında bir yer vermeden önce, ölümünden sonra yaşananlara, aslında varlığıyla bu dünyaya hiçbir şey katmadığını anlayana kadar şahit olmasını sağladı.

Söke/Aydın

29 Eylül 2008 Pazartesi

Big Fish

Kahramanımız Edward Bloom (Ewan Mcgregor), gecenin bir yarısı ormanda yolunu kaybetmiştir. Her tarafında ağaçlar, örümcek ağları vardır. Korktukça örümcek ağları büyümeye, ağaçlar canlanıp dallarıyla kendisini sarmaya başlar. Tam ağacın dallarından biri boğazına dolanmışken, aklına yıllar önce görmeye gittiği cadı gelir. Bir rivayete göre, insanlar o cadının cam gözüne baktıklarında nasıl öleceklerini görmektedirler. Cadının gözünde kendi ölümünün nasıl olacağını görmüş olan Edward, her ne olursa olsun o gece ormanda ölmeyeceğinin farkına varır. "Hey, ölümüm bu şekilde olmayacaktı ki!" deyip, korkusunu yendikten sonra ağaçlar yeniden ağaç olur, örümcek ağları da yolundan çekilir.

Bir diğer sahnede yine edward, çalıştığı sirkin patronu olan Mr.Colloway'le (Danny Devito) konuşmak için karavanına gider. Ancak karavanda onun yerine azmış bir kurtla karşılaşır. Kurt, Edward'a saldırır, bir süre boğuşurlar. Edward yere kapaklanır ve yerden aldığı bir dal parçasını kurda fırlatır ancak sopa kurdun gerisinde bir yere düşer. Kurt koşup sopayı kaptığı gibi Edward'ın önüne koyar ve sopayı yeniden fırlatmasını bekler. Aslında kurdun canı oyun istiyordur. Bunun üzerine Edward şu cümleyi kurar. "O gece keşfettim ki, kötü ya da şeytanî sandığınız çoğu şey aslında sadece yalnızlık çekiyordur ve sosyal inceliklerden haberdar değildir."

12 Eylül 2008 Cuma

Galatasaray-Juventus (2 Aralık 1998)

Statü gereği 25 kasım taihinde oynanması gereken maçtan önce Galatasaray, Juventus'un önünde grup lideridir. Ancak maç tarihinden birkaç gün öncesinde basına, terörist başının İtalya'da çekilmiş görüntüleri düşer. Bu görüntülerde kendisi İtalya'nın lüks semtlerinden birindeki yazlık villasında gömlek ve şortuyla verandada gezmekte, keyfi yerinde gözükmektedir. Bunun üzerine harekete geçen Türk Hükûmeti elebaşının ülkemize teslim edilmesini talep etse de, İtalyanlar bu isteği reddeder. Bu gelişmelerin ardından sokaklara dökülen Türk halkı ellerindeki İtalyan mallarını sokaklara döküp yakarak, bundan böyle İtalyan mallarını protesto edeceklerini bildirirler.

Olayın politik tarafında bunlar yaşanırken, Juventus'lu futbolcular can güvenliklerinin olmayacağı gerekçesiyle İstanbul'a inmek istemediklerini söylerler. Juventus kulübünün uğraşları sonucu maç bir hafta ertelenir. Aslında bu ertelemenin sebebinin sakat olan Del Piero, Zidane gibi isimlerin bir hafta daha dinlenmelerinin istenmesi olduğu açıkça görülse de, olay Avrupa kamuoyuna "Barbar Türkler" imajı olarak yansır. Bununla da yetinmeyen Juventus kulübü maçı tarafsız sahaya almak için çok uğraşsa da, Türkiye'nin UEFA'ya olası bütün önlemleri alarak Juventus kafilesinin can güvenliğini sağlayacaklarını garanti etmesinin ardından maçın bir hafta rötarla Ali Sami Yen'de oynanmasına karar verilir.

Juventus kafilesinin, Türkiye'de zehirlenme ihtimalleri olduğunu öne sürerek Türkiye'de kalacakları süre boyunca ihtiyaçları olan yiyecekleri yanlarında getirmeleri, başta Zidane ve Inzaghi olmak üzere futbolcuların İtalyan basınına verdikleri kışkırtıcı demeçler, Juventus'lu futbolcuların sahaya -daha güvenli olduğu için- helikopterle iniş yapacaklarının konuşulması ortamı iyice gerer. Tüm bunlar karşısında yeterince öfkelenmiş milletimiz, bir de basının "şehitlerimiz için oynayın" baskısıyla iyiden iyiye zıvanadan çıkar. Maçta sahaya atılacak en ufak bir pet şişesinin bile, Galatasaray'ın kupadan ihracına ve dolayısıyla Türkiye'nin itibarına gölge düşmesine neden olacağı kesin gibi bir şeydir.

İşte böyle bir atmosferde oynanan maçta 1-0 geriye düşen Galatasaray, doksanıncı dakikada Suat Kaya'nın kafa golüyle bir puanı alır. Golden sonra içinde tek bir Galatasaray taraftarı bulunmayan evimizde abimin attığı sevinç çığlıklarını, annemin ağladığını gayet net hatırlıyorum. Ayrıca benzer sevinçlerin o an milyonlarca kişinin evinde de aynı şiddetiyle yaşanmış olduğundan da eminim.

Daha sonra Galatasaraylı Suat, kendisine şehit aileleri tarafından yazılan teşekkür mektuplarından bahsetmiştir. Bu maç da bize Avrupa'nın gözünde PKK'nın barbar Türkler'in zulmüne isyan eden direnişçi grup olduğunu önemli ipuçlarıyla anlatmıştır.

Futbolun asla sadece futbol olmadığına en güzel örnek bu maçtır.

İtiraf

Daha yaşım 12, orta 1'e gidiyorum. Bir kıza aşık olmuşum güya, şiirler yazıyorum. O zamanlar aşkı algılayışımız da farklı tabi, "saçların ne kadar sarı, ah ben tutuldum sana" türünden şeyler çıkıyor ortaya, komik oluyor ama ben tabi geceleri [gece derken orta 1'e giden adamın gecesi 20.00-22.00 arası elbette taş çatlasa] onları okuyup yarı heyecan yarı sevinç bir şey hissedip duygulanıyorum, atv'de hastane dizisini izliyorum fırsat kalırsa. bir şiir defterim var, her akşam "gözlerin ne güzel, günler geçmiyor sensiz" diye şiirler ekliyorum mutlaka, ertesi gün eş-dost okuyor, toplaşıp sınıfça ağlaşıyoruz.

Bir gün bir şiir daha ekledim oraya ama o şiir benim değildi, yazın tanıştığımız bir gitarist abinin kendi sözleriydi, hatta bestesi de vardı şiirin, daha profesyonel bir şeydi. Ertesi gün de sabahtan bir arkadaşa okuttum, çok beğendi. Ben abartıp "müziği de var bunun" dedim, söyledim. Daha bi' etkilendi. Sonra önüne gelene yaydı bunu, belki engel olabilirdim ama benim de içten içten hoşuma gitmişti bu durum. Sonuçta çocuk sayılabilecek bir yaştaydım ve bu ilgi beni çok mutlu ediyordu. Ama sonra iş büyüdü, kontrolden çıktı ve müzik öğretmenime kadar ulaştı. Öğretmenim hemen şarkıyı söyletti bana, çok sevdi şarkıyı da. Beni okulun sene sonundaki gösterilerinde çıkarmaya karar verdi.

Yanıma 3 vokalist kız verdiler, "Charey'in melekleri" diye isim taktılar. Ders çıkışlarında, öğle aralarında müzik odasında toplanır olduk. Abilerin ablaların elinde bir enstrüman mutlaka oluyordu orada, piyano vardı orta yerde, hayatımda ilk kez davul seti görüyordum. Müzik odasındaki derslerin bitiminde, sınıf dağılırken piyanoya yaklaşarak bir tuşuna -ve genellikle en kalın notasına- basıp da öğretmen "kim o terbiyesiz?" diye aranırken kalabalığa karışan sınıf arkadaşlarımın aksine, o piyanonun başına istediğim zaman oturuyor ve çalamıyor olsam da dilediğim kadar oynayabiliyordum onunla.

Aslında önceleri doğruyu söylemeye pek çok kez niyetlendim ama hem çocukluğun verdiği korkaklık, hem de yakalamış olduğum şeylerden vazgeçmek istememe dürtüsüyle sürdürdüm yalanımı.

O sene sonunda konsere çıkamadık, yeterince iyi değildik. el ele tutuşmuş şarkı söyleyen kötü sesli çocuk koroları gibi oluyorduk. Ben de utancımla hep geri durdum müzik odasından ve o abilerden, ablalardan. Ta ki bir gün kendim beste yapmaya, söz yazmaya başlayana kadar da cesaret edemedim o müzik odasından içeri girmeye.

Bir gün bir kompozisyon dersinde bu anımı yazıya döktüm, pek çok kişinin duymasını sağladım. Bu olayı hatırlayan herkese de bana o şarkımı (!) hatırlattıklarında, gerçeği dürüstçe, utanmadan, artık o zamanki halimi, bu yalanı sürdürmek istemiş olan 'ben'i kabullenerek anlatıyorum onlara. Biliyorum ki bugüne kadar yazdığım, yazıyor olduğum ve yazacağım bütün şarkılar, aslında o odanın tozlu havasını ciğerlerine çekmeyi -yalan söyleyerek de olsa- göze almış o çocuğun duyulmak istemesinin bir sonucu.

6 Eylül 2008 Cumartesi

Arka Bahçe Maçları

bir dönem bir kamu kurumunun lojmanlarında oturuyoruz. en büyük sosyal aktivitemiz apartmanımızın arka bahçesinde, taş betonun üzerinde top oynamak. birkaç çocuğuz, hepimizin babası aynı dairede çalışıyor, aileler birbirlerini tanıyor, vs.

tabi oynarken çok heyecanlanıyoruz, hırs yapıyoruz kan ter içinde kalıyoruz, bazen düşüyoruz o taş betona kolumuz bacağımız sıyrılıyor. bazen hırsımızdan birbirimizle didişiyoruz, kavga ediyoruz. çünkü bir çocuk için belki de en büyük şey, o akşamüzeri oynanan maçta kazanan takımda yer almak.

sonra akşam oluyor, herkes evine dönüyor. çok terlediysek annelerimiz kızıyor, yere düşüp yara bere edindiysek fırça yiyoruz, falanca teyzenin oğluyla kavga ettiysek bir iki fiske de yiyoruz kıçımıza.

yaşım belki yedi, belki sekiz. maça apartman görevlimizin büyük oğlu hakan da katılmak istiyor. küçük kardeşi hep bizimle oynuyor ama, öbürü yaşça büyük olduğundan her maça katılmıyor. neyse biz alıyoruz bunu maça, benim rakip takıma düşüyor (aldım verdim usulü ile adam seçmek) ve maç başlıyor. tabi Hakan iyi oynuyor, top çalıyor, adam eksiltiyor. biz goller yiyoruz, gol yedikçe hırslanıyoruz, vs.

sonra topu alıyorum ben, Hakan'a bir çalım atayım derken plastik topun üzerine basıp kontrolsüz bir şekilde yere düşüyorum. Dizim, dirseklerim, çenem çarpıyor yere, açılıyor, kanıyor... hemen ağlamaya başlıyorum, apartmana giriyorum eve çıkmak için. zaten canım acıyor deliler gibi, apartmana kan damlıyor ama "var ya annem beni bu sefer kesin oyacak" düşüncesi içinde bir şeyler düşünmeye çalışıyorum. annem beni haşlamasın diye de -çocukluk işte- "hakan da oynadı bizimle, onun yüzünden oldu" diyorum.

akşam Hakan'ın babası geldiğinde annem Hakan'ı şikâyet ediyor ona ve adamcağız gidiyor. belki Hakan'a çok kızıyor, belki dövüyor, belki birkaç gün dışarı salmıyor ve ben dayaktan kurtuluyorum.

birkaç güne yaralarım geçiyor, eskisi gibi çıkıyorum akşamüzeri maçlarına, gollerimi sıralıyorum, yenilsem de aslında farkında olmadan eğleniyorum, çocukluğumu yaşıyorum. ama o günden sonra Hakan artık bizimle oynayamıyor. arka bahçeye bakan evlerinin kapısından çıkıyor ve bize selam verip geçip gidiyor. bir kere bile samimiyetle yaklaşamıyor yanımıza. ne kadar çok istese de, içi de gitse 'beni de oynatın' diyemiyor artık.

işte bu tabloya tanıklık ettikçe öğreniyor insan bazı şeyleri. çocuk hâlimle aklımın Hakan'da kaldığını hatırlıyorum. pek çok akşamüzeri o evden çıkarken, çok istesem de 'hakan, sen de oynasana bizimle' diyerek gülümsemeyle onu oyunumuza çağıramadığımı hatırlıyorum. ve nihayet bir gün buna cesaret ettiğimi ve onun yakında bulunan babasına bakarak tereddüt ettiğini; ve ancak benim ısrarım sonunda maça katıldığını da hatırlıyorum.

şimdi durup düşündüğümde o olayın kahramanı, apartmanımızın kapıcısı falanca bey'in oğlu hakan değil de, komşularımızdan filanca teyzenin oğlu hakan olsaydı ne olurdu merak ediyorum. annem komşu teyzeye olayı anlattığında o da "o senin oğlunun salaklığı, dikkat etseymiş biraz" demez miydi, bilemiyorum. ancak bildiğim bir tek şey varsa bu olay sayesinde hayatımın önemli derslerinden birkaçını aldığımdır.

o günden beri hayatta basit, görünmez kazaların hep olabileceğini, bu basit kazalar sonucu insanların sakat kalabileceklerini, ölebileceklerini, yakınlarının ölümlerine sebep olabileceklerini unutmamam gerektiğini, bu basit kazaları ufak sıyrıklarla atlatmanın kızılacak bir şey olmadığını ve hatta şükredilecek bir şey olduğunu, kendi hatasıyla (salaklığıyla) da olsa canı yanan bir çocuğa kızmanın aslında onu ikinci kez cezalandırmak olduğunu ve ona, o durumda mutlaka şefkât gösterilmesi gerektiğini, insanların meslekleri ve hatta babalarının meslekleriyle değerlendirilmemesi gerektiği, aslında hepimizin bu dünyada benzer hislerle, benzer duygusallıklarla yaşadığımızı ve sosyal statülerimizin bir diğerine üstün gözükmesinin bizi uğradığımız haksızlıklarda koruyan şey olmaması gerektiğini, çocukların bazı şeyleri düşe kalka öğrendiklerini ve oyuna başladıktan sonra da birbirlerine olan kırgınlıklarını çabucak unutabiliyor olduklarını öğrenmiş oldum.

Okulu Bırakmak

öğrencilik hayatımda başıma gelen en kötü olaydır.

lisenin popüler tiplerindendim ben Okulun müzik grubunun kurucu üyesiydim. söz yazıyor, beste yapıyor, kızların gitar çalan erkeklere gönül vermesine bir de kızların kendilerine beste yapan erkeklere gönül vermesini eklemiş gidiyordum. neredeyse bütün hocalar tanıyordu beni, her türlü sorunumu gidip onlarla içtenlikle konuşabiliyordum. çok iyi bir arkadaş grubum vardı -ki kendileri hâlâ en iyi dostlarım kümesinin demibaşlarıdırlar, vs.

ama tabi o zaman internet yaygın değil, sözlüklerden haberimiz yok, yeni başlayanlar için üniversite başlığına hiç bakmamışız. içimizden diyoruz ki "oğlum daha lise böyleyse, üniversite kimbilir nasıldır?", "daha lisede gönül veren kızlar, üniversitede ders notu da verirler". hayal kuruyoruz tabi, gireriz üniversiteye, sağlam grup kurarız, şarkılar yazarız. derslerde hocalarla konular hakkında tartışmalara katılırız, araştırırız, öğreniriz. zaten bize hep öğretilegelmiş "üniversiteye bi' gir, hayatın kurtulacak" diye, biz de safız, inanmışız.

ama tabi bunların hiçbirisinin gerçek olmadığını daha ilk aydan anlıyoruz. okulun panosuna astığım müzisyen aranıyor ilanlarını hademeler "yassah hemşerim" diye söküyorlar, bir müzik topluluğu kuralım diyoruz, "gomünüs müsünüz len?" diyor rektör amca izin vermiyor. haliyle demoralize oluyor insan, motive olamıyor, egzajere ediyor durumunu.

karnesinde hiç 2'si olmamış biriyken, dersten kalmak nedir öğreniyorsun. hocalarına kağıdına bakıp yanlışlarını görmek için gittiğinde izin vermiyorlar, seni dersten bırakmayı marifet sayıyor bazıları. sanki dersten bıraktıkları kişi sayısıyla övünüyorlar. (yaz okulunda para kıran hocalar) öfkeleniyorsun.

lisedeki dostlukların onda birini bulamıyorsun. sınav dönemi "abi bize muhasebe anlatır mısın?" diye dibinden ayrılmayan tiplerin, tatil boyunca aramadıklarına, yolda karşılaştığınızda seni tanımadıklarına şahit oluyorsun. sen derste not tutmaya çalışırken, üniversitenin kantininde kız kesmekte olan içiboşların, senden notlarını fotokopi için istediklerinde onlara ders notlarını güleryüzle verdiğine ama karşılığında sınavda çıkacak soruyu biliyor olsalar da sana söylemediklerine şahit oluyorsun. her şeyin çıkar ilişkisine döndüğünü görüyorsun. üzülüyorsun.

bir de üstüne ailevi sorunlar ekleniyor, iyice aptala dönüyorsun. ailen bölünüyor, baban bambaşka bir 3. dünya ülkesine göreve gidiyor 3-4 yıllığına. hepten desteksiz kalıyorsun. ayakta durmakta zorlanır hâle geliyorsun. [ayrıntılı bilgi için: (bkz: baba]

hayatının üzerinde kontrolünün olmadığını hissediyorsun gitgide. "allah'ım nereden düştüm buraya" diyorsun her sabah ebesinin şeyindeki okula giden o sıkış tıkış serviste cama yapışmışken.

yine de gidiyorsun tabi okula, bu sebeplerle bırakılır mı okul?

sonra bir sabah -hoca yoklama aldığından gitmek zorunda kaldığın- 9.15'teki ders için sabahın 7'sinde kalkıyorsun. yine de okula 9'u biraz geçe ancak varıyorsun. sınıf tıka basa dolu, en arkada yer buluyorsun. hoca geliyor, ders başlıyor. sınıfta hep bir uğultu var, kimse dersi dinlemek derdinde değil zaten. hoca da okulun dinazorlarından, sesini kendi bile zor duyuyor.

bu ortamda tabi siz de sohbete giriyorsunuz yanınızdakiyle. tek başınıza götüremediğinizden, psikolojik desteğe ihtiyaç duyduğunuzdan bahsediyorsunuz ona. ama gelin görün ki, hocada ses yok, fizik yok, radar gibi kulak var, göz var. sizi görüyor, geliyor yanınıza. arkadaşınıza "marjinal tüketim eğilimi nedir?" diye soruyor. arkadaş cevap veremiyor tabi. bana sorsa söyleyeceğim, olay büyümeyecek ama bana tutup "niye konuşuyorsunuz" diyor. ben de sınıfın kalabalığından; sesini duyamadığımız için derse konsantre olamadığımızdan bahsetmeye çalışıyorum. "öne otursaydın ya" diyor. ben de ön sıraların kapılmış olduğundan, geç kaldığımız için arka sırada yer bulduğumuzdan bahsediyorum. "erken gelseydin" diyor. tabi kendisi ne anlasın öğrencinin halinden, araba volvo s40'tı adamın, ben kalkmışım 7'de geç kalmışım, adam kalkmış 8.00'de, 9'da internetten gazetesini okuyup çayını içer oluyor okulda. sonra bana "sersem" diyor, "serseriliğin lüzumu yok" diyor. adam koskoca prof. yanlış duyuyorumdur diyorum. "hiç sevmem bu tarz hareketleri" diye giriş yapıp "eşek herifler" diye de perçinliyor. ben artık onun seviyesini inmeyip susuyorum ama nasıl da canım acıyor, gururum kırılıyor.

sonra kürsüye geçip yoklama kağıdını alıyor eline bu adam. tek tek kontrol ediyor arada kaçan olmuş mu diye. o kadar lafı yeyip üstüne bir de yoklamada "burda" diyorum, gururumu iyice çiğniyorum. halbuki çarp kapıyı çık oysaki, zaten 20 dakikaya kalmayacak okulu bırakacaksın, değil mi?

ders bitiyor, ben çıkıyorum bunun odasına. diyorum ki "içimi dökeyim artık şu adama." haksız değilim kendi nazarımda. bir sürü sıkıntım var. diyorum ki "belki dinler yahu, belki o yanımda olmayan babamın şefkâtini gösterir, sırtımı sıvazlar, azıcık da olsa pişman olur yaptığından" ama o kapıyı çalıp giremiyorum işte. o kadar güvenim bile kalmamış adama. sersem dedi, eşek dedi, nasıl gireyim! ben de çıkıyorum okuldan, gidip öss dershanelerinin birine kaydımı yaptırıyorum o hızla. ellerim titriyor ama yaşadığım şoktan, bolca yutkunuyorum, boğazımda yumruk olmuş o diyemediklerim adama.

o dönemde tedavi görüp yığınla ilaç içmeye başlıyorum. küçük emrah gibi beyaz çorabımı ayağıma çekip, elime bir beyzbol sopası alıp "vurmayııııın!" diye bağırarak caddelerdeki araçların, dükkânların camlarını indirmek istiyorum. gece başımı yastığa koyduğumda o güne dönüp o adama diyemediklerimi, bazen çok anlayışlı bir şekilde izah eder tonda; bazen kızmış bir ruh haliyle küfür eder tonda; bazen de vicdan azabı çektirmek için duygusal tonda anlatıyorum ona, konuşuyorum. zihinsel geviş getiriyorum adeta. [ara sıcaklar için: (bkz: depresyon)]

haliyle öss de olmuyor, ikinci öğretim alakasız bir bölüm tutmuş. gitsem mi diye, daha hala düşünüyorum. sonunda vazgeçip okula geri dönüyorum. adam sanki inadıma iki aya kalmıyor bölüm başkanı oluyor. ertesi sene dekan oluyor.

ve ancak tamamen iyileştikten sonra öğreniyorum ki, bu adamın çok klasik bir numarasıymış. her sene sınıfta otorite kurmak için bir kurban seçer, gider ona kin kusar, söver sayarmış da bir daha çıt çıkmazmış sınıftan.

6 sene sonunda diplomamı bu adamın elinden aldım mezuniyetimde. önünden geçen yüzlerce öğrenciden sadece biriydim. yüzünde hepimize karşı aynı soğuk bakış, aynı yapay tebessüm vardı. o an anladım ki; o gün dersten sonra gidip bir dershaneye kayıt olmak yerine bir trenin altına atlamak isteseydim, eminim ki ne beni ne ismimi ne yüzümü hatırlayacak, ne de vicdanı azıcık sızlayacaktı.

Final Kaçırmak

Öğrencilik hayatımda başıma gelen en kötü ikinci olaydır.

Bölümün final dönemi sınav listesi yapılmış ama dersler sınıf sınıf ayrılmamış da, -hangi akla hizmet ise- alfabetik sıra yapılmış. 2'nin dersi, 3'ün dersi hepsi bir orgy tadında alt alta üst üste...

Baktım listeye, aynen şöyle görünüyor:

...
...
214 Mathematical Eco. 30 Haziran 2004 Saat: 11.00
114 Mathematics for Eco. 30 Haziran 2004 Saat: 09.00
...
...

Şimdi kodundan da anlaşılacağı üzere üstteki sınav 2. sınıfın, alttaki 1. sınıfın. Ben iki dersi de Alıyorum. (Bu noktada bölümün bu iki dersi de alan öğrencilere yaptığı piçliğe hiç değinmiyorum) Hadi dedim '2. sınıfın matematiğinden zaten kaldım kalacağım, bari 1. sınıfınkini geçeyim'. "Sabah 11'de sınav" diyorum içimden, "2 saat daha uyumuş olurum ilk sınava girmezsem."

Oturdum İvan Drago'yla boks maçına çıkacak Rocky IV gibi hazırlandım evde. gece geç bir saatte yattım. Nasıl hırs yaptıysam gece rüyamda matriser görüyorum, problemler çözüyorum. Matrisin tersini alırken farkında olmadan sağdan sola dönüyorum yatakta, beyin iyice koşullanmış artık.

Sınav için saat 10'da okulda oluyorum, kapıda üst sınıflarla sohbet falan ediyorum. 11'e doğru sınıfa bir geliyorum, herkes yeni yeni çıkıyor sınavdan. Meğerse 9'daymış sınav, kaçırmışım. Kimisi gülüyor, bazısı acıyor. Bir tanesi "salaaa bak" falan diye gülüyor şerefsiz.

Hemen giriyorum sınıfa, hoca ortalarda geziniyor.

-Hocam afedersiniz, ben geç kalmışım sınava.
+Tamam kaldın, çık dışarı.
-(Şaşkınlıkla sesini yükselterek) Hocam nasıl olur? Ben sınavın saatini...
+(Bağırarak) Kaldın işte, uzatma! Arkadaşların sınav oluyor, çık dışarı!

Kapıya çıktım, sinirden neredeyse ağlayacağım. Bütünleme yok, yaz okulu açılmıyor... Öyle mal gibi kalmışım, herkesin tuzu kuru tabi, vermişler sınavı canavar gibi soruları konuşuyorlar. (Üniversitedeki dostlukların lise dostluklarının yerini tutmaması)

Hoca sınav bitince çıktı dışarı. Durumu izah etmeme izin verdi (Eksik olmasın). "Rapor bul" diyor inatla, "yoksa kaldın". Durumumu görüp acımıyor bile hâlime.

Apar topar gidiyoruz hastaneye, bir doktor torpili ile 3 günlük rapor alıyoruz. Okula geri dönüyoruz. (Okul da ebesinin şeyinde afedersin, git git bitmiyor yol) Dekanlığa çıkıyoruz, dekan yardımcısı"5 doktor imzalı rapor olacak" diyor. Aslında kastedilen Heyet Raporu ama "hastanede 4 doktor çevir, imzalat. yeterli olur." diyor adam dalga geçer gibi.

Yine ebesinin şeyi birimiyle ölçülen yolu gidiyoruz hastaneye, 4 doktor buluyoruz, imzalatıyoruz. İstinasız 4'ü birden "imzalayayım ama böyle bir rapor usûlsuz aslında, geçerliği yok" diyor. (Biliyoruz be adam, biz de biliyoruz)

Okula dönüyoruz. o gün 5 ebesinin şeyi uzuluğunda yol katetmiş oluyoruz böylece. dekan yardımcısı alıyor raporu, "dekan bey'e göstereyim, kabul ederse..." falan derken giriyorum araya "yahu ne biçim bir okul burası! hocası ayrı dert, dekanı ayrı dert! öğrenci temsilcileri komitesi diye bir şey icat etmişsiniz, şenliklerde korumalık yapmaktan başka yaptıkları hiçbir halt yok! öğrencinin yönetimle iletişimi sıfır! sınav programını hazırlamayı bile bilmeyen görevlilere sahip..." türünden giriyorum. adam sakinleştiremiyor beni, bir yandan da tırsıyorum "terbiyesizlik yapma, al raporunu da git" diyecek diye. ama o da haklı olduğumu eşek gibi biliyor.

hocaya yazı gitmiş sonra, 'charey adlı öğrenci hastaymış o gün, sınava gelememiş' diye. o da biliyor hasta falan olmadığımı ama 'benim öğrencim işini bilir' diyor içinden, gerçekten haklı bir mazereti olan öğrenciye yapacağı insanca yaklaşımdan daha doğru buluyor usûlüne uydurulmuş bu yöntemi.

ertesi senenin güz döneminin final haftasında yeniden alıyorum sınavı. hoca sanki ağır hastalıklar geçirdiğim için okulu uzatmış olduğumu bilmiyor gibi "bu sefer geçecek misin? niyetli misin?" diye dalga geçiyor bir yandan sınav öncesi, moral bozuyor. oysa ben b1 ile geçiyorum sınavı. hoca ile el sıkışıp centilmence ayrılıyoruz sahadan.

(bu da mı gol değil ha söyleyin, bunu da mı atamadım)

3 Eylül 2008 Çarşamba

Kimlik

Dolmuşun en arka koltuğundayım, camdan yansıyan görüntüme bakıyorum. Gözlerimin altı günden güne çöküyor, beyaz, hassas tenim, üzerine defalarca basılmış ayakkabıların derisine benziyor. Daha sabah tıraş olmuşum, sakallarım uzamış. Gözlerim, içinde onlarca kişi soluk alıp veriyormuş gibi buğulanmış. Baktığım şeyleri seçemiyorum.

Üzerimde taşıdığım sorumluluğu her an hatırlatan bir takım elbise var. Çalıştığım yerdeki kimseye benzemiyorum. Gün içinde senli benli konuştuğum kimseler de yok. Masam dosyalarla, evraklarla, içinde dünyanın sırlarını taşıyan ağır bir diz üstü bilgisayarla kaplanmış. Soluk alacak zaman yok. Uzakta bir yerlerde bir telefon çalıyor, sesi rahatsız edici. Kimseler bakmıyor telefona, ellerim uzanmıyor. Öfkeden gözlerim kararıyor, düşüyorum.

Düştüğüm yer buluttan, her yer masmavi. Kulağıma tanıdık melodiler geliyor. Aşağıda bir yerlerde o çocuğu görüyorum. Üzerinde en sevdiğim kot pantolonum, mavi tişörtüm var. Gözlerini kısmış, kim bilir kime aşık olduğumu sandığımı bile hatırlamadığım birine yazdığım, ondan çok beni, -hani olur ya- bir gün birbirimizi çok seversek gözlerine bakarak mırıldanacağım sözlere sahip şarkıyı söylüyor. Biliyorum, öyle bir şarkı yazmış olmak ya da birisinden yazdığı şarkıların söylediği bütün şarkılardan daha güzel olduğunu duymak istiyor.

Çevresindekileri de seçiyorum. Beraber büyüdüğü insanlar... Sanki hep birbirlerine benzeyecekler, hep aynı şeylere gülüp, aynı değer yargılarını taşıyacak, haftanın her cuması buluşup geç saatlere kadar zamanın nasıl geçtiğini anlamadan sohbet edecek, bir sonraki çalışmayı hangi gün yapmaları gerektiğini tartışacak, kendisini mızmızlıkla suçlayacak ama hep çok seveceği insanlar...

Çok sevdiği bir ailesi de var. Kendi içinde -kendilerince- sorunları olan, zaman zaman şiddetli iletişim kopuklukları yaşayan; ama yeri geldiğinde kenetlenmeyi de bilen bir ailesi...

Uzakta bir yerlerde bir telefon çalıyor, sesinden rahatsız oluyor. Kimseler bakmıyor telefona, elleri uzanmıyor. O telefona uzanmak, arayanın kim olduğunu, kime ulaşmak istediğini sormak istiyor. Bilmediği yerlere gitmek, tanımadığı insanlar tanımak, çok okumak, gördüklerini yazmak, tonlarca hayata nüfuz etmek istiyor.

Ortalık ışıyor. Kendimi bir masa başında buluyorum. "Bugün çok çalıştın" diyor. "İstersen erken çık."

Eşyalarımı topluyorum. Herkese mesafeli "iyi akşamlar" dileklerimi iletip sahip olduğum yeni kimliğimi arkamda bırakıyorum.

Baba

sizin için ne kadar önemli olduğunu ondan uzak kalana kadar anlayamayacağınız kişidir.

babanız bir iş dolayısıyla yurt dışında görevlendirilmiştir. öyle birkaç hafta da değildir üstelik süresi. birkaç yıl birimiyle ölçülür. gitmeye mecbur olduğunu bildiğiniz halde "gitme" dersiniz, tabiki sizi dinlemez.

sonra bir gün havaalanının ne kadar sıkıcı, ne kadar boğuk bir yer olduğunu fark edersiniz. koca koca pencerelerin önünde onu göremeyeceğinizi bildiğiniz halde beklersiniz el sallamak için. erkekliğe .ok sürdürüp ağlamayı göze alamazsınız ama tuttuğunuz gözyaşları yüzünden suratınız patlıcana benzemiştir haberiniz yoktur.

sonra kocaman bir uçağın arkasında ne kadar çaresizce kaldığınızı görürsünüz. sanki koca uçağın bir kalbi varmış gibi, sizin halinizi görüp kalkmamasını beklersiniz ama apartman büyüklüğündeki şey uçar gider sizi görmeden, siz de artık -uzun bir süreliğine- bir kişi eksilen ailenizle evinize dönersiniz.

artık eve geldiğinde sizinle hiç konuşmayan, televizyonun başında gecelere kadar haberleri izleyen birisi yoktur evinizde. siz odanızda ders çalışırken, odanıza hiç uğramasa bile salonda oturduğundan emin olduğunuz o adamın varlığı kaplamıyordur hiçbir yeri.

hayat her yönüyle devam etmektedir oysa ama sabah sizinle aynı saatte kalkıp, uykulu gözleriyle sizinle neredeyse hiç konuşmayan o adam yoktur kahvaltı masasında. belki de cebindeki son parasını size harçlık olarak verirken bile sizi öpmekten çekinen adamın verdiği paranın çok daha fazlası giriyordur cebinize ama yine de bazen onun size para vermesini ve sizin cebinizde çok çok az paranız olduğu halde teklifini geri çevirdiğiniz günleri özlersiniz.

okula arabayla gidip, saçma sapan şeylere para harcarken, sizi lafını esirgemeden eleştiren o adamın yanınızda olmasını istersiniz.

bazı geceler, eve geç geldiğinizde siz dönene kadar uyumayan, siz eve geldiğinizde ise tek söz söylemeden yatan o sert adamı özlersiniz.

sonra okulda iyi geçen bir sınav sonrası ona haber vermek için telefon ettiğiniz günleri hatırlar, saat farkı, telefon faturası,vb. gibi saçma nedenlerle onu arayamıyor, sevincinizi paylaşamıyor olduğunuz için üzülürsünüz.

her ne konuda olursa olsun, anlamadığınız bir şeyi sorabileceğiniz ve konu hakkında hiçbir şey bilmiyor olsa da, size verdiği cevap, konunun uzmanlarından bile daha tatmin edici gelen o adamı ararsınız.

beraber zaman geçirme fırsatlarını, uyku, televizyon, bilgisayar gibi bahanelerle harcadığınız için pişmanlık da duyarsınız.

evde ailecek ona telefon ettiğiniz günler sizi asla avutamaz. daha önce hiç gitmediğiniz, nasıl olduğunu hiç bilmediğiniz bir ülkede iyiyim dese de ona inanmak gelmez içinizden.

ona bakıp "seni çok seviyorum baba" demediğiniz ve diyemeyeceğiniz her an için kendinizden nefret edersiniz.

hayatınızda ilk kez, şarkıların sadece aşk için yazılmadığını anlarsınız.

sonra bir gün, izinli olarak döndüğünde, sizi bırakıp gittiği halinden ne kadar uzaklaşmış olduğunu görürsünüz. kocaman dünyada, giderek farklılaşan iki insan olmuşsunuzdur. farklı ülkelerde, farklı kültürlerde yaşayan iki yabancı gibi hissedersiniz ve -eğer bir gün olursa- çocuğunuzu ve ailenizi bırakıp hiçbir yere gitmeyeceğinize söz verirsiniz kendi kendinize...

25 Ağustos 2008 Pazartesi

Eski Zaman Korkuları

Doksanlı yılların ortaları... Gün aşırı yayın kesiliyor, tam da en sevdiğim Kemal Sunal filminin orta yerinde Show TV'nin o iç karartan siyah zemin üzerine koca puntolarla yazılmış isminin altında "Son Dakika" yazısı beliriyor. Bir köy daha basılmış, insanlar kurşuna dizilmiş ya da yine hain bir pusuda onlarca can vermişiz.

Ben hayatımın baharındayım o zamanlar, tek derdim sabahları annemi karnımın gerçekten ağrıdığına, bunun okuluma gitmemek için bir bahane olmadığına inandırmak. İstemeye istemeye gittiğim o okulun kapısından içeri girince her şeyi unutmak, arkadaşlarımla beraber top peşinde koşmak, top bulamazsak top yerine geçebilecek -ezilmiş kola tenekesi ya da at kestanesi- bir şeyler bulup kan ter içinde, nefes nefese kalan kadar koşturmak.

Her gece yatmadan önce annemi ve babamı öptüğümü, abim ve ablama defalarca kez iyi geceler dediğimi hala hatırlıyorum. Sanki her şeyin uzağında, başkantte, bir gece ansızın kapımız kırılacak, içeri maskeli silahlı insanlar doluşacak ve hepimizi kurşuna dizecekler.

Kendimi hep ailenin kahramanı olarak gördüm, şimdi düşünüyorum da öyle bir durumda yapacağım şeyler hakkında hayaller kurmam, silahlı adamların üzerine sıçrayıp silahlarını ellerinden düşürmem, sonra abimin o silahla adamları evden atacağını düşünmem çok da ütopik gelmeyen ve o soğuk, daha sonra şiddetlice hissedeceğim kalbimdeki o küçük kuşun kanat çırpmalarını birazcık hafifletecek düşüncelerdi. 10 yaşımı azıcık geçmiştim, korkuyordum.

Uzun zamandır hiçbir şeyden böylesine korkmadım. Kendimce büyük acılar yaşamış, benim gibi zayıf yaradılışlı bir insanın tahammül edebileceğinden çok daha fazlasını görmüş biriyken bile, eski zaman korkularımın beni hala içimde bir yerlerde beklediklerini bugün daha iyi görüyorum.

Siyah-beyaz, temiz-kirli, sağlam-çürük ve bildiğim bütün zıtlıklar... Bir bakışta tanıyabileceğimi sandığım bütün kötüler, gözlerinde gördüğümde hep inandığım bütün iyiler... Karanlık bir odada kahkahalarını duyuyorum, bana gülüyorlar. Ne kadar güçlü, ne kadar kendimi kurtarmış gözüksem de oradalar. Sevdiklerimi görüyorum yanlarında, sanki her an, sanki bir şekilde onları benden alacaklar, ben yine bir şekilde dipsiz bir kuyunun duvarlarına çarpa çarpa düşeceğim ve yeniden yükselebilmem için zemine çarpmam gerekecek...

17 Ağustos 2008 Pazar

Asal

Kimseler anlamadı
Neden bu kadar çok
Sevdik birbirimizi...
Çünkü biz
Aramızda asaldık...

15 Temmuz 2008 Salı

Müzisyen

Kendimi zaman zaman aralarında, onlardan biri gibi hissetmekten gurur duyduğum, gözümde dünyanın en yetenekli insanlarına verilen ortak addır.

Birkaç sene öncesi, babamın görevi dolayısıyla Türkî Cumhuriyetlerden birindeyiz. Fena halde sıkılıyorum, arkadaş yok, ortam yok. Gitarımı da yük olur diye getirmemişim ama, içimden şöyle birazcık çalmak geçiyor. Bir stüdyo olduğunu duyuyorum; ancak orada sektör bizimki gibi değil, her adım başı öyle prova stüdyosu yok. Kayıt stüdyosuymuş. Yer ayırtıp gidiyorum.

İçerde bir adam var. Çalışma ile kanal kayıdın aynı para olduğunu söylüyor, dumur oluyorum. İstedikleri cüzî bir miktar… Şansıma grup Türkiye'de kalmış bizim, elemanlar sahillere akmış, Kırgızistan'a gelin diyecek halim de yok. "Ben yardım ederim" diyor adam ısrarla, "davulları, basları cihazdan alırız. Gitarı sen çalarsın, soloları da ben atarım" diyor.

Anlaşıyoruz, kayıda girişiyoruz. Adam şarkılara solo atmakla kalmıyor, aranjmanlar yapıyor. Hayatımda gördüğüm en yetenekli müzisyenlerden biri olmasına rağmen, amatör bir ruhla benim şarkıları adam ediyor, bu işten müthiş keyif alıyor. Bazen evden stüdyoya gelince, adamın gece şarkıya yeni şeyler eklemiş olduğunu görüyorum, bana sevgilisine sürpriz yapmış yurdum delikanlısı şeklinde sunuyor bu yenilikleri de. Bir iki üç derken bir sürü şarkı kayıt ediyoruz.

Sonra tatil bitiyor, ben Türkiye’ye dönüyorum. Bir sene ayrı kalıyoruz.

Bir sene sonra yeniden gidiyorum ülkesine. Çaldığı bara gidip ben de ona sürpriz yapmak istiyorum; ancak bir de hediye alayım diyorum. Oranın en büyük alışveriş merkezine gidiyoruz. Bir müzik evine giriyoruz, orada bir Fender Telecaster (bkz: elektrogitar) görüyorum. Üç single manyetik var üzerinde. Hatırlıyorum da Andrei’nin gitarının aynısından. Fiyatını soruyorum 250 dolar diyor satıcı. Andrei’nin gitarı hakkında "1500 dolar verdiler satmadım" dediğini hatırlıyorum. Üzerinde durmadan çıkıyorum müzik marketten.

Akşam oluyor, bara gidiyoruz. Andrei beni gördüğüne hiç sevinmiyor, "hoş geldin, beş gittin" deyip ayrılıyor yanımdan. Canı sıkkın dolanıyor ortalıkta. Yanına gidip "bir problem mi var?" diye soruyorum. "Gitarım yok ortalarda" diyor. O an flashback'ler çakıyor beynimde (bkz: beyinde flashback çakması), kendisine öğle vakti gördüğüm Telecaster’ı anlatıyorum. “250 dolardı” diyorum, “üzerinde üç single manyetik vardı” diyorum. Bana "dostum üç single'lı Telecaster'lar dünyada 100 tane. Özel üretim, 1500 dolardan aşağı olmaz ve üstelik ikisi bu ülkede olsa mutlaka haberim olurdu" diyor.

Toparlanıp polise gidiyoruz. Ancak gitmeden önce bir adama uğruyoruz. Ben "niye geldik buraya?" diye afallamışken, Andrei "bu adam bize poliste yardım edecek" diyor. Haklı olduğumuz bir konuda bile polise referanssız gidemiyor olduğumuz bir ülkede bulunduğumuz için üzülüyorum.

Karakola girmeden Andrei bana dönüyor "sen mecbur kalmadıkça hiç konuşma" diyor. "Yabancı olduğun anlaşılırsa fiyat iki katına çıkar." diye de ekliyor.

Karakolda bir süre derdimizi anlatmaya çalışıyoruz. Bir polis bize katılıyor, bana sorular soruyor, anlamıyorum. Andrei olayı anlattırıyor bana. Gitarı gördüğümü, önceki sene kayıt yaptığımızı söylüyor. "O da müzisyen" diyor. Polisi evine bırakıp ertesi gün için randevulaşıp ayrılıyoruz.

Sabahın köründe geliyorlar beni almaya, müzik evine baskına gidiyoruz. Satıcı şok oluyor, bir adamın gitarı kendisine satılması için bıraktığını, 200 dolar istediğini, üzerini komisyon olarak vereceğini söylediğini anlatıyor. Polis, gitara el koyuyor. Andrei "akşam barda görüşürüz" deyip ayrılıyor.

Akşam bakıyorum Andrei var, gitar yok. Polisler biraz rüşvet, barda sınırsız eğlence ve birkaç Rus kızı istemişler gitarı vermek için. Neyse ki hırsız bardaki garsonlardan biriymiş de, Andrei gitarla birlikte çalınan distortion pedal'ını birinci elden geri alabilmiş. (Teknik tabir kullanıyorum ki yabancı olduğumuz anlaşılmasın) birkaç gün eski gitarıyla idare ediyor, sonra gitarına kavuşuyor.

Kulaklarımda bana grupça ettikleri teşekkürün arasına sıkışmış, vokalistin o sözleri var hala: "Eğer ben sesimi kaybetmiş olsam, herhalde ölürdüm."

O zaman onlarla aramızdaki farkı anlıyorum. ben gitarımı yük olur diye Türkiye’de bırakabilecek bir amatör iken, onlar enstrümanlarından birkaç günlüğüne de olsa ayrı kalmak istemeyen müzisyenler...

3 Temmuz 2008 Perşembe

Yönetmenliğe Yükselme Sınavı - Sivas (28.06.2008)

Yola çıkalı üç saat oldu, mola yerindeyiz. Merdivenlerde durmuş, park halindeki otobüslere bakıyorum. Terk edilmiş bir kasabadayız sanki, gece vakti bir tek dinlenme tesisi ışıl ışıl. Çevremde bana benzeyen kimse yok.

Karşıdan yaşlı bir amca geliyor, yüzü aydınlık. Gözleri küçücük kalmış, ak sakalları yüzünü kapatıyor. “Çay içtin mi?” diyor bana. Duymuyorum, “efendim amca?” diyorum. “Çay iç” diyor, “ısıtır.” Gülümsüyorum. “Yolculuk nereye?” diye soruyorum “Sivas’tan geldim, Ankara’ya gidiyorum” diyor. Hayırlı yolculuklar diliyorum, teşekkür ediyor, otobüsüne biniyor.

Başka bir otobüs yanaşıyor dinlenme tesisine. Bu kendi memleketimin firması… İçinden Erzurumlular iniyor. Tıpkı halam gibi giyinmiş, gözlerinden başka hiçbir yeri görünmeyen bir kadın iniyor otobüsten, kocası önünde yürüyor. Kadın merdivenleri çıkarken zorlanıyor, düşeceğini hissediyorum. Ben yanına yaklaşmışken sendeliyor, düşmemek için ellerini zemine koyuyor. Yetişiyorum, kolundan tutup doğrulmasına yardım ediyorum. Kocası sonra fark ediyor kadını, bana “Allah razı olsun” deyip karısının koluna giriyor. Beş dakika geçmeden, ikisini yine merdivenlerde görüyorum. Amca bu sefer arkada bırakmamış teyzeyi, koluna girmiş merdivenlerden inmesine yardımcı oluyor.

Moladan sonra hep uyuyorum. Otobüs otelimin önüne gelene kadar da uyanmıyorum. Otel odası kötü değil. Duş almak istiyorum; ancak terlik getirmeyi unutmuşum. Vazgeçip uykuya dalıyorum.

Birkaç saat sonra üstad arıyor. Kahvaltı yapmaya gidiyoruz. Sivas sokakları tahmin ettiğimden daha temiz, daha ferah duruyor. Orta halli bir pastanede bir şeyler yedikten sonra şubeye gidiyoruz.

Sınav başlıyor, ben gözetmen olarak görevimi fazlasıyla benimsemişim. Salonun ortasında dolanıyorum. Üstadın dikkatli olmam konusunda uyardığı personeli yanındakiyle konuşurken görüyorum. Adımlarımı sıklaştırarak yanına yürüyorum. Kösele tabanlı ayakkabılarım tabanı dövdükçe çıkan sesi fark ediyor, konuşmayı kesiyor. Varlığımı hissettiğini biliyorum, bir daha tenezzül etmiyor.

Sınav bitiyor, kimileri üzülüyor, kimileri seviniyor. Yanındakiyle konuşan personel kazanamamış sınavı. Yardım beklediği kadın ise başarılı olmuş. Üstad kadına “Bu sefer yanınızdaki beyi geçiremediniz” diyor, kadın “ben geçirirdim de sizden korktum Müfettiş Bey” diyor, gülümsüyorum. İnsanlar evlerine giderken, biz bir cumartesi günümüzü işimize ayırıp görevimizi layıkıyla yerine getirmiş olmanın huzuruyla ayrılıyoruz şubeden.

Sivaslıların Tokat mutfağından alarak kendi mutfaklarına kattıkları Sivas Kebabından tatmaya, Lezzetçi adında bir restorana gidiyoruz. İçerisi oldukça sıcak; ancak yemekler çok lezzetli. Cüzi bir fiyata keyifli bir yemek yiyoruz.

Bavulumu toplamak için gerisingeri otele dönüyorum. Apar topar hazırlanıp arabaya iniyorum. Bankamızın şoförü zamları soruyor, “yüzde on-on beş arası” diyorum. Maaşının az olduğundan, zamların maaşına fazla etki etmediğinden, ev kirasından, geçim sıkıntısından bahsediyor. Yönetim Kurulu üyelerimize bu durumu aktardığını söylüyor. “İyi yapmışsınız, kulaklarının bir köşesinde kalmıştır.” diyorum. Otobüse binene kadar yanımda kalma konusunda ısrar ediyor, beklemesini istemiyorum.

Dönüş yolculuğunda neredeyse her köy ayrımında durup yolcu indiriyoruz. Gençten bir kız iniyor yine bir köy yolunda, bir amca bekliyor kendisini. Üzerinde eski lacivert bir ceket, kafasında bir kasket… Kızı belli ki, sarılıyor ona. Çantasını ilerdeki traktörüne yerleştiriyor, traktöre binerlerken hareket ediyor otobüsümüz.

Her köy ayrımında bir kavuşmaya şahit oluyor, tebessüm ediyorum.

Yozgat’ta yanımdaki üç koltuğa, beş kişilik bir aile yerleşiyor. Adam yanıma oturuyor, karısını iki küçük kızıyla diğer iki koltuğa oturtuyor. Büyük oğlunu da arka sıraların birine gönderiyor. Otobüsün televizyonunda saçma bir yarışma programı açık. İçim sıkılıyor, müzik dinlerken uyuyakalıyorum.

Aynı mola yerinde duraklıyoruz. Vakit geçmek bilmiyor. Anons yapılınca yerimi alıyorum, otobüs hareket ediyor. Biraz ilerledikten sonra muavin yolcuları sayıyor, “bu arkadaki kadın öne mi geçti?” diye soruyor öteki muavine. Sonra da “yine mi yolcu unuttuk!” diye söyleniyor. Gecenin karanlığında, gidiş geliş iki şeritli bir yolda U dönüşü yapıyoruz. Otobüste bir kınama havası hakim. “Anonsu duymadı diyelim, saatine de mi bakmıyor?” diye söyleniyor amcalar. Mola yerine geri dönüyoruz. Otobüs yanaşırken herkes ayağa kalkıp gözleriyle kadını arıyor. Hayıflananlar, ayıplayanlar bakınıyoruz kadına. Kadın ortalarda gözükmüyor. Bir-iki anonstan sonra muavinle beraber otobüse yürüyor olduğunu görüyoruz. Yanımdaki amca ayağa kalkıp kadını daha iyi görmek için kapıya yaklaşıyor. Kadın yerine geçince de yanıma gelip “ağlamış” diye rapor veriyor. Yeniden yola koyuluyoruz.

Otobüsteki keskin ter kokusu uyandırıyor beni. Kısa kollu tişört giymiş olduğumdan üşümüşüm ama havalandırmayı açmazsam da boğulacağım. Yanımdaki amca da dahil otobüste neredeyse herkes uyuyor. O sırada koridorda bir ayak görüyorum. Bir bakıyorum yanımdaki amcanın eşi, kızlarından birini yüzükoyun yere yatırmış, kızın ayağı da dışarı, koridora taşmış. Muavin geçerken ayağına basar diye endişeleniyorum, uykum kaçıyor iyice. Saat gece yarısını geçmiş. Yanımdaki amca biraz daha yatay hale geliyor, poposunu da benden tarafa kaydırıyor. Büzüşüyorum cam kenarında, amcanın poposu baldırıma değiyor. Huylanıyorum. Bir süre sonra bacağım ısınıyor, amcayı dürteyim diyorum, azıcık itekliyorum öbür tarafa ama yerinden kalkmıyor poposu. Bakıyorum uykusu derin, şöyle azıcık daha itiyorum, ayılıyor toparlanıyor. Yarım saat olmadan yine aynı pozisyonu alıyor. Yol bitsin diye bekliyorum.

Yerde yatan çocuk mızırdanıyor, kadın bir süre de öbürünü yatırıyor yere. Sonra o da huysuzlanınca iki çocuğunu koltuğa yatırıp kendisi yere oturuyor. Sırtını öndeki koltuğa yaslıyor, başını kızlarından birinin dizine koyup uykusuna devam ediyor. Bakıyorum yanımdaki amcanın umurunda değil hiçbir şey, o hala poposunu benim koltuğuma kaydırmakla meşgul.

Gece saat iki buçuk gibi varıyoruz AŞTİ’ye. Halime şükredip iniyorum. Hemen bir taksi tutup evime dönüyorum. Babam uyumamış, beni bekliyor. Başrollerinde kendimin olduğu bir başka kavuşma anına daha şahit oluyorum. Annem uyumuş, yanaklarından öperken uyanıyor. “Ben geldim” diyorum. “Hoş geldin oğlum” diyor. Yüzümde daha öncekilere benzemeyen bir tebessüm oluşuyor. Hayatımda eve dönmenin keyfini ilk kez bu kadar yoğun yaşıyor, huzurlu bir uykuya dalıyorum.

7 Haziran 2008 Cumartesi

Günlükler -2-

Bu caddeyi çocukluğumdan beri tanıyorum. Her daim insanın içini açabilecek güzellikte insanlar, annelerinin elinden tutmuş, babalarının omuzlarına oturmuş sevimli çocuklar görebileceğiniz, Ankara’nın o gri havasından uzak bir cadde. Yazın ilk günleriyle yine parıldıyor, yine o bilindik hareketliliğinde.

Hatırlıyorum da, yalnızken bu caddenin güzelliğini hiç önemsememişim. O caddeden belki basit bir alışveriş için, belki okuldan eve dönerken, belki de bitimindeki parkta bir arkadaşımla buluşmak için, yalnız başıma defalarca geçmişim; ancak hiçbirisinde tanıdık bir şeyler görmeyi bu kadar istememiş, yanımdan geçip giden insanların ne için yürüyor oldukları gibi şeyleri bu kadar çok merak etmemişim. Bir elimde çantam, üzerimde çelikten bir zırh gibi duran takım elbisem ile bir saat sonraki randevuma kadar zaman geçirecek bir köşe, kendimi tamamen yabancısı hissetmeyeceğim ama bir yandan da eski anılarla dolmamış, beni çocukluğuma götürecek anılar barındırmayan bir yer arıyorum.

İlkokul çocukları çıkıyor karşıma. Birisi biraz daha büyük bir kız, diğeri erkek… Yüzlerinde tanıdık, kendime benzetecek hiçbir şey bulamıyorum. “Çok mu uzağım, çok mu büyüdüm?” diye düşünürken hatırlıyorum.

Tahtanın hemen yanında, ayakta sıramı bekliyorum, tahtada yazılı onlarca matematik sorusu var. O oturduğu yerden soruları çözenlere bakıyor. Kimseye müdahale etmiyor; ancak çözemeyenlere imalı laflarla kızıyor. Ben ise soruların hepsini kafamdan çözmüşüm, bana hangi sorunun denk geleceğini kestirmeye çalışıyorum. Tahtadaki çocuk işlemleri yapıyor, toplama için parmaklarını kullanıyor, “elde var bir” deyip tahtaya bir çentik atıyor, yine de çözemiyor soruyu. O ise “Tembel teneke” diyor çocuğa. Bu en sevdiği lafı… Velisini çağırıyor ve çocuğu yerine oturtuyor. “Sen gel” diye sesleniyor bana sonra da. “Yedinci soru”.

İki basamaklı iki sayının çarpımı soruluyor. Cevabı sıramı beklerken çoktan bulmuşum, “yedi yüz on üç” diyorum. Bana bakıyor, “nedir o?” diyor. “Cevap” diyorum. Önündeki kağıda bakıyor, arkasını çeviriyor kalemiyle bir şeyler karalayıp bana dönüyor: “Sınıfın en zekisi sensin” diyor. “Örnek alın bu çocuğu.”

Bir çocuk ağlaması ile sıyrılıyorum düşüncelerimden. Yine o caddedeyim, yanı başımda bir kadın ve iki çocuğu var. Dondurma istiyor küçük çocuk belli ki, annesi izin vermemiş. Abisinin gözlerinde onun da dondurma istediğini görüyorum; ama ağlamıyor o. Sadece içi acımış, boğazı düğümlenmiş, susuyor. Bakışlarında kendimi buluyorum.

Öğretmenimiz ödevleri kontrol ediyor. Ben ise yine bir sebepten yapmamışım. “Ben yaptım, sıra sana gelene kadar geçirirsin” diyor bir arkadaşım, tenezzül etmiyorum ya da cesaret edemiyorum. Ödevini yapmamış olanları tahtaya çıkardığını fark ediyorum, içimi bir korku kaplıyor. Sıra bana gelince o kalabalığa ben de katılıyorum.

“Sizleri adam edemeyecek miyim?” diyor. “Tembel tenekeler…” Bize uzunluk kavramını öğretmek için kullandığı bir metrelik cetveli alıyor eline ve avuçlarımıza vuruyor onunla. Sıra bana geldiğinde “sen de mi yapmadın?” diyor, yüzünde hayal kırıklığını görüyorum. Cetvel önce sağ elimde, sonra sol elimde şaklıyor, avuç içlerim yanıyor, acıyor. Hiçbir şey yakmamış böyle ellerimi ama hissettiğim acı sadece avuçlarımda değil, içim de acıyor bir yandan. Bir süre sonra o cetvel bir çocuğun elinde ikiye ayrılıyor.

“Buyurun efendim” diyor bir ses, beni bugüne getiriyor. Seslenen, hep önünden geçtiğimiz ve “pahalıdır” diye oturmadığımız bir pastanenin garsonu. İçeri giriyorum.

Oturanların en genci benim, etrafımda orta yaşlı kadınlar var. Bu yabancılık hissini seviyorum, salatamı beklerken onları incelemeye koyuluyorum.

Hemen arkamda bir grup yaşlı kadın oturuyor. Konuştuklarına kulak misafiri oluyorum. Eski dostlukların kalmadığından bahsediyorlar. İnsanların bencil yaratıklar haline geldiklerinden, kendilerinden başka kimseyi düşünmediklerinden… Sekiz yaşıma dönüyorum.

Annem hastaneye kaldırılmış, evde düzenimiz bozulmuş. Beni yalnız bırakmak istemediklerinden, sürekli tanımadığım insanlarla bırakıyorlar. Akşam eve yorgun geliyorlar ve ben onlara inatla “annem eve ne zaman gelecek?” diye soruyorum. Farkında değilim o zamanlar; ama onlar bütün gün hastane kokan bir odada, her biri her an ölümle sonuçlanabilecek hastalıklarla mücadele eden insanların arasında kalmışlar, bana karşı gülümseyecek yüzleri de yok.

Bir akşam ağlıyorum. Babam beni yatırmak için yatak odasına götürmüşken. Ağladığımı teyzem de duymuş, odamıza gelmiş. Hiç kimsenin onun yerini tutmadığını görüyorum ve içimden daha da çok ağlamak geliyor.

Altı-yedi ay geçiyor böyle. O altı-yedi ayda bana yine bilmediğim birileri bakıyor. Bazen günübirlik komşuya bırakılıyorum, bazen babamın mutaassıp arkadaşlarından birinin hanımı bakıyor. Bazen teyzem, bazen bir aile dostu… Hayatıma farklı farklı kadınlar girip kişiliğimde iz bırakıyorlar.

“Salatanız” diyor garson. Bu küçücük şeye ödeyeceğim paraya acıyorum. Tuz istiyorum, bolca limon, nar ekşisi. Önümdeki şeyi büyük bir açlıkla, adeta hayvanca yerken, kendimi hayatın bir köşesinden hala tutuyor hissediyorum.

Bir grup kadın daha geliyor pastaneye, karşımdaki masaya oturuyorlar. Etraftakilere göre daha genç gözüküyorlar. Belli ki ya gerçekten gençler ya da hayatlarında sorun edecek pek bir şeyleri olmamış. Bir tanesi oturunca beli açılıyor, belindeki gamzesini fark ediyorum. Neden bilmiyorum ama bu tablo beni fazlasıyla rahatsız ediyor. Bir yandan hiç fark etmemiş gibi davranmaya çalışıyorum, bir yandan da beni cinsel anlamda hiçbir şekilde uyarmıyor olsa da o sahneye şahit olmak isteği hissediyorum. Kaçamak bakışlarla beline bakarken, zihnimin en köşesinde kalmış bir başka anı canlanıyor gözümde.

Henüz okula gitmiyorum, yaşım belki beş belki altı. Bakıcımın evindeyim, annemin okuldan gelmesini bekliyoruz beraber. Beni oyalamak için bir şeyler anlatıyor, oyunlar oynatıyor. “Sırtımı kaşı biraz da” diyor. Üzerindekini yukarı doğru sıyırıyor. Küçücük ellerimi omuzlarında gezdiriyorum. Biraz daha aşağıya indiğimde belindeki o girintiyi fark ediyorum. “Gıdıklandım, yapma artık” diyor kıkırdayarak.

Kadınlardan birinin telefonu çalıyor, arayan çocuğunun bakıcısı belli ki. Çocuk çok sıkılmış, annesini istiyormuş. “Parka götür” diyor ona, başından savıyor.

Çocuk parklarının benim için neden bu kadar hüzünlü yerler olduğunu da o an hatırlıyorum. Yine aynı bakıcı kadının evindeyiz. Bana ilkokula giden kızının bebeklerinden birini veriyor oyalanayım diye. O sırada telefonla konuşuyor, sonra da hazırlanıp beni parka götüreceğini söylüyor.

Parka geliyoruz, ben salıncakları görünce koşuyorum, o ise bir banka oturuyor. Günün o saatinde okullu çocuklar olmadığından salıncaklarda fazla sıra yok, bekliyorum. Beklerken, salıncaktaki çocukları izlemekten bile keyif alıyorum. Bir ara arkamı döndüğünde, bankta başka bir adamın daha oturduğunu, bakıcımın saçlarını okşadığını, ona tatlı tatlı baktığını görüyorum. Bir ara yanağından öpüyor, kadın gülümsüyor. “Sıra sende, aptal” diyor bir çocuk, her şeyi bir anda unutup –ya da unuttuğumu sanıp- salıncağa kuruluyorum. Yüzüme tatlı tatlı bir serinlik vuruyor sallandıkça, diğer çocuklar beni izliyor. Hayatımın en uzun keyfini çatıyorum. Eve dönerken “kimseye o adamdan bahsetmek yok, tamam mı?” diyor, tembihliyor. Akşam kocası eve geldiğinde, beni seviyor, “nasılsın?” diyor. Dünyanın en saf gülüşünü görüyorum yüzünde, “iyiyim” diyorum. Bakıcıma verdiğim sözü tutuyorum.

Çevremdeki kadınlara bir kez daha, bu sefer gözlerinde bambaşka bir şey görmek için bakıyorum. Aradığım şeyi hiçbirisinde göremiyorum. Bakıcımı hatırlıyorum. Köyden gelmiş, okuma-yazma bilmeyen, kocası otobüs şoförü, üç çocuklu, başı kapalı… O an en çok bir kahveye ihtiyaç duyuyorum.

Karşı binada bir kuaför var, pastaneden kalkan bir grup kadın oraya giriyor. Aklıma istenmeyen tüylerinden kurtulmak istedikleri geliyor. Kadınların vücutlarını başka kadınlara gösterebilme konusunda rahatlıklarını düşünüyorum. Bir şeyler beynimi sıkıştırıyor, yine eski bir anı, yine çocukluğum…

Belki de hatırlayabileceğim en eski anım bu, değerini bilmeli miyim, bilmiyorum. Komşumuzun benimle yaşıt bir kızı var, o sebeple bakıcı olarak o kadını tutmuşlar. Evden çıkarken beni onlara bırakıyorlar, akşam alıyorlar. Kadının annesi Çingeneler kadar esmer, tombul bir kadın… Ondan korkuyorum. Kolunda sarı sarı bilezikler var, bileziklerin rengi bile ürkütücü. Karşımda soyunmuşlar, ağda yapıyorlar. Akşam olanları anneme anlatıyorum, beni bir daha onlara bırakmıyorlar.

Hatırladıkça midem bulanıyor, “kahve dokundu mideme” diye düşünüyorum. Hesabı ödeyip randevuma koşturuyorum. Ter içinde giriyorum odaya, yaşadıklarımı, gittiğim her yerde çocukluğuma ait izler gördüğümü anlatıyorum doktora. Önündeki beyaz sayfaları kirletiyorum yine, yeni yeni şeyler ekliyor listesine. Bana, düşünmemi ve o hep aradığım, ulaşmak için çırpındığım hakiki doğrularımı bulmamı sağlayacak sorular soruyor. Zihnimin açıldığını, yenilendiğimi hissediyorum. İkilemlerim, gelgitlerim azalacakmışçasına ferahlıyorum.

“Multiple Mothering” diyor teşhis olarak da. En azından bir tanımım olduğu için, hiç bilmediğim de olsa bir şeylere benzediğim için seviniyorum.