29 Eylül 2008 Pazartesi

Big Fish

Kahramanımız Edward Bloom (Ewan Mcgregor), gecenin bir yarısı ormanda yolunu kaybetmiştir. Her tarafında ağaçlar, örümcek ağları vardır. Korktukça örümcek ağları büyümeye, ağaçlar canlanıp dallarıyla kendisini sarmaya başlar. Tam ağacın dallarından biri boğazına dolanmışken, aklına yıllar önce görmeye gittiği cadı gelir. Bir rivayete göre, insanlar o cadının cam gözüne baktıklarında nasıl öleceklerini görmektedirler. Cadının gözünde kendi ölümünün nasıl olacağını görmüş olan Edward, her ne olursa olsun o gece ormanda ölmeyeceğinin farkına varır. "Hey, ölümüm bu şekilde olmayacaktı ki!" deyip, korkusunu yendikten sonra ağaçlar yeniden ağaç olur, örümcek ağları da yolundan çekilir.

Bir diğer sahnede yine edward, çalıştığı sirkin patronu olan Mr.Colloway'le (Danny Devito) konuşmak için karavanına gider. Ancak karavanda onun yerine azmış bir kurtla karşılaşır. Kurt, Edward'a saldırır, bir süre boğuşurlar. Edward yere kapaklanır ve yerden aldığı bir dal parçasını kurda fırlatır ancak sopa kurdun gerisinde bir yere düşer. Kurt koşup sopayı kaptığı gibi Edward'ın önüne koyar ve sopayı yeniden fırlatmasını bekler. Aslında kurdun canı oyun istiyordur. Bunun üzerine Edward şu cümleyi kurar. "O gece keşfettim ki, kötü ya da şeytanî sandığınız çoğu şey aslında sadece yalnızlık çekiyordur ve sosyal inceliklerden haberdar değildir."

12 Eylül 2008 Cuma

Galatasaray-Juventus (2 Aralık 1998)

Statü gereği 25 kasım taihinde oynanması gereken maçtan önce Galatasaray, Juventus'un önünde grup lideridir. Ancak maç tarihinden birkaç gün öncesinde basına, terörist başının İtalya'da çekilmiş görüntüleri düşer. Bu görüntülerde kendisi İtalya'nın lüks semtlerinden birindeki yazlık villasında gömlek ve şortuyla verandada gezmekte, keyfi yerinde gözükmektedir. Bunun üzerine harekete geçen Türk Hükûmeti elebaşının ülkemize teslim edilmesini talep etse de, İtalyanlar bu isteği reddeder. Bu gelişmelerin ardından sokaklara dökülen Türk halkı ellerindeki İtalyan mallarını sokaklara döküp yakarak, bundan böyle İtalyan mallarını protesto edeceklerini bildirirler.

Olayın politik tarafında bunlar yaşanırken, Juventus'lu futbolcular can güvenliklerinin olmayacağı gerekçesiyle İstanbul'a inmek istemediklerini söylerler. Juventus kulübünün uğraşları sonucu maç bir hafta ertelenir. Aslında bu ertelemenin sebebinin sakat olan Del Piero, Zidane gibi isimlerin bir hafta daha dinlenmelerinin istenmesi olduğu açıkça görülse de, olay Avrupa kamuoyuna "Barbar Türkler" imajı olarak yansır. Bununla da yetinmeyen Juventus kulübü maçı tarafsız sahaya almak için çok uğraşsa da, Türkiye'nin UEFA'ya olası bütün önlemleri alarak Juventus kafilesinin can güvenliğini sağlayacaklarını garanti etmesinin ardından maçın bir hafta rötarla Ali Sami Yen'de oynanmasına karar verilir.

Juventus kafilesinin, Türkiye'de zehirlenme ihtimalleri olduğunu öne sürerek Türkiye'de kalacakları süre boyunca ihtiyaçları olan yiyecekleri yanlarında getirmeleri, başta Zidane ve Inzaghi olmak üzere futbolcuların İtalyan basınına verdikleri kışkırtıcı demeçler, Juventus'lu futbolcuların sahaya -daha güvenli olduğu için- helikopterle iniş yapacaklarının konuşulması ortamı iyice gerer. Tüm bunlar karşısında yeterince öfkelenmiş milletimiz, bir de basının "şehitlerimiz için oynayın" baskısıyla iyiden iyiye zıvanadan çıkar. Maçta sahaya atılacak en ufak bir pet şişesinin bile, Galatasaray'ın kupadan ihracına ve dolayısıyla Türkiye'nin itibarına gölge düşmesine neden olacağı kesin gibi bir şeydir.

İşte böyle bir atmosferde oynanan maçta 1-0 geriye düşen Galatasaray, doksanıncı dakikada Suat Kaya'nın kafa golüyle bir puanı alır. Golden sonra içinde tek bir Galatasaray taraftarı bulunmayan evimizde abimin attığı sevinç çığlıklarını, annemin ağladığını gayet net hatırlıyorum. Ayrıca benzer sevinçlerin o an milyonlarca kişinin evinde de aynı şiddetiyle yaşanmış olduğundan da eminim.

Daha sonra Galatasaraylı Suat, kendisine şehit aileleri tarafından yazılan teşekkür mektuplarından bahsetmiştir. Bu maç da bize Avrupa'nın gözünde PKK'nın barbar Türkler'in zulmüne isyan eden direnişçi grup olduğunu önemli ipuçlarıyla anlatmıştır.

Futbolun asla sadece futbol olmadığına en güzel örnek bu maçtır.

İtiraf

Daha yaşım 12, orta 1'e gidiyorum. Bir kıza aşık olmuşum güya, şiirler yazıyorum. O zamanlar aşkı algılayışımız da farklı tabi, "saçların ne kadar sarı, ah ben tutuldum sana" türünden şeyler çıkıyor ortaya, komik oluyor ama ben tabi geceleri [gece derken orta 1'e giden adamın gecesi 20.00-22.00 arası elbette taş çatlasa] onları okuyup yarı heyecan yarı sevinç bir şey hissedip duygulanıyorum, atv'de hastane dizisini izliyorum fırsat kalırsa. bir şiir defterim var, her akşam "gözlerin ne güzel, günler geçmiyor sensiz" diye şiirler ekliyorum mutlaka, ertesi gün eş-dost okuyor, toplaşıp sınıfça ağlaşıyoruz.

Bir gün bir şiir daha ekledim oraya ama o şiir benim değildi, yazın tanıştığımız bir gitarist abinin kendi sözleriydi, hatta bestesi de vardı şiirin, daha profesyonel bir şeydi. Ertesi gün de sabahtan bir arkadaşa okuttum, çok beğendi. Ben abartıp "müziği de var bunun" dedim, söyledim. Daha bi' etkilendi. Sonra önüne gelene yaydı bunu, belki engel olabilirdim ama benim de içten içten hoşuma gitmişti bu durum. Sonuçta çocuk sayılabilecek bir yaştaydım ve bu ilgi beni çok mutlu ediyordu. Ama sonra iş büyüdü, kontrolden çıktı ve müzik öğretmenime kadar ulaştı. Öğretmenim hemen şarkıyı söyletti bana, çok sevdi şarkıyı da. Beni okulun sene sonundaki gösterilerinde çıkarmaya karar verdi.

Yanıma 3 vokalist kız verdiler, "Charey'in melekleri" diye isim taktılar. Ders çıkışlarında, öğle aralarında müzik odasında toplanır olduk. Abilerin ablaların elinde bir enstrüman mutlaka oluyordu orada, piyano vardı orta yerde, hayatımda ilk kez davul seti görüyordum. Müzik odasındaki derslerin bitiminde, sınıf dağılırken piyanoya yaklaşarak bir tuşuna -ve genellikle en kalın notasına- basıp da öğretmen "kim o terbiyesiz?" diye aranırken kalabalığa karışan sınıf arkadaşlarımın aksine, o piyanonun başına istediğim zaman oturuyor ve çalamıyor olsam da dilediğim kadar oynayabiliyordum onunla.

Aslında önceleri doğruyu söylemeye pek çok kez niyetlendim ama hem çocukluğun verdiği korkaklık, hem de yakalamış olduğum şeylerden vazgeçmek istememe dürtüsüyle sürdürdüm yalanımı.

O sene sonunda konsere çıkamadık, yeterince iyi değildik. el ele tutuşmuş şarkı söyleyen kötü sesli çocuk koroları gibi oluyorduk. Ben de utancımla hep geri durdum müzik odasından ve o abilerden, ablalardan. Ta ki bir gün kendim beste yapmaya, söz yazmaya başlayana kadar da cesaret edemedim o müzik odasından içeri girmeye.

Bir gün bir kompozisyon dersinde bu anımı yazıya döktüm, pek çok kişinin duymasını sağladım. Bu olayı hatırlayan herkese de bana o şarkımı (!) hatırlattıklarında, gerçeği dürüstçe, utanmadan, artık o zamanki halimi, bu yalanı sürdürmek istemiş olan 'ben'i kabullenerek anlatıyorum onlara. Biliyorum ki bugüne kadar yazdığım, yazıyor olduğum ve yazacağım bütün şarkılar, aslında o odanın tozlu havasını ciğerlerine çekmeyi -yalan söyleyerek de olsa- göze almış o çocuğun duyulmak istemesinin bir sonucu.

6 Eylül 2008 Cumartesi

Arka Bahçe Maçları

bir dönem bir kamu kurumunun lojmanlarında oturuyoruz. en büyük sosyal aktivitemiz apartmanımızın arka bahçesinde, taş betonun üzerinde top oynamak. birkaç çocuğuz, hepimizin babası aynı dairede çalışıyor, aileler birbirlerini tanıyor, vs.

tabi oynarken çok heyecanlanıyoruz, hırs yapıyoruz kan ter içinde kalıyoruz, bazen düşüyoruz o taş betona kolumuz bacağımız sıyrılıyor. bazen hırsımızdan birbirimizle didişiyoruz, kavga ediyoruz. çünkü bir çocuk için belki de en büyük şey, o akşamüzeri oynanan maçta kazanan takımda yer almak.

sonra akşam oluyor, herkes evine dönüyor. çok terlediysek annelerimiz kızıyor, yere düşüp yara bere edindiysek fırça yiyoruz, falanca teyzenin oğluyla kavga ettiysek bir iki fiske de yiyoruz kıçımıza.

yaşım belki yedi, belki sekiz. maça apartman görevlimizin büyük oğlu hakan da katılmak istiyor. küçük kardeşi hep bizimle oynuyor ama, öbürü yaşça büyük olduğundan her maça katılmıyor. neyse biz alıyoruz bunu maça, benim rakip takıma düşüyor (aldım verdim usulü ile adam seçmek) ve maç başlıyor. tabi Hakan iyi oynuyor, top çalıyor, adam eksiltiyor. biz goller yiyoruz, gol yedikçe hırslanıyoruz, vs.

sonra topu alıyorum ben, Hakan'a bir çalım atayım derken plastik topun üzerine basıp kontrolsüz bir şekilde yere düşüyorum. Dizim, dirseklerim, çenem çarpıyor yere, açılıyor, kanıyor... hemen ağlamaya başlıyorum, apartmana giriyorum eve çıkmak için. zaten canım acıyor deliler gibi, apartmana kan damlıyor ama "var ya annem beni bu sefer kesin oyacak" düşüncesi içinde bir şeyler düşünmeye çalışıyorum. annem beni haşlamasın diye de -çocukluk işte- "hakan da oynadı bizimle, onun yüzünden oldu" diyorum.

akşam Hakan'ın babası geldiğinde annem Hakan'ı şikâyet ediyor ona ve adamcağız gidiyor. belki Hakan'a çok kızıyor, belki dövüyor, belki birkaç gün dışarı salmıyor ve ben dayaktan kurtuluyorum.

birkaç güne yaralarım geçiyor, eskisi gibi çıkıyorum akşamüzeri maçlarına, gollerimi sıralıyorum, yenilsem de aslında farkında olmadan eğleniyorum, çocukluğumu yaşıyorum. ama o günden sonra Hakan artık bizimle oynayamıyor. arka bahçeye bakan evlerinin kapısından çıkıyor ve bize selam verip geçip gidiyor. bir kere bile samimiyetle yaklaşamıyor yanımıza. ne kadar çok istese de, içi de gitse 'beni de oynatın' diyemiyor artık.

işte bu tabloya tanıklık ettikçe öğreniyor insan bazı şeyleri. çocuk hâlimle aklımın Hakan'da kaldığını hatırlıyorum. pek çok akşamüzeri o evden çıkarken, çok istesem de 'hakan, sen de oynasana bizimle' diyerek gülümsemeyle onu oyunumuza çağıramadığımı hatırlıyorum. ve nihayet bir gün buna cesaret ettiğimi ve onun yakında bulunan babasına bakarak tereddüt ettiğini; ve ancak benim ısrarım sonunda maça katıldığını da hatırlıyorum.

şimdi durup düşündüğümde o olayın kahramanı, apartmanımızın kapıcısı falanca bey'in oğlu hakan değil de, komşularımızdan filanca teyzenin oğlu hakan olsaydı ne olurdu merak ediyorum. annem komşu teyzeye olayı anlattığında o da "o senin oğlunun salaklığı, dikkat etseymiş biraz" demez miydi, bilemiyorum. ancak bildiğim bir tek şey varsa bu olay sayesinde hayatımın önemli derslerinden birkaçını aldığımdır.

o günden beri hayatta basit, görünmez kazaların hep olabileceğini, bu basit kazalar sonucu insanların sakat kalabileceklerini, ölebileceklerini, yakınlarının ölümlerine sebep olabileceklerini unutmamam gerektiğini, bu basit kazaları ufak sıyrıklarla atlatmanın kızılacak bir şey olmadığını ve hatta şükredilecek bir şey olduğunu, kendi hatasıyla (salaklığıyla) da olsa canı yanan bir çocuğa kızmanın aslında onu ikinci kez cezalandırmak olduğunu ve ona, o durumda mutlaka şefkât gösterilmesi gerektiğini, insanların meslekleri ve hatta babalarının meslekleriyle değerlendirilmemesi gerektiği, aslında hepimizin bu dünyada benzer hislerle, benzer duygusallıklarla yaşadığımızı ve sosyal statülerimizin bir diğerine üstün gözükmesinin bizi uğradığımız haksızlıklarda koruyan şey olmaması gerektiğini, çocukların bazı şeyleri düşe kalka öğrendiklerini ve oyuna başladıktan sonra da birbirlerine olan kırgınlıklarını çabucak unutabiliyor olduklarını öğrenmiş oldum.

Okulu Bırakmak

öğrencilik hayatımda başıma gelen en kötü olaydır.

lisenin popüler tiplerindendim ben Okulun müzik grubunun kurucu üyesiydim. söz yazıyor, beste yapıyor, kızların gitar çalan erkeklere gönül vermesine bir de kızların kendilerine beste yapan erkeklere gönül vermesini eklemiş gidiyordum. neredeyse bütün hocalar tanıyordu beni, her türlü sorunumu gidip onlarla içtenlikle konuşabiliyordum. çok iyi bir arkadaş grubum vardı -ki kendileri hâlâ en iyi dostlarım kümesinin demibaşlarıdırlar, vs.

ama tabi o zaman internet yaygın değil, sözlüklerden haberimiz yok, yeni başlayanlar için üniversite başlığına hiç bakmamışız. içimizden diyoruz ki "oğlum daha lise böyleyse, üniversite kimbilir nasıldır?", "daha lisede gönül veren kızlar, üniversitede ders notu da verirler". hayal kuruyoruz tabi, gireriz üniversiteye, sağlam grup kurarız, şarkılar yazarız. derslerde hocalarla konular hakkında tartışmalara katılırız, araştırırız, öğreniriz. zaten bize hep öğretilegelmiş "üniversiteye bi' gir, hayatın kurtulacak" diye, biz de safız, inanmışız.

ama tabi bunların hiçbirisinin gerçek olmadığını daha ilk aydan anlıyoruz. okulun panosuna astığım müzisyen aranıyor ilanlarını hademeler "yassah hemşerim" diye söküyorlar, bir müzik topluluğu kuralım diyoruz, "gomünüs müsünüz len?" diyor rektör amca izin vermiyor. haliyle demoralize oluyor insan, motive olamıyor, egzajere ediyor durumunu.

karnesinde hiç 2'si olmamış biriyken, dersten kalmak nedir öğreniyorsun. hocalarına kağıdına bakıp yanlışlarını görmek için gittiğinde izin vermiyorlar, seni dersten bırakmayı marifet sayıyor bazıları. sanki dersten bıraktıkları kişi sayısıyla övünüyorlar. (yaz okulunda para kıran hocalar) öfkeleniyorsun.

lisedeki dostlukların onda birini bulamıyorsun. sınav dönemi "abi bize muhasebe anlatır mısın?" diye dibinden ayrılmayan tiplerin, tatil boyunca aramadıklarına, yolda karşılaştığınızda seni tanımadıklarına şahit oluyorsun. sen derste not tutmaya çalışırken, üniversitenin kantininde kız kesmekte olan içiboşların, senden notlarını fotokopi için istediklerinde onlara ders notlarını güleryüzle verdiğine ama karşılığında sınavda çıkacak soruyu biliyor olsalar da sana söylemediklerine şahit oluyorsun. her şeyin çıkar ilişkisine döndüğünü görüyorsun. üzülüyorsun.

bir de üstüne ailevi sorunlar ekleniyor, iyice aptala dönüyorsun. ailen bölünüyor, baban bambaşka bir 3. dünya ülkesine göreve gidiyor 3-4 yıllığına. hepten desteksiz kalıyorsun. ayakta durmakta zorlanır hâle geliyorsun. [ayrıntılı bilgi için: (bkz: baba]

hayatının üzerinde kontrolünün olmadığını hissediyorsun gitgide. "allah'ım nereden düştüm buraya" diyorsun her sabah ebesinin şeyindeki okula giden o sıkış tıkış serviste cama yapışmışken.

yine de gidiyorsun tabi okula, bu sebeplerle bırakılır mı okul?

sonra bir sabah -hoca yoklama aldığından gitmek zorunda kaldığın- 9.15'teki ders için sabahın 7'sinde kalkıyorsun. yine de okula 9'u biraz geçe ancak varıyorsun. sınıf tıka basa dolu, en arkada yer buluyorsun. hoca geliyor, ders başlıyor. sınıfta hep bir uğultu var, kimse dersi dinlemek derdinde değil zaten. hoca da okulun dinazorlarından, sesini kendi bile zor duyuyor.

bu ortamda tabi siz de sohbete giriyorsunuz yanınızdakiyle. tek başınıza götüremediğinizden, psikolojik desteğe ihtiyaç duyduğunuzdan bahsediyorsunuz ona. ama gelin görün ki, hocada ses yok, fizik yok, radar gibi kulak var, göz var. sizi görüyor, geliyor yanınıza. arkadaşınıza "marjinal tüketim eğilimi nedir?" diye soruyor. arkadaş cevap veremiyor tabi. bana sorsa söyleyeceğim, olay büyümeyecek ama bana tutup "niye konuşuyorsunuz" diyor. ben de sınıfın kalabalığından; sesini duyamadığımız için derse konsantre olamadığımızdan bahsetmeye çalışıyorum. "öne otursaydın ya" diyor. ben de ön sıraların kapılmış olduğundan, geç kaldığımız için arka sırada yer bulduğumuzdan bahsediyorum. "erken gelseydin" diyor. tabi kendisi ne anlasın öğrencinin halinden, araba volvo s40'tı adamın, ben kalkmışım 7'de geç kalmışım, adam kalkmış 8.00'de, 9'da internetten gazetesini okuyup çayını içer oluyor okulda. sonra bana "sersem" diyor, "serseriliğin lüzumu yok" diyor. adam koskoca prof. yanlış duyuyorumdur diyorum. "hiç sevmem bu tarz hareketleri" diye giriş yapıp "eşek herifler" diye de perçinliyor. ben artık onun seviyesini inmeyip susuyorum ama nasıl da canım acıyor, gururum kırılıyor.

sonra kürsüye geçip yoklama kağıdını alıyor eline bu adam. tek tek kontrol ediyor arada kaçan olmuş mu diye. o kadar lafı yeyip üstüne bir de yoklamada "burda" diyorum, gururumu iyice çiğniyorum. halbuki çarp kapıyı çık oysaki, zaten 20 dakikaya kalmayacak okulu bırakacaksın, değil mi?

ders bitiyor, ben çıkıyorum bunun odasına. diyorum ki "içimi dökeyim artık şu adama." haksız değilim kendi nazarımda. bir sürü sıkıntım var. diyorum ki "belki dinler yahu, belki o yanımda olmayan babamın şefkâtini gösterir, sırtımı sıvazlar, azıcık da olsa pişman olur yaptığından" ama o kapıyı çalıp giremiyorum işte. o kadar güvenim bile kalmamış adama. sersem dedi, eşek dedi, nasıl gireyim! ben de çıkıyorum okuldan, gidip öss dershanelerinin birine kaydımı yaptırıyorum o hızla. ellerim titriyor ama yaşadığım şoktan, bolca yutkunuyorum, boğazımda yumruk olmuş o diyemediklerim adama.

o dönemde tedavi görüp yığınla ilaç içmeye başlıyorum. küçük emrah gibi beyaz çorabımı ayağıma çekip, elime bir beyzbol sopası alıp "vurmayııııın!" diye bağırarak caddelerdeki araçların, dükkânların camlarını indirmek istiyorum. gece başımı yastığa koyduğumda o güne dönüp o adama diyemediklerimi, bazen çok anlayışlı bir şekilde izah eder tonda; bazen kızmış bir ruh haliyle küfür eder tonda; bazen de vicdan azabı çektirmek için duygusal tonda anlatıyorum ona, konuşuyorum. zihinsel geviş getiriyorum adeta. [ara sıcaklar için: (bkz: depresyon)]

haliyle öss de olmuyor, ikinci öğretim alakasız bir bölüm tutmuş. gitsem mi diye, daha hala düşünüyorum. sonunda vazgeçip okula geri dönüyorum. adam sanki inadıma iki aya kalmıyor bölüm başkanı oluyor. ertesi sene dekan oluyor.

ve ancak tamamen iyileştikten sonra öğreniyorum ki, bu adamın çok klasik bir numarasıymış. her sene sınıfta otorite kurmak için bir kurban seçer, gider ona kin kusar, söver sayarmış da bir daha çıt çıkmazmış sınıftan.

6 sene sonunda diplomamı bu adamın elinden aldım mezuniyetimde. önünden geçen yüzlerce öğrenciden sadece biriydim. yüzünde hepimize karşı aynı soğuk bakış, aynı yapay tebessüm vardı. o an anladım ki; o gün dersten sonra gidip bir dershaneye kayıt olmak yerine bir trenin altına atlamak isteseydim, eminim ki ne beni ne ismimi ne yüzümü hatırlayacak, ne de vicdanı azıcık sızlayacaktı.

Final Kaçırmak

Öğrencilik hayatımda başıma gelen en kötü ikinci olaydır.

Bölümün final dönemi sınav listesi yapılmış ama dersler sınıf sınıf ayrılmamış da, -hangi akla hizmet ise- alfabetik sıra yapılmış. 2'nin dersi, 3'ün dersi hepsi bir orgy tadında alt alta üst üste...

Baktım listeye, aynen şöyle görünüyor:

...
...
214 Mathematical Eco. 30 Haziran 2004 Saat: 11.00
114 Mathematics for Eco. 30 Haziran 2004 Saat: 09.00
...
...

Şimdi kodundan da anlaşılacağı üzere üstteki sınav 2. sınıfın, alttaki 1. sınıfın. Ben iki dersi de Alıyorum. (Bu noktada bölümün bu iki dersi de alan öğrencilere yaptığı piçliğe hiç değinmiyorum) Hadi dedim '2. sınıfın matematiğinden zaten kaldım kalacağım, bari 1. sınıfınkini geçeyim'. "Sabah 11'de sınav" diyorum içimden, "2 saat daha uyumuş olurum ilk sınava girmezsem."

Oturdum İvan Drago'yla boks maçına çıkacak Rocky IV gibi hazırlandım evde. gece geç bir saatte yattım. Nasıl hırs yaptıysam gece rüyamda matriser görüyorum, problemler çözüyorum. Matrisin tersini alırken farkında olmadan sağdan sola dönüyorum yatakta, beyin iyice koşullanmış artık.

Sınav için saat 10'da okulda oluyorum, kapıda üst sınıflarla sohbet falan ediyorum. 11'e doğru sınıfa bir geliyorum, herkes yeni yeni çıkıyor sınavdan. Meğerse 9'daymış sınav, kaçırmışım. Kimisi gülüyor, bazısı acıyor. Bir tanesi "salaaa bak" falan diye gülüyor şerefsiz.

Hemen giriyorum sınıfa, hoca ortalarda geziniyor.

-Hocam afedersiniz, ben geç kalmışım sınava.
+Tamam kaldın, çık dışarı.
-(Şaşkınlıkla sesini yükselterek) Hocam nasıl olur? Ben sınavın saatini...
+(Bağırarak) Kaldın işte, uzatma! Arkadaşların sınav oluyor, çık dışarı!

Kapıya çıktım, sinirden neredeyse ağlayacağım. Bütünleme yok, yaz okulu açılmıyor... Öyle mal gibi kalmışım, herkesin tuzu kuru tabi, vermişler sınavı canavar gibi soruları konuşuyorlar. (Üniversitedeki dostlukların lise dostluklarının yerini tutmaması)

Hoca sınav bitince çıktı dışarı. Durumu izah etmeme izin verdi (Eksik olmasın). "Rapor bul" diyor inatla, "yoksa kaldın". Durumumu görüp acımıyor bile hâlime.

Apar topar gidiyoruz hastaneye, bir doktor torpili ile 3 günlük rapor alıyoruz. Okula geri dönüyoruz. (Okul da ebesinin şeyinde afedersin, git git bitmiyor yol) Dekanlığa çıkıyoruz, dekan yardımcısı"5 doktor imzalı rapor olacak" diyor. Aslında kastedilen Heyet Raporu ama "hastanede 4 doktor çevir, imzalat. yeterli olur." diyor adam dalga geçer gibi.

Yine ebesinin şeyi birimiyle ölçülen yolu gidiyoruz hastaneye, 4 doktor buluyoruz, imzalatıyoruz. İstinasız 4'ü birden "imzalayayım ama böyle bir rapor usûlsuz aslında, geçerliği yok" diyor. (Biliyoruz be adam, biz de biliyoruz)

Okula dönüyoruz. o gün 5 ebesinin şeyi uzuluğunda yol katetmiş oluyoruz böylece. dekan yardımcısı alıyor raporu, "dekan bey'e göstereyim, kabul ederse..." falan derken giriyorum araya "yahu ne biçim bir okul burası! hocası ayrı dert, dekanı ayrı dert! öğrenci temsilcileri komitesi diye bir şey icat etmişsiniz, şenliklerde korumalık yapmaktan başka yaptıkları hiçbir halt yok! öğrencinin yönetimle iletişimi sıfır! sınav programını hazırlamayı bile bilmeyen görevlilere sahip..." türünden giriyorum. adam sakinleştiremiyor beni, bir yandan da tırsıyorum "terbiyesizlik yapma, al raporunu da git" diyecek diye. ama o da haklı olduğumu eşek gibi biliyor.

hocaya yazı gitmiş sonra, 'charey adlı öğrenci hastaymış o gün, sınava gelememiş' diye. o da biliyor hasta falan olmadığımı ama 'benim öğrencim işini bilir' diyor içinden, gerçekten haklı bir mazereti olan öğrenciye yapacağı insanca yaklaşımdan daha doğru buluyor usûlüne uydurulmuş bu yöntemi.

ertesi senenin güz döneminin final haftasında yeniden alıyorum sınavı. hoca sanki ağır hastalıklar geçirdiğim için okulu uzatmış olduğumu bilmiyor gibi "bu sefer geçecek misin? niyetli misin?" diye dalga geçiyor bir yandan sınav öncesi, moral bozuyor. oysa ben b1 ile geçiyorum sınavı. hoca ile el sıkışıp centilmence ayrılıyoruz sahadan.

(bu da mı gol değil ha söyleyin, bunu da mı atamadım)

3 Eylül 2008 Çarşamba

Kimlik

Dolmuşun en arka koltuğundayım, camdan yansıyan görüntüme bakıyorum. Gözlerimin altı günden güne çöküyor, beyaz, hassas tenim, üzerine defalarca basılmış ayakkabıların derisine benziyor. Daha sabah tıraş olmuşum, sakallarım uzamış. Gözlerim, içinde onlarca kişi soluk alıp veriyormuş gibi buğulanmış. Baktığım şeyleri seçemiyorum.

Üzerimde taşıdığım sorumluluğu her an hatırlatan bir takım elbise var. Çalıştığım yerdeki kimseye benzemiyorum. Gün içinde senli benli konuştuğum kimseler de yok. Masam dosyalarla, evraklarla, içinde dünyanın sırlarını taşıyan ağır bir diz üstü bilgisayarla kaplanmış. Soluk alacak zaman yok. Uzakta bir yerlerde bir telefon çalıyor, sesi rahatsız edici. Kimseler bakmıyor telefona, ellerim uzanmıyor. Öfkeden gözlerim kararıyor, düşüyorum.

Düştüğüm yer buluttan, her yer masmavi. Kulağıma tanıdık melodiler geliyor. Aşağıda bir yerlerde o çocuğu görüyorum. Üzerinde en sevdiğim kot pantolonum, mavi tişörtüm var. Gözlerini kısmış, kim bilir kime aşık olduğumu sandığımı bile hatırlamadığım birine yazdığım, ondan çok beni, -hani olur ya- bir gün birbirimizi çok seversek gözlerine bakarak mırıldanacağım sözlere sahip şarkıyı söylüyor. Biliyorum, öyle bir şarkı yazmış olmak ya da birisinden yazdığı şarkıların söylediği bütün şarkılardan daha güzel olduğunu duymak istiyor.

Çevresindekileri de seçiyorum. Beraber büyüdüğü insanlar... Sanki hep birbirlerine benzeyecekler, hep aynı şeylere gülüp, aynı değer yargılarını taşıyacak, haftanın her cuması buluşup geç saatlere kadar zamanın nasıl geçtiğini anlamadan sohbet edecek, bir sonraki çalışmayı hangi gün yapmaları gerektiğini tartışacak, kendisini mızmızlıkla suçlayacak ama hep çok seveceği insanlar...

Çok sevdiği bir ailesi de var. Kendi içinde -kendilerince- sorunları olan, zaman zaman şiddetli iletişim kopuklukları yaşayan; ama yeri geldiğinde kenetlenmeyi de bilen bir ailesi...

Uzakta bir yerlerde bir telefon çalıyor, sesinden rahatsız oluyor. Kimseler bakmıyor telefona, elleri uzanmıyor. O telefona uzanmak, arayanın kim olduğunu, kime ulaşmak istediğini sormak istiyor. Bilmediği yerlere gitmek, tanımadığı insanlar tanımak, çok okumak, gördüklerini yazmak, tonlarca hayata nüfuz etmek istiyor.

Ortalık ışıyor. Kendimi bir masa başında buluyorum. "Bugün çok çalıştın" diyor. "İstersen erken çık."

Eşyalarımı topluyorum. Herkese mesafeli "iyi akşamlar" dileklerimi iletip sahip olduğum yeni kimliğimi arkamda bırakıyorum.

Baba

sizin için ne kadar önemli olduğunu ondan uzak kalana kadar anlayamayacağınız kişidir.

babanız bir iş dolayısıyla yurt dışında görevlendirilmiştir. öyle birkaç hafta da değildir üstelik süresi. birkaç yıl birimiyle ölçülür. gitmeye mecbur olduğunu bildiğiniz halde "gitme" dersiniz, tabiki sizi dinlemez.

sonra bir gün havaalanının ne kadar sıkıcı, ne kadar boğuk bir yer olduğunu fark edersiniz. koca koca pencerelerin önünde onu göremeyeceğinizi bildiğiniz halde beklersiniz el sallamak için. erkekliğe .ok sürdürüp ağlamayı göze alamazsınız ama tuttuğunuz gözyaşları yüzünden suratınız patlıcana benzemiştir haberiniz yoktur.

sonra kocaman bir uçağın arkasında ne kadar çaresizce kaldığınızı görürsünüz. sanki koca uçağın bir kalbi varmış gibi, sizin halinizi görüp kalkmamasını beklersiniz ama apartman büyüklüğündeki şey uçar gider sizi görmeden, siz de artık -uzun bir süreliğine- bir kişi eksilen ailenizle evinize dönersiniz.

artık eve geldiğinde sizinle hiç konuşmayan, televizyonun başında gecelere kadar haberleri izleyen birisi yoktur evinizde. siz odanızda ders çalışırken, odanıza hiç uğramasa bile salonda oturduğundan emin olduğunuz o adamın varlığı kaplamıyordur hiçbir yeri.

hayat her yönüyle devam etmektedir oysa ama sabah sizinle aynı saatte kalkıp, uykulu gözleriyle sizinle neredeyse hiç konuşmayan o adam yoktur kahvaltı masasında. belki de cebindeki son parasını size harçlık olarak verirken bile sizi öpmekten çekinen adamın verdiği paranın çok daha fazlası giriyordur cebinize ama yine de bazen onun size para vermesini ve sizin cebinizde çok çok az paranız olduğu halde teklifini geri çevirdiğiniz günleri özlersiniz.

okula arabayla gidip, saçma sapan şeylere para harcarken, sizi lafını esirgemeden eleştiren o adamın yanınızda olmasını istersiniz.

bazı geceler, eve geç geldiğinizde siz dönene kadar uyumayan, siz eve geldiğinizde ise tek söz söylemeden yatan o sert adamı özlersiniz.

sonra okulda iyi geçen bir sınav sonrası ona haber vermek için telefon ettiğiniz günleri hatırlar, saat farkı, telefon faturası,vb. gibi saçma nedenlerle onu arayamıyor, sevincinizi paylaşamıyor olduğunuz için üzülürsünüz.

her ne konuda olursa olsun, anlamadığınız bir şeyi sorabileceğiniz ve konu hakkında hiçbir şey bilmiyor olsa da, size verdiği cevap, konunun uzmanlarından bile daha tatmin edici gelen o adamı ararsınız.

beraber zaman geçirme fırsatlarını, uyku, televizyon, bilgisayar gibi bahanelerle harcadığınız için pişmanlık da duyarsınız.

evde ailecek ona telefon ettiğiniz günler sizi asla avutamaz. daha önce hiç gitmediğiniz, nasıl olduğunu hiç bilmediğiniz bir ülkede iyiyim dese de ona inanmak gelmez içinizden.

ona bakıp "seni çok seviyorum baba" demediğiniz ve diyemeyeceğiniz her an için kendinizden nefret edersiniz.

hayatınızda ilk kez, şarkıların sadece aşk için yazılmadığını anlarsınız.

sonra bir gün, izinli olarak döndüğünde, sizi bırakıp gittiği halinden ne kadar uzaklaşmış olduğunu görürsünüz. kocaman dünyada, giderek farklılaşan iki insan olmuşsunuzdur. farklı ülkelerde, farklı kültürlerde yaşayan iki yabancı gibi hissedersiniz ve -eğer bir gün olursa- çocuğunuzu ve ailenizi bırakıp hiçbir yere gitmeyeceğinize söz verirsiniz kendi kendinize...