27 Temmuz 2007 Cuma

'I Just Shot John Lennon'

8 Aralık 1980 Pazartesi... New York'ta, Dakota binasının önünde, belki de insanlık tarihinin kaderini değiştirecek olduğunun farkında bile olmayan bir akıl hastası, kurbanını beklemekteydi. Bir cebinde Sallinger'ın The Catcher in the Rye kitabı, diğer cebinde Smith-Wesson marka bir silah ve elinde kurbanına imzalatmak için yanında getirdiği Double Fantasy albümü vardı.

Onu kapıda gördüğünde, imza almak için etrafını saran diğer hayranların arasına karıştı. "John, bunu imzalayabilir misin?" diye sordu ona. John çıkalı henüz bir ay bile olmamış albümünü imzalarken başka bir hayranı da, ertesi gün bütün gazetelerin sayfalarını süsleyecek olan, John Lennon ve katilinin içinde bulunduğu o kareyi ölümsüzleştiriyordu. Albümü, gün bitmeden katili olacak olan adama geri veren John, içinde kendisini eşinin beklediği limuzinine yürüdü ve "Walking on Thin Ice" şarkısının kaydı için son bir kez daha stüdyosuna doğru yol almaya koyuldu.

Mark David Chapman, Lennonlar'ın limuzini uzaklaşırken tedirgindi. Daha sonra ifadesinde de belirteceği üzere kişiliğinin bir yüzü okuduğu kitabın kahramanı olan Holden Caulfield'di ve John Lennon'ı o an vurmamış olma nedeni de, kişiliğinin bu yüzünün diğer yüzüne baskın gelmiş olmasıydı. İçindeki Holden Caulfield, cebinde bir silah olduğunun anlaşılması korkusuyla titremişti. Oysa henüz limuzin görünürden kaybolmadan, kişiliğinin diğer yüzü büyük bir hata yaptığını, orada beklemesi ve Lennon'u ne pahasına olursa olsun öldürmesi gerektiğini söyleyecekti. Kişiliğinin diğer yüzü -yine kendi ifadesine göre- şeytandı...

John ve Yoko o akşam bir yerlerde yemek yemeyi düşünseler de vazgeçmişler ve John'un oğlu Sean'u yatmadan önce görme isteği üzerine akşam on bir sularında eve dönmüşlerdi. O saate kadar, kişiliğinin iki yüzü arasında gelgitler yaşamış olan Mark, Yoko önünden geçerken ona başıyla selam verdi ve John'un arkasında durarak ona "Mr. Lennon" diye seslenerek beş el ateş etti. O beş mermiden, dördü John'u buldu, kalan tek mermi -belki de insanlık adına- reddetti o bedenin bütünlüğünü bozmayı. John merdivenlere yığılmış, Yoko ağlayarak vücudundan, ağzından kanlar fışkırmakta olan kocasına sarılmışken, Mark ise olan bitene bütün soğukkanlılığıyla şahitlik ediyordu. Apartmanın kapı görevlisi yanına gelip "Ne yaptığını sanıyorsun?" dediğinde bile verdiği cevap bu genç adamın şeytanın ta kendisi olduğunu kanaat getirmemize yetecek cinstendi: "I just shot John Lennon!*"

Apartman görevlisinin olayı polise bildirdiğini gören Mark, hiçbir şeye müdahale etmemiş, olay yerinden uzaklaşmamış ve olduğu yere oturup kişiliğinin diğer yüzünü daha iyi kavramak adına Sallinger'a sarılmıştı. Olay yerine gelen iki polis memurundan biri Mark'ın bileklerine kelepçe takarken, diğeri John Lennon'a koşmuştu. Hastaneye yetiştirilen Lennon'un o narin kalbi durmuştu ve bir daha atmayacaktı. Mark David Chapman tam da planladığı üzere John Lennon'un şöhretini çalarak dünyanın gündeminde kendine bir yer edinmişti. Barışı, insanlığı, dünyanın ancak ve ancak sevgiyle yaşanabilir bir hâle gelebileceğini savunanların nefretini kazanırken, masa altından birileri de ona alkış tutmuşlardı.

O günün üzerinden yirmi yediden fazla yıl, onlarca savaş, insanlık suçu sayılabilecek yüzlerce olay, onun yerini dolduramayan binlerce müzisyen ve daha niceleri geldi geçti. Birileri yine dünyanın bir yerlerine ekmek yerine demokrasi götürmeyi seçti, giden her demokrasi parçası binlerce ölümü getirdi, demokrasiler sınavlar verdi, savaşı destekleyen ülkelerin yandaşı hükümetler ezici oy oranlarıyla yeniden seçildiler. Belki de bunların hepsi çok normal, sadece benim anlam veremediğim şeyler. Ancak bütün bu olan biten yaşanırken, er ya da geç öldürülebileceğini bilen bir cesur daha çıksın, olan biteni eleştirsin, yeri gelsin 'deli'yi oynasın, yeri gelsin insanları ne kadar akıllı olduğuna inandırsın, var olana bir alternatif oluştursun ve insanın bitmek bilmeyen 'doğruyu arama' tutkusunda ona yardımcı olsun isterdim.

*John Lennon'u vurdum, hepsi bu.

Fragile

Günlerdir buraya hiçbir şey yazmıyorum. Pek çoğunuz bunun yazacak hiçbir şeyim olmadığından kaynaklandığını düşünmüş olabilirsiniz. Oysa insan en çok, bir şeyleri yazmayı çok çok isteyip de, kendini o şeyleri yazmaya yetersiz hissettiğinde susuyor.

Zayıfız, kırılganız...

14 Temmuz 2007 Cumartesi

Giden Gidene

On dakika içinde, yedi günlüğüne limanımdan ayrılmış olacağım. Açık denizde, püfür püfür esen rüzgârın altında biriktireceğim duyguları dönünce paylaşırım sizinle. Öpüyorum...

13 Temmuz 2007 Cuma

Mehmet Emir Kardeş


Çağrı junior'un basına yansıyan ilk resmi... Amcasına kurban olsun onun süt kokusuna! :)

Not: Tıklayınca büyüyor, büyüdükçe dudakların tatlılığı ortaya çıkıyor...

12 Temmuz 2007 Perşembe

Perdeler

Bugün size daha önce hiç kimseye anlatmadığım bir sırrımı anlatacağım. Birkaç yıl önce, bir dönem odama davetsiz misafirler geldi ve gittiler. Hepsinin yüzünde, adını hiçbir canlının tam olarak koyamayacağı aynı soğukluk vardı. Gözlerinin altları haddinden fazla mavi, geniş alınları buruşuktu ve istisnasız hepsinin yanakları dokunduğunuzda parmaklarınızı uyuşturabilecek kadar soğuk olurdu.

Aslında böyle şeylere eskiden beri inanmazdım. Ta ki birkaç yıl öncesinde, Sir William Buckett'ın hayalini gördüğümü düşündüğüm geceye kadar... On beşinci yüzyılda Londra'da bir malikânenin sahibiymiş. Göz alıcı bir bahçe, her biri ayrı bir işe koşan sayısız hizmetliler, içinde rahatlıkla kaybolabileceğiniz bir bina ve etrafında, her biri kadını olabilmek için çırpınan İngiliz hanımefendileri... Bir gece yarısı, bütün bu olan bitenden sıkılıp çatı katındaki odasında arsenik içerek intihar etmiş.

Kendisine çay ikram ettim, gülümsedi. Teşekkür ederek, artık fani şeylerin tadını alamadığından bahsetti. O günlerde reddettiği kadınlardan birini bulsa dudaklarından öpmek istermiş...

Ertesi gece ve ondan sonrakinde de hep Sir Buckett'ın gelmesini bekledim. Tıpkı ziyaretime geldiği gece gibi, açık penceremden içeri süzülmesini ve kendisiyle uyuyana kadar malikânesinden, Ortaçağ İngilteresi'nden falan konuşmak istedim. Uykuya karşı koyamadığımı gördüğü anda, yine penceremden karanlığa süzülmesi gerektiği bilebilecek kadar beyefendi biri olsa da, ziyaretime bir daha gelmedi...

Artık dönmesinden ümidimi kestiğim bir gece, müzik dinliyordum. Bilgisayarımın ekranının ışığı giderek keskinleşti ve bakmaya tahammül edemediğim anda da, bir ışık hüzmesi ile odama başka bir davetsiz misafir geldi. Kendisini Edgar Stamlitz olarak tanıtan bu adam, söylediğine göre Avusturya'nın değerini bilmediği bir bilim adamı olarak yaşamış. Her ne kadar somut olarak ortaya bir şeyler koyamamış olsa da, enerji, astoronomi ve fizik kuralları hakkında teoriler üretmeye çalışmış. Söylediğine göre çevresinde kendisini anlayan, söylediklerini ciddiye alan kimseler olmamış. Büyük bir yalnızlık içinde geçirdiği hayatını, trajik bir kaza sonunda kaybetmiş. Bir gece, evinin merdivenlerinden inerken tansiyonu düşmüş ve aşağı yuvarlanmış. Cansız bedenini ancak üç gün sonra, temizliğe gelen kadın bulmuş. Ölümüne de en çok o kadın üzülmüş.

İşin ilginç yanı tüm bunları bana anlatırken gülümsemesini sürdürdü. Benim yüreğim ise hakkında hiçbir şey bilmediğim bu adamın anlattıkları karşısında yufkalaşmıştı. "Yaşadıklarınız için çok üzgünüm" diyebildim. Buz gibi parmaklarını omzuma dokundurdu ve artık üzülmenin bir anlamı olmadığını söyledi. Üzülmek, sevinmek gibi şeyleri hissetmiyormuş artık. Yine de bir yerlere heykelini dikmiş olsalar, mutlaka gidip karşısında oturmak ve akşam esintisi altında onu izlemek istermiş.

Edgar'ın ziyaretime bir daha gelmeyeceğinden emindim. Çünkü ayrılmadan önce bunu kendisi bizzat söylemişti ve geçirdiğimiz kısa zamanda onu tanıyabildiysem sözüne güvenilir bir insandı.

O geceden sonraki merakım, bir sonraki ziyaretçimin kim olacağı oldu. Geceleri geç saate kadar uyumuyor, sürekli penceremi ve bilgisayarımı açık tutuyordum. Ancak yeni ziyaretçim onu beklediğim süre içinde ziyaretime gelmedi.

Uykuya dalmak üzere olduğum bir gece, dolabımda gürültüler duydum ve bütün normal insanlar gibi ilk önce içimde büyük bir korku hissettim. Eğer Sir Buckett'ı ve Edgar'ı tanımamış olsaydım, o kapağı sesler kesilene kadar da açmazdım. Üstelik sesler de içindeki şeyin büyük bir canavar ya da beni bir şekilde öldürmeye gelmiş bir katilmişçesine gelmiyordu. Nitekim kapağı açtığımda gördüğüm yüz, her ne kadar soğuk ve mavi de olsa, küçücük ellere sahip bir kız çocuğuna aitti.














Dışarı çıkınca bolca öksürmesini, havayı derin derin içine çekmesini bekliyordum. Oysa o, odama adımını atar atmaz kendisini tanıttı ve isminin kendisinin bile hiçbir zaman anlayamadığı ve artık anlamasına gerek kalmadığı şekillerle yazıldığını ve aslında "Sheng-Hui Kong" olarak telaffuz edildiğini söyledi. Dünyanın en kalabalık ülkesinde doğmuş, babasından bolca dayak yemiş, genelde evin en soğuk odasında uyutulmuş. Hep bir küçük kardeşi olmasını istemiş ama annesinden duyduğuna göre o dönemlerde, hükümdarları her ailenin sadece bir tek çocuğu olmasına izin veriyormuş. Kendisine neden kötü davranıldığını da, ancak geçirdiği sıtma hastalığı sonucu ihtiyaç duyduğu ilaçları temin etmeyen babasının kasıtlı ihmali sonucu can verdiğinde anlamış. Bugüne kadar defalarca gitmiş görmüş kendisinden sonra doğan erkek kardeşini. Onu pembe yanaklarından öpmeye de çalışmış ama dudakları, artık bir çocuğun yanaklarının tadını alamazmış.

Diğerlerinin aksine onun gitmesini hiç istemedim. Oysa uyku iyice sıkıştırmıştı ve neredeyse güneş doğacaktı. Kendisine belli etmedim ama tatlı Sheng ne kadar üzüldüğümü bile bile, hem Sir Buckett'ta, hem de Edgar'da gördüğüme benzer bir gülümsemeyle yeniden girdi dolaba. Ertesi sabah onu orada bulamadım.

Birkaç günümü Sheng için üzülerek geçirdim. Onu düşündükçe, insanların kendi kanlarından gelen birine karşı gösterdikleri acımasızlıklarını gördüm. Dünyanın en vahşi hayvanlarıydık belki de...

Eğer küçük Tale, birkaç gün daha erken gelmiş olsaydı, tahammül edemeyeceğim bir ruh hâline bürünebilir, belki de cinnet geçirebilirdim. Tahmin ediyorum ki, kendisi de bunu bildiği için, ancak Sheng için üzülmeyi bırakıp, kendimi hayatın akışına bıraktığımı gördükten sonra ziyaretime geldi.

Onu karşımda gördüğümde korkmadım diyemem. Oysa onun da yüzünde, önceki ziyaretçileriminkine benzer bir tebessüm vardı. Yine de bu ufaklık, damarlarımın tıkanmasına, soluksuz kalmama sebep oldu. Tamamen zararsız olduğunu anlamamın ardından bana kendisinden bahsetti. Çevresindeki herkesin koyu renkli olduğu bir yerde doğmuş, en büyük dertleri yemek bulmakmış. Devlet büyükleri savaş istiyorlarmış, ülkede yiyecekten çok silah görüyorlarmış. Bazen arkadaşlarıyla beraber, bazen de babasıyla yemek aramaya çıkıyormuş. Ama yemek diye bulup yedikleri şeylerin birinden zehirlenmiş, on gün dayanabilmiş. O öldü diye annesinden başka kimsecikler de üzülmemiş.

Yanaklarına dokunmama izin verdi. Önceden uyarmış olmasına rağmen bir çırpıda götürdüm parmaklarımı. Buz gibiydi, soğukluğu elimi acıttı. Daha da beteri o kadar zayıftı ki, neredeyse yüzüne, vücuduna bakmak gelmiyordu insanın içinden. Ona yemek getirmek istediğimi, dolabımda tatlı tatlı şekerler olduğunu söyledim. O da diğer misafirlerim gibi teklifimi reddetti. Artık bazı şeyler için çok geçti.

Tale için üzüntüm Sheng'e olan üzüntümden kısa sürdü. Galiba artık vahşetimize alışıyordum. Böyle gelmişti ya, sanki ben ne yaparsam yapayım böyle de gidecekti. Artık yeni bir ziyaretçimin olacağından da neredeyse emindim. Önemli olan, yeterince hazırlıksız olmamdı. Çünkü bu garip misafirler, ancak hazırlıksız olduğumu gördüğümde geliyorlardı.

Grace Millie Hamilton... Bütün ziyaretçilerim içinde aklımda en çok yer edeni. Gözlerinde ölmüş olduğuna imkân tanımayacağınız sıcacık bakışları, her bir tanesinde hayatın anlamını bir kez daha bulacağınız yumuşacık saçları, dokunmaya kıyamayacağınız güzel yanakları... Tıpkı öncekiler gibi donuk, soğuk da olsa bakmaya doyamayacağım güzelliği ile odama geldiğinde, artık kim gelirse gelsin etkilenmeyeceğimi düşünmeye başlamıştım bile. Oysa o, ismini söylerken, hayat dolu bakışlarını üzerime yöneltmişken kalbim ufalandı, parçalara ayrıldı. Sonra yeniden birleşti, bana bir şeyler anlatmak ister gibi çarptı.

Millie bekârdı, hep bekâr kalmıştı. Sadece bir kez âşık olmuştu ve hayatının son gününe kadar da aynı adamı sevmişti. Oysa aşkı onun kalbini kırmaktan öteye gitmemişti. Söylediğine göre zaten oldum olası dayanıksız bir kızdı. En ufak hastalığı bile günlerce onu yatağa mahkûm ederdi. Zavallı kalbi de, aşk acısına dayanamamış ve onu genç yaşında hasta etmişti. Günlerce yüksek ateşle yattığından, öksürdüğünde ağzından kan geldiğinden bahsetti. Ona dokunmak istedim. Ona sarılıp yaşadığı her şeyi unutturmak, her şeyin geçmişte kaldığına, kötü kaderin artık onun yakasını bıraktığına inandırmak istedim. Her hasta olduğunda iyi olması için canım pahasına uğraşacağımı, ona bir dert gelmesin diye yeri geldiğinde en ağır sıkıntıları çekmeye razı olduğumu, üzerine titreyeceğimi bilsin istedim. Onu hayatımın son gününe kadar kalbimde taşıyacağımı ve bir gün tıpkı kendisi gibi bir ölü olduğumda bile hiç bilmediğimiz insanların odalarında buluşabileceğimizi söyledim. Ama her şey için olduğu gibi, artık aşk için de çok geçti. Gördüğü bütün yüzler onun için artık aynıydı. Göğsümü delmek üzere olan kalbimi fark ediyordu ama onunki artık yerinde değildi.

Odamdan ayrılmadan önce üzerimi örttü. Uyumuyor olduğumu fark etmiş miydi, bilmiyorum. O gidene kadar beklediğimi ve gözyaşlarımı ancak o gittikten sonra akıttığımı hatırlıyorum.

O günden sonra başka ziyaretçim olmadı. Ben ise hâlâ yatağımda, odamın her köşesinde bir ses bekliyorum. Bir kez daha, hiç tanımadığım ama her seferinde benimsediğim yüzlerden birinin gelip aslında yıllar önce gördüklerimin sadece bir hayal olmadığını göstermelerini istiyorum. Her seferinde başka bir şey düşündürüp, artık iyice nasırlaşmaya başlamış, iyiden iyiye taşlaşmış, giderek gördüğüm ölülerinkine benzemiş kalbimi yumuşatsınlar ve bana yaşayan bir ölü olmadığımı, zihnimde, tam da algımın önünde, insanların düşündüğünün aksine bir perde olmadığını göstersinler istiyorum.

10 Temmuz 2007 Salı

Kurt Vonnegut - Mezbaha No. 5

Oğullarıma, ne olursa olsun asla bir katliama dahil olmamalarını ve düşmanların katledildiğine dair haberler aldıklarında da tatmin veya coşku duymamalarını söyledim.

***

Katliam makineleri üreten şirketler için çalışmamalarını ve böylesi makinelere ihtiyacımız olduğunu düşünen insanları küçümsediklerini dile getirmelerini de söyledim onlara.

***

"Tanrım, değiştiremeyeceğim şeyleri kabul etmek için dinginlik, değiştirebileceğim şeyleri değiştirmek için cesaret ve aradaki farkı anlamak için de bilgelik ihsan eyle bana."

Billy Pilgrim'in değiştiremeyeceği şeyler arasında geçmiş, bugün ve gelecek de vardı.

***

Başka bir defasında Rosewater'ın bir psikiyatra şunları söylediğini duydu Billy: "Bana öyle geliyor ki, siz psikiyatrların yeni yeni bir sürü şahane yalan uydurmanız gerekecek. Aksi takdirde insanlar artık yaşamaya devam etmek istemeyecekler."

***

Hayatta kalmak konusunda İngiliz şöyle demişti: "Eğer dış görünüşünüzle gurur duymamaya başlarsanız, ölüp gidersiniz." Birkaç kişinin şu şekilde öldüğüne şahit olmuştu: "Başlarını dik tutmamaya başladılar, sonra tıraş olmamaya ve yıkanmamaya, sonra yataktan hiç çıkmamaya, sonra da konuşmamaya. En sonunda ölüp gittiler. Bu konuda söylenecek te bir şey var: Ölmenin son derece kolay ve acımasız bir yoludur bu." Hadi geçmiş olsun.

Deep

Eğer bir gün bir başarı öyküsü yazacak olursam, gemimi oturduğu karadan nasıl kurtardığımı, fırtınalardan geçirip durgun denizlere, üzerinde martıların uçtuğu, yunusların yanımız sıra yüzdüğü maviliklere nasıl çıkardığımı anlatacağım.

Belki o zaman biraz olsun anlamaya başlarım kendimi...

Küçüğüm

Sanırım her kız çocuğu gibi, o da babasına bir parça âşıktı.

Onu bildim bileli elleri küçücük. Sanki başka birinin, daha kuvvetli, daha güçlü elleri olan birinin, ellerini tutmasına ihtiyacı vardı hep. Sanki ailesinin içinde daha bir sakınılan, daha bir sevilendi. Sanki o hiç büyümeyecek, hep evin orta yerinde, salondaki halının üzerinde, herkes başka bir işle uğraşıyorken bebekleriyle büyüyecek, aklına estikçe şarkılar söyleyecek ve en kötü zamanlarda bile yüzlerine tebessüm düşürecekti evdekilerin. Saçlarını okşayacaktı babası, yanaklarından öpecekti annesi. Üzerine yağan yağmurları durduracaklardı beraber, gözyaşlarını sileceklerdi.

Oysa hayatlar parça parça... Kız bir köşesinden tutuyor hayatı, bir tarafına bakıp oldu diyor, öbür taraftan, hiç beklemediği bir yerden bir tahta düşüyor, tutamıyor. Başka bir şeyi alıp yerine koyamıyor. Ağlıyor, alıştığını sanıyor ama gün geliyor, belki günün en güzel anında bir şekilde aklına geliyor, nefesi kesiliyor, göğsü daralıyor... Atamıyor.

Sonra gün geliyor, güneşi görüyor kız. Yüzüne vuran ışıkta kendisine bakıyor. Büyüdüğünü görüyor, gülümsüyor. Sonunda bitmenin de olduğu bir yolda, herkes gibi kendisinin de yürüdüğünü fark ediyor. Yoluna çıkan çiçekleri kokluyor, üzerine yağan yağmurları kovuyor. Ve o küçük kızımız, elleri hep küçücük kalsa da büyüyor...

Bunu sadece ben mi biliyorum, yoksa bütün dünya farkındaydı da, üstesinden gelemediğim küstahlığımla bu tespiti kendime mi yakıştırıyorum, bilmiyorum. Tek bildiğim, o kız içinde bir yerlerde, bir parça da olsa, babasına hâlâ âşık...

Empty

Kendi içinde kaybolmuş bir denizim. Yüzeyimin altında kocaman bir habitat...

Geç ısınıyorum, geç soğuyorum. Ne unutmayı becerebiliyorum, ne de kolayca sevmeyi. Statükoyu seviyorum, belki de kabuğumdan günlerce çıkmam birisi gelip elinde çubuk dürtmese. Isınmışken üşümek, üşüyorken ısınmak bile istemiyorum...

Açlığımın sınırlarını zorladığım olmuştur. Uykusuzluğumun da... Günlerce konuşmadığım ve günlerce gülmediğim... Kabuğumu seviyorum, yalnızlığımı da...

Birkaç gündür kendi kendimleyim, beynim bitmek bilmez bir nadasta. Bırakınız yazmayı, hiçbir şey düşünmüyorum bile. Zihnim günübirlik uğraşıların dışında hiçbir şeyi plânlamıyor. Boşum... İçimde de, dışardan görümdüğüm kadar yalınım.

Bazen nezaket örneği kelimelerin doğru olanlarını seçemiyorum. Konuşmanın orta yerinde bütün kıyafetlerimi çıkarıp kimsenin bilmediği kuzey doğuya koşmak istiyorum. güneş arkamdan vursun, soyulsun derim. İçimden benimle tıpatıp aynı başka bir ben daha çıksın. Bir kez daha göreyim bazı yazgıların ne kadar zor değiştirilebileceğini. Kendime kızayım, ağız dolusu söveyim de yine en sonunda, en çok kendimi seveyim...

Hayat, ölüm ve yaşamak... Hâlâ hangi köşesine daha yakınım bu üçgenin bilmiyorum. Ama sanırım hayattayım...

4 Temmuz 2007 Çarşamba

H. Mete Kardeş - Secret Smile

Dünyanın en tatlı çocuklarından biri olan yeğenim: H.Mete Kardeş.

Tembel

Üç gündür evde yalnızım ve evi gitgide bir çöp ev hâline getirmeye başladığımı düşünüyorum. İlk gün mutfakta yemek yedim, sofrayı öylece bıraktım. Ertesi gün acıktığımda, üzerinde önceki günün bulaşıkları yığılı olan mutfak masası bir seçenek değildi, ben de balkona geçtim. Bugünse, yemek yiyebileceğim bir yer kalmadı. Kara kara düşünüyorum 'ne yapsam?' diye.

Dünyanın en güzel şeyi tembellik. İçine girdikçe, etkisine daha çok kapılıyor insan.


2 Temmuz 2007 Pazartesi

Six Feet Under

Ne kadar yaşıyoruz? Ne kadar biliyoruz değerini soluduğumuz havanın, gördüğümüz güzelliklerin? Ne kadar farkındayız gülümseyen bir çocuğun, poposunu kıvıra kıvıra yürüyen bir kedinin, hiç tanımadığımız birinin bizi bir şekilde fark etmesinin, birinden 'teşekkür ederim' sözünü duymanın, birilerine hiç sıkılmadan 'seni seviyorum' demenin, gece herkesin uyuduğu saatte duygusallaşmanın, sabah hiç kimsenin uyanmamış olduğu saatte pencereye açıp gökyüzüne bakmanın, yağmurda ıslanmanın, kaptopu oynamanın, şehrin kışlarının ayaz sabahlarında tir tir titremenin, bir çocuğun gözündeki iki damla yaşın, aslında herkesin bir parça aciz, bir parça diğerlerine muhtaç olmasının güzelliğinin? Kendimizle savaşımızın, etiğin, estetiğin, onurun, gururun, fedakârlığın, şefkatin ve daha bir sürü şeyin...

Gün geliyor, belki hasta yatağında, belki trafikte... Belki kalp krizinden, belki böbrek yetmezliğinden... Her şeyi bir bir bırakıp gidiyor insan. Bir yanımız falan da kalmıyor bıraktığımız yerde. Uçuyoruz, birkaç gram hafifliyoruz, yine de ağırlaşıyor bedenimiz soğudukça... Kuşları göremiyoruz artık, bir akvaryuma sıkıştırılmış sandığımız koca bir habitat'tan mahrum kalıyoruz. Kimsenin gülümsemesini görmüyoruz, kimse ağlarken omzumuzu veremiyoruz. Bize ne kadar muhtaç olsalar da, sevdiklerimizin için o an, orada olamıyoruz. Artık sevemiyoruz....

Kocaman bir hayatı kısacık bir dizi yapmışlar, gece gece beni düşüncelere salmışlar...