27 Mart 2009 Cuma

Şeffaf Oda

Otelin fitness salonunda spor yapmaya iniyorum. Fitness salonunun iki tarafı duvar, iki tarafı cam, dışardan içerisi görünüyor. Dışarısı dediğim yerde de hamamdan çıkanların dinlendiği bir salon var. Haliyle her gittiğimde peştemalli amcalar, pişmaniye kıvamında tüyler görüyorum. Dün akşam da indim, biraz ısınmak için koşu bandında tur atıyordum. Tabi koşarken önüne, sağa sola bakıyor insan. Bir baktım, önümdeki canım arkasında bir adet sırt ve hemen altında iki adet yumuşak, toparlak, hafif sünmüş, azıcık sarkmış şeylerden. Çatalı da var... Başımı hemen başka yöne çevirdim tabi, irkildim. Sonra tweety'nin "bi kedi gördüm sanki" dedikten sonra Sylvester'a bakması gibi, tekrar baktım, hala orada duruyor adam. 80 kilonun üzerinde birisi, 30lu yaşlarda. Peştemali açılmış arkadan, önde yakalamış, hiç acele etmeden ağır ağır toparlıyor peştemali. Bağlamaya çalışıyor arkada. Neyse abi topladı, ağır adımlarla gitti soyunma odasına. Ama benim psikoloji kötü tabi, tişörtsüz görsün istemezken kimseler beni, adamın rahatlığıyla dumur bir haldeyim. Sabah oldu, Ayşen'le kahvaltıya indik. Adam geldi tam önüme oturdu. Tabi benim beyin flashback'lerle zorlamaya başladı beni. Midem kalktı, yediğimden de bir şey anlamadım. Ayşen diyor ki "o kadar da kilolu değilmiş adam". Ben de dedim ki "karşılaştırabileceğim tek örnek benimki olduğu için büyük geldi adamınki bana sanırım."

26 Mart 2009 Perşembe

Bugün

25 yıl önce bugün, bu saatlerde oyuncaklarımla oynuyordum.
15 yıl önce bugün, bu saatlerde televizyonda çizgi film izliyordum.
10 yıl önce bugün, bu saatlerde odamda en sevdiğim müzik grubunun son albümünü dinliyordum.
7 yıl önce bugün, bu saatlerde ilacımı alıp uykumun gelmesini bekliyordum.
6 yıl önce bugün, bu saatlerde müzik grubumla stüdyoda çalışıyordum.
5 yıl önce bugün, bu saatlerde evde ailemle yemek yiyordum.
3 yıl önce bugün, bu saatlerde arkadaşlarım için yıllık yazıları yazıyordum.
2 yıl önce bugün, bu saatlerde üzerimdeki hastane kokusundan arınmaya çalışıyordum.
Geçen sene bugün, bu saatlerde bugün neler hissediyor olabileceğim hakkında kafa yoruyordum.
Ve bugün, Fatsa Şubesi'nin Müfettiş Odası'nda tek başıma bilgisayar başında oturuyor, sevdiklerimi, geçmişimi özlüyorum.

19 Mart 2009 Perşembe

Müzisyen Müfettişler

"Çağrı, gitarını mutlaka getirsin" demiş arkadaşlara, Başkan Yardımcısı. Abant'taki kurul toplantısına giderken gitarımı da alıyorum yanıma bu yüzden. Otele yerleşip, sıcak bir şeyler içmek için "Kış Bahçesi" adını verdikleri salona giriyoruz. Başkan Bey, etrafında Başkan Yardımcıları... Bana sesleniyorlar ve gitarımı getirmemi istiyorlar.

Odama çıkıp gitarımı alıyorum. Teftiş Kurulu'nun yöneticileri arasına karışıp bir zamanlar, kimsenin duymayacağını, duysa da pek fazla önemsemeyeceğini düşündüğüm şarkılarımdan bir tanesini çalıyorum onlara. Bunlara ek olarak da hep yaptığım gibi, bir adet Feridun Düzağaç şarkısı...

Tarzımı beğenmiş olacaklar ki, iki akşam sonra, Genel Müdürümüzün de katıldığı akşam yemeğinde de çaldırıyorlar bana. Aslında pek çok yerde s
ahneye çıkmışlığım var. Odtü'de, Polis Akademisi'nde, Bursa'da ve hatta Selanik'te. Ama o sahne bambaşka... İlk kez beni hep takım elbiseyle görmeye alışmış bir kitleye, sivil kimliğimi göstereceğim...

Her şey yolunda gidiyor, bir adet
Küskünüm, bir adet Feridun Düzağaç şarkısı... Kendi performansımdan memnunum. Yandaki resim de o akşamdan kalan hoş bir anı...

Sahneden indikten sonra Genel Müdürümüzün oturduğu masaya yöneliyorum. Elimi sıkıyor. Başkan Bey'in de elini sıkarken "Çağrı Bey için bir alkış daha rica edebilir miyim?" diyor sahneyi devralan sanatçı. Herkes bize bakarken hey
ecanla elimi Başkan Bey'in omzuna koyuyorum. Neyse ki o anın heyecanıyla durumu o da fark etmiyor.

Kendimce yine günün kahramanıyım. Biliyorum ki artık refakatine verildiğim bütün üstadlarım "sen Abant'ta gitar çalmıştın, değil mi
?" diyecekler. Gecenin sarhoşluğuyla otururken yanıma Mesut Üstad geliyor. Medeni cesaretimden dolayı tebrik ediyor. Kendisinin de bağlama çaldığını öğreniyorum. Daha önce arkadaşlarının, benzer toplantılarda çalması için kendisini cesaretlendirmeye çalıştıklarından, her seferinde niyetlendiğinden, hatta bir keresinde toplantıya bağlamasını bile getirdiğinden, ama hep son anda vazgeçtiğinden bahsediyor. "Beraber çalarız üstadım" diyorum. İçimden sahnede yanında biri olursa daha iyi hisseder diye geçiriyorum.

Ankara'ya döndükten bir ay kadar sonra telefon ediyor. Derneğin balosunun yapılacağından, orada çalabileceğimizden bahsediyor. O sıralar ben de eğitimdeyim. Fazlasıyla zamanım var. Birkaç akşam sonra beni eğitim binasından alıyor. Evine gidiyoruz. Gitar-bağlama bir şeyler çalıyoruz. Uyumumuz gayet güzel, yapabileceğimize inanıyoruz.

Bir sonraki çalışma için birkaç şarkı belirleyip ayrılıyoruz. O
çalışmada eşiyle de tanışıyorum. Küçücük çok sevimli bir de kız çocuğu var. Gözleri boncuk boncuk, simsiyah. Yanakları toparlak... Bana kendi deyimiyle "Hele bi' gel" şarkısını söylüyor. Üstadla çalışmalarımızı da dikkatle izliyor. Biliyorum ki şarkılarımızı ezberine alıyor. (Nazar boncuğu "maşallah" anlamında konulmuştur. Kırmızı BMW adlı yazımın üstüne söz konusu BMW'nin kaza yapması sonucu tarafımca yaşanan vicdan azabının bir eseridir.)

Aslında üstadın evine girmek çok ağır gelen bir duygu. Kravatımı gevşetemiyorum, üstad her seferinde "ceketini çıkart, rahat ol" dese de, o demeden çıkartmak istemiyorum. Eşi, üstad işten, ben eğitimden g
eldiğim için sürekli pasta-börek yapıyor. Bize yiyecek bir şeyler ikram ediyor. Biz de zaman zaman sohbet edip, zaman zaman da çalışarak geçiriyoruz zamanımızı. Bazen Üstadın kızı geliyor "Sen yine gel bize, tamam mı?" diyor, bazen üzülerek "sen şimdi gidecek misin?" diye soruyor ve gülümsetiyor bizi.

Balo yaklaştıkça heyecanımız artıyor. Bir tanesi hariç, bütün şarkı-türküleri üstad söylüyor. O bir tanesi ise benim sesimde can bulacak olan "Çarşamba'yı sel aldı."
Üstad heyecanlanıyor, bir yandan "Evde çaldığımız gibi çalarız, yaparız" diyor, bir yandan da heyecanını her seferinde belli ediyor.

Büyük gün gelip çatıyor. Baloya ablamla gidiyoruz. Üstada yakın bir masaya oturuyoruz. Sahneye çıkacağımız saat yaklaştıkça üstadın heyecanı da artıyor. Masanın altında bacaklarını hızlı hızlı salladığını fark ediyorum.

Enstrümanlarımızın akordlarını kontrol etmeye gittiğimizde "Hadi yapalım şu işi Çağrı" diyor. O an o tatlı heyecanını iyice hissediyorum. Ben biraz daha tecrübeli olduğumdan rahat gözüküyorum. Ama benim içimde de o heyecandan fazlasıyla var.

Sahneye çıkıyoruz. Üstad heyecandan konuşamıyor. Açılış konuşmasını yapmak da bana düşüyor. Ses sisteminden kaynaklı sıkıntılar yaşıyoruz ama ben oldukça rahat gözükmeye, o rahat görüntümle üstadı da rahatlatmaya çalışıyorum.

Zaman
su gibi akıp geçiyor. Şarkılarımızın hepsini çalıyoruz. Büyük bir heyecanla bitiriyoruz programımızı. Bizi dinlemek için geç saate kadar kalmış olan Başkan Yardımcıları bizi sahneden inince tebrik edip elimizi sıkıyorlar. Çok mutlu ve gururlu hissediyorum.

Üstadın eşi ve İrem Üstad'la resim çektiriyoruz. İki Müfettişin, aynı sahneyi keyifle paylaştıkları, bir sene kadar öncesinde kalmış, o güzel geceden, geriye hissettiğimiz bütün duyguların yüzümüzden anlaşılabildiği bu güzel resim kalıyor.

16 Mart 2009 Pazartesi

Masumiyet Müzesi

"İnsan hayatının en mutlu anını yaşadığını ancak yıllar sonra anlayabilir çünkü o anın sarhoşluğu insana bunun sıradan olduğunu ve yeniden yaşayacağını düşündürür aynı zamanda gençlik yanılsaması daha önünde çok uzun yıllar olduğu düşüncesine sürükler oysa giden güzel zamanlar geri gelmez..."

Aslında Orhan Pamuk okumam ama Bolvadin'den Selçuk Üstad yazdıysa bunu, bir bildiği vardır.

15 Mart 2009 Pazar

Fatsa Şehir Merkezi

Eskiden babam, pazar sabahları geç saatlere kadar uyuduğunda ona kızardım. Oysa ben de bugün, bütün haftanın yorgunluğuyla bir buçuğa kadar uyudum. Uyandığımda her yanım ağrımıştı. Fazla vakit kaybetmeden üzerimi giyip, şehir merkezine indim.

Yan tarafta resmini görmekte olduğunuz bina, bu hafta içinde resm
en çalışmaya başlayacağımız Fatsa Şubesi. İlk işim oradan bir miktar para çekmek oldu. "Simit Sarayı" adı verilen bir yerde simit-çay kahvaltımı yaptıktan sonra da dolaşmaya koyuldum.

Denizin insana huzur verdiğini biliyorum. Sahile inmemin nedeni de bu oldu. Masmavi Karadeniz kıyısında, yüzümü okşayarak esen rüzgar altında denize baktım.Sahildeki büfelerin birinde bir paket fındık almayı da ihmal etmedim tabi. Fındığın kokusunu alan birkaç güvercin toplandı etrafıma. Fındıkları dişimle parçalayıp onlara attım. Sonra kalkıp sahilde yürüdüm.

Aileler vardı etrafta. Çocuklar, hava serin olsa da, mutluydular. Bazılarına babaları şeker de almıştı. Bu mutlu aile tablolarının içinden, yalnız bir adam olarak geçip, gazetemi alıp, meydandaki Moda Cafe'ye oturdum.

Seçimin yarattığı çevre ve gürültü kirliliğinden nefret ediyorum. Yine de meydana çekilmiş parti bayraklarıyla Fatsa bir bayram yerini andırıyor.

Taze sıkılmış portakal suyu içiyorum, üstüne de bir kahve. Moda Cafe Fatsa'da gençlerin tercih ettiği bir yer, tıklım tıklım dolu. Bir köşede gazetemi okuyorum. Ekonomik önlem paketi, kriz, seçimler, Beşiktaş... Neredeyse ilanları bile okuyorum. Tek derdim zamanın akıp gitmesi.

Fatsa'da dolanıyorum. Dükkanlara girip çıkıyorum ama amacım bir şey almak değil, insanlarla konuşmak...
Fatsa küçük bir ilçe olduğundan, aynı dükkanın önünden belki de beş kez geçiyorum. Kendime laf olsun diye bir gömlek alıp, abimin vakti zamanında, belki de on sene kadar önce bana lahmacun ısmarladığı, İzmit'teki o köşebaşındaki lahmacuncuyu hatırlattığı için giriyorum bir lokantaya. Bir lahmacun, bir ayran istiyorum. Yanında çiğ köfte, ezme ve salatada getiriyorlar. İki milyon lira hesap ödeyip çıkıyorum.

Artık otele dönmenin zamanı geldi. Meydandan ayrılıp taksiye binip otelime dönüyorum.

Otelde güleryüzlü insanlar var. "Bugün izinlisiniz" deyip gülümsüyorlar. "Bu hafta gitmedim Ankara'ya" diye karşılık veriyorum.

Evet, bu hafta gitmedim Ankara'ya. 5 gün geçip gitsin istiyorum. Evimde, sıcacık yatağımda uyuyayım.

13 Mart 2009 Cuma

Kumru/Ordu

Öğleden sonra çıkıyoruz Korgan'dan. Yorgunluk, mutsuzluk, halsizlik, isteksizlik... Hepsinin bir karışımıyım. Üstad otelde yap dediği işi yapmadım için sitem etmiş, moralim bozuk. Ama ona kızmıyorum, onu gerçekten seviyorum. Yine de psikolojim kötü, kaldıramamışım o sitemi.

Arabanın arka koltuğundayım. İki küçük ilçeyi bağlayan kötü bir yoldayız. Etrafta büyük şehirleri, teknolojiyi hatırlatacak hiçbir şey yok. Alabildiğine tarlalar, yeşillik, ağaçlar... Yolda mini mini köy çocukları, yanakları köy kırmızısından. Arabadan şehirli çocuklar kadar korkmuyorlar, üstleri başları toz içinde ama yüzleri hep gülüyor. Toprağa değiyorlar, benim ruhumu kemiren o elektriği atmışlar. Bir tanesi arabanın önüne doğru bir adım atıyor, Şube personelimiz Muhammet Bey parmağını sallıyor ona, gülümsüyor.

Tozlu yollardan geçiyoruz. Etrafta küçük küçük, büyük şehrin bir mahallesi etmeyecek büyüklükte köyler... Birkaç ev, bir cami, birkaç hayvan... Hepsi bu...

Kumru'ya varıyoruz. Küçük bir alana toparlanmış bir ilçe... Yolları o kadar dar ki, etrafınızdaki apartmanlar size gökdelen gibi gözüküyor. Sanki az sonra hepsi yıkılacak ve o enkazda can vereceksiniz.

Şubeye giriyoruz, iki müfettiş. Üstadın beni yanından ayırmıyor olmasına memnunum. Bir süre kalıp, kendimize çalışacak yer ayarlayıp ayrılıyoruz şubeden. Korgan'a dönüyoruz.

Dönüş yolunda daha kestirme ama daha kötü bir yoldan geliyoruz. Köy evlerinin içinden geçiyoruz. Tek ineğini otlatmaktan gelen bir köylü, tarlasını eken bir çiftçi görüyoruz. Etrafımızdaki bahçelerde iri iri karalahanalar var.

Yaşam sevincimi arıyorum içimde. Görülesi yerlerde, şahitlik edilesi hayatlarda olduğumu düşünüyorum. Ama birileri beni oraya zorla göndermiş ya, bulamıyorum içimde o sevinci. Hayatımda belki de ilk kez, bir çocuğun gülümsemesi delemiyor ruhumun zırhını.

Dokuz buçuğa kadar çalışıyoruz Korgan'da. Ertesi gün Cumartesi olsa da çalışacağımızı biliyorum. Otelde, rahatsız bir koltukta neye yaradığını bilmediğim bir ekrana yazıyorum bütün bunları... Bir yandan da uzun uzun susuyorum.

Yaşam sevincin duruyor mu hala içinde,
Sustun konuşmadın sözcükler bitince...

1 Mart 2009 Pazar

Kırmızı BMW

Söke'de güzel bir akşam... Mehmet Üstad haftada en az bir kez yaptığı üzere bizi akşam yemeği için arabasıyla Kuşadası yolunda makarna yiyebileceğimiz güzel bir yere götürüyor. Arabası 1994 model, parlak kırmızı, otomatik vites bir BMW...

Keyifler yerinde, sohbet ediyoruz. Üstad kibarlığıyla, konuşurkenki naifliğiyle rahatlatıyor bizi. Bir miktar da alkol aldığından, dönerken arabayı bana veriyor.

BMW'nin şoför koltuğunda oturmak çok güzel bir duygu. Araba ağır, koltuk hafif aşağıda, direksiyon geniş...

Söke girişinde çevirme var, polis durduruyor. Pencereyi açıp "iyi akşamlar, memur bey" diyorum. "Ziraat Bankası değil mi?" diye gülümsüyor polis. "Sizin aracı Şubenin önünde görüyorum." diye de ekliyor. Ben alkol kontrolü için hazırlanırken polis "Şey soracaktım; bizim Key'ler ödeniyor mu?" diye soruyor. Ben gülmemek için kendimi tutarken üstad polisin merakını gideriyor ve kahkahlar eşliğinde çevirme noktasından ayrılıyoruz.