28 Nisan 2012 Cumartesi

Münzevi

Yanıp sönen bir imleç, boş bir mesaj sayfası... Hiçbir zaman söylenmeyecek sözler için alınan derin nefesler...

Geçici bir körlük. Ancak yıllar sonra aydınlanacak bir yolda hayat kurma savaşı. Verilen sözler, pembe hayaller ve bir sürü yara bere.

Önümüz kış.

İkrar


Önüne bir parça kağıt koydum. Adını soyadını yazarken elleri titriyor. Her cümlesinden sonra "ne yazayım efendim?" diye soruyor. "İşe başladığın tarihi yaz!" diyorum. "Hesabından para aldığın kişileri..." Aslında bunları sert sert söyleme nedenim, ona gerçekten kızgın olmam değil. Yumuşak yüzlü halimi görüp yazmaktan vazgeçmesinden korkuyorum.

O yazdıkça listede isimler birikiyor. Bir, iki, üç... Yazarken hala elleri titriyor. Oysa bana bunları kendi ağzından geçen hafta zaten aktarmıştı. Yine de kolay bir ruh halinde değil. Hiçbirimiz yaptığımız hataları kolaylıkla itiraf edemiyorduk ve o da sadece bir insandı.

Karısının hasta olduğunu söylemişlerdi. Onu yanıma çağırana kadar bu hastalığın ölümcül bir hastalık olduğunu bile bilmiyordum. Çünkü o kimseye bundan bahsetmemişti. İçine kapanık, münzevi bir yapısı vardı.

"Çok mu ihtiyacın vardı?" demiştim. Benimki de soru! Bir suçu kimse belirli bir ihtiyaç hasıl olmadan işlemezdi, değil mi? Yine de ters bir cevap vermeyip "elimden geldiğince ödeyeceğim" demişti.

Düşününce keşke eşinin tedavisi için değil de, içki bağımlılığı nedeniyle harcamalarının önünü kesemediği için ya da hayat kadınlarıyla gününü gün ederken biriktirdiği kredi kartı borçları için işleseydi bu suçu diyorum. Ama o, kötü adamı oynamaya geldiğim bu şehirde, bana duygusal hezeyanlar yaşatmak istercesine duruyordu karşımda. İnsanlığın bugün geldiğin noktanın ispatıydı.

"Hepsi bu kadar mı efendim?" dediğinde sıyrıldım düşüncelerimden. Önümde artık tamamladığı liste, listenin altında da imzası duruyordu. "Bu kadar" dedim. "Teşekkür ederim"

Garip bir his bu... Bana işimi yapmamda yardım etti, ben de ona bu yardımı için teşekkür ettim. Elini sıkıp, hayatında başarılar dileyerek uğurladım onu. Başarısızlığı, benim başarımdı. Karşılığında bana para ödedikleri bir başarı.

Akşam kaldığım kötü lojmana dönerken klasik müzik açıp, hiçbir kitabını okumadığım bir yazarın satırlarına gömüldüm. Beni bugünden, yaşadığım hayattan bir parça uzağa, hala hepimiz için bir umudun olduğu bir dünyaya taşımasını bekledim ondan.

25 Nisan 2012 Çarşamba

Yabancı

“Oğlum, senden bir tane daha yok!” dedi dün akşam. Onunla aynı anne-babadan doğmuş, aynı odayı 18 yıl kavga-gürültü paylaşmış olmasak da derdi bunu, biliyorum.

2 yılımı yiyen, 2 baskıda toplam 7 adet basılan ve yok satan kitabımın adı bile “Yabancı” benim. Hiç bilmediği bir coğrafyaya, kendisine hem ruhen hem de fiziken hiç mi hiç benzemeyen insanların arasına karışan bir adamdan bahsediyor. Hayat ne kadar ironik ya da şu Rhonda Byrne (The Secret) ne kadar şerefsiz ki aynı kaderi bana da yaşatıyor. Roman kahramanımın derinlerde bir yerlerden “Ne oldu ha, muck!” dediğini işitir gibiyim. Haklısın be Yavuzum, bana da iyi oldu hakikaten…

Kebapçıda kitap okudum dün. Okuduğum kitap da Grange’ın Koloni’si… Fonda “Sting - I’m an Alien (English Man In New York)” dese, bu kadar otururdu. Ama Sivas Kebap da şahaneydi. Yine de hüzünler içimde bir yerlerde saklı duruyor hep. Sivas kebabının o pörsümüş patlıcanında kendini bulmak, morumsu şeyden yola çıkarak hayatı sorgulamak ne kadar da 90’lı yılların arabeski… Düşündüm de Nuri Alço iyi adamdı. Çevresi bozdu onu.

Abim haklı galiba, benden bir tane daha yok. Oysa birkaç tane olsaydı benden ya da ben sayıca fazla olan birilerine benzeseydim. Kahvede maç izleseydim, kâğıt oynasaydım. Biraz daha kaba-saba, biraz daha bizden biri olsaydım ne vardı. Taksim’e çıksaydım yılbaşında, turist kızlara yanaşsaydım. Ağzımda ne var ne yok balgam haline getirip de yolun ortasına bıraksaydım.

Midem bulanıyor, galiba dünya tuttu…


Ocak 2010
Sivas


Nekahat

Hani Temel'e sormuşlar da "aptallık" demiş ya, “güzellik mi aptallık mı” sorusuna. Öyle kalıcı bir aptallıkta, kendi halinde yaşamaya çalışan bir adamım birkaç gündür. Sert bir fırtınadan kanadı kırık çıkmış bir kuşum. Susuyorum, kana kana susuyorum. Rüzgarda savruldum, bir mazgala düştüm bekliyorum. Yukarda insanlar var, yukarda hayatlar. Kendimi çirkin buluyorum. Omzumda çantam, kimsenin bilmediği bir hayatta, kimsenin bilmediği hayatlardan geçiyorum.

Sevdiklerim var, doya doya yaşamak istediklerim. Hepsini bir bir erteliyorum. Bir nekahat dönemi bu, bir yenileniş. Her yenilenişim gibi sancılı ve buruk. Gözlerimden hüzün, sesimden yalnızlık taşıyor. Susuyorum, kana kana susuyorum.

Zaman en vefakar dostum. Ne zaman ki bunalsam yetişiyor bana. Beni kollarına alıyor. Geliyor, geçiyor ve bana yeni bir yüz, yeni bir kimlik bahşediyor. Ben o kimliği sömürüyorum, tüketiyorum. Yeni aldığı oyuncak arabayı parçalayana kadar duvara vuran bir çocuk gibiyim. Sonra yine o geliyor, beni yeniden kollarına alıyor.

Uzakta yüzler var, uzakta bilmediğim şehirler. Hepsi aynı soğuklukta beni bekliyorlar. Onlara gideceğim, yine bilmedikleri bir hayatta, bilmediğim hayatlardan geçip gideceğim.

Yaşamak hala zor bi’ oyun…


2010 Nisan
Bakırköy/İstanbul

Engin

Hududu çizilmemiş bir yalnızlık bu. Uçsuz bucaksız, okyanuslardan engin… Boy vermeye, ayaklarımı zemine değdirmeye çalışıyorum. Birazcık dokunsa parmak uçlarım yere, ayaklarımın arasında deniz kumunu hissetsem. Dinlensem biraz. Soluk alış-verişlerim bir düzene girse. Sonra hiç korkmadan yeniden enginlere açılsam… Güneş yüzümde parlasa, balıklar bacaklarımın arasından kayıp gitse. Oysa göğüs kafesim söndükçe, bir parça daha su yutuyorum hepsi bu.

Tek kişiliktir ya yalnızlık. Ucundan kopartıp kimseye veremiyorum. Kafamda kocaman bir boşluk var, dinlediğim hiçbir şarkı dolduramıyor o boşluğu. Kalbimde tınılar kopuyor, notalar akıp gidiyor zihnimden. Sözlerim yok… Sözlerim bitti, onları bir bir tükettim. Aslında pek sevmediğim kadınlara, hiç de istemediğim zamanlarda söyledim, inandılar. Yıldızlar verdiler bana, içime sakladım her birini. İşte şimdi, büyük kentin küçücük bir insanının kalbine batıyor o yıldızların sivri uçları.

Bir gün gelecek, bir kara parçası daha göreceğim. Yorgun, deniz suyu beni derinde tutmaya çalıştıkça, her adımda bir güç bacaklarımı geriye doğru çektikçe yürüyeceğim. Başka bir şehirde, belki başka bir limana sığınacağım. Ayaklarım kızgın kumlara dokunacak, denizin serinliğinin keyfini çıkartacağım. Güneşin denizin üzerinden doğuşunu, martıları, yakamozu seyre dalıp geçtiğim enginleri unutacağım. Ve bir gün, kendimi yine bilmediğim sularda, anlam veremediğim savaşlar verirken bulacağım.


Nisan 2010
Bakırköy/İstanbul

Helena

Helena, Eric’le tanıştığında henüz 15 yaşındaydı. Eric uzun boylu, güzel yüzlü bir erkekti ve Helena’nın küçük kalbi, onu gördüğünde hızlı hızlı atmaya başlamıştı. “Saçlarının sarısı ne kadar güzel!” demişti Eric ona. Helena gülümsemesine engel olamamış, boynunu hafifçe öne eğmiş ve tatlı tatlı susmuştu. Eric kızın çenesini hafifçe kaldırıp dudaklarına minicik bir öpücük kondurmuştu.

Helena kasaba öğretmeninin kızı, Eric kasabaya yeni gelen doktorun oğluydu. Helena, Eric’ten beş yaş küçüktü; Eric, Helena’ya göre biraz daha kumral… Kısa süre içinde zaman zaman kasabanın uzağındaki göletin kenarında, zaman zaman içinden tatlı bir meltem esen ağaçlıkların arasında buluşur oldular. Gözlerden uzakta, hayatlarının en güzel yıllarını geçirdiklerinden habersiz, kimselere hissettirmemeye çalışarak yaşarlardı aşklarını. Ancak kasabada herkes onların aralarındaki şeyin ne olduğunu bilir, onlara belli etmezlerdi.

Helena’nın hayatında tanıdığı tek erkek babasıydı. Okulda yorgun düşen, akşam olduğunda eve gelip zamanının çoğunu bir şeyler okuyarak veya uyuklayarak geçiren adam eğlenmeyi bilmezdi. Annesiyle beraber ona defalarca kez ısrar etmiş olmasına rağmen, adam onları hiçbir zaman bir tiyatroya veya kasabadakilerin birinin evinde düzenlenen herhangi bir baloya götürmemişti. Babasına göre bu tür etkinlikler insana sadece yorgunluk verirdi. Eric ise babasının aksine eğlenmeyi bilen biriydi ve arkadaş çevresi de oldukça genişti. Onu zaman zaman şehre götürüyor, hiç tatmadığı yemeklerden yemesini, tanımadığı insanlarla tanışmasını sağlıyordu. Zaman zaman bir mimarla karşılıklı kahve içiyorlar, zaman zaman da yabancı ülkelerin birinden gelmiş bir tüccardan asla gidip göremeyecekleri yerlerin hikayelerini dinliyorlardı.

Eric, Helena’ya evlenme teklif ettiğinde tanışmalarının beşinci yıldönümüydü. Helena aslında bu teklifi uzun zamandır bekliyordu, ancak duyduğunda yine de fazlasıyla şaşırmıştı. Eric’in boynuna sarılmış ve milyonlarca kez evet demişti. Bu haberi babasına vermek için eve koşmuş, kasabada tanıdığı herkesi düğününe davet etmişti. Düğününü en ince ayrıntısına kadar düşünmüş, imkanları ölçüsünde yapılabilecek en güzel düğünü yapmak için ailece uğraşmışlardı. Gelinliğini annesi dikmişti, ayakkabılarını şehirdeki bir dükkandan almışlardı. Sade ama içlerine sinen bir düğünle hayatlarını birleştirmişlerdi.

Helena, Eric’e hamile olduğunu öğrendiğini söylediğinde henüz dört aylık evli bir çifttiler. Eric önce duyduklarına inanamamış, ardından Helena’nın önünde diz çökmüş ve başını kadının karnına yaslayarak ona kendisini Dünya’nın en mutlu erkeği yaptığını söylemişti. Aslında Eric, o gün aynı sözü başka bir kadına daha söylemişti. Kadın kızıl saçlı, esmerdi ve Eric ona bu sözleri söylemeden önce Eric’e hayatının en güzel sevişmelerinden birini tattırmıştı.

Oğulları, dokuz aylık sıkıntılı bir hamilelik sürecinin sonunda doğmuştu. Adını Peter koymuşlardı. Peter, Eric’in en sevdiği roman kahramanının adıydı ve oğluna bu ismi koymak istiyordu. Helena da kocasının bu isteğine karşı çıkmamış ve çocuk, Helena’ya her hatırladığında kocasına dair bir şeyler hatırlatacak olan Peter adını almıştı.

Babası gibi kumral bir çocuk olan Peter’ın doğumu, Eric üzerinde tarifi mümkün olmayan bir bunalım yaratmıştı. Sürekli ağlayan bir çocuk, ilgi ve destek bekleyen bir eş, Eric’in tahammül edebileceğinden fazlaydı. Zaman zaman işini bahane ederek evden kaçan adam, soluğu şehrin büyülü yaşantısında alıyor, çoğunun adını ertesi gün hatırlamayacağı kadınlarla, gençliğinin son demlerini tüketiyordu.

“Esmer bir kadınla görmüşler” demişti bir keresinde komşusu. Bir diğeri “Saçları kıpkızıl bir kadındı”… Akşamları yalnız geçiriyor olması, çocuğunu çoğu kez tek başına büyüttüğünü hissediyor olması bir kenara, başka kadınların olduğu gerçeği Helena’yı yıkmıştı. Birkaç gün kocasının tavırlarını izlemiş, bir keresinde de peşine bir çocuk takmıştı. Komşuları yanılmıyordu, kocasının hayatında başka kadınlar vardı.

Bir akşam adama her şeyi bildiğini anlatmış, hıçkıra hıçkıra ağlamıştı. Kocası ise onun gönlünü alacak türden şeyler söyleyemese de yaşadıklarını inkar etmeye çalışmıştı. Helena ertesi gün, çocuğunu da alarak evi terk etmişti. Uzak bir şehirde yaşayan teyzesinin yanına yerleşmiş, bir süreliğine de olsa yaşadığı travmalardan kaçmaya çalışmıştı. Eric, Helena’nın gittiğini öğrendiğinde hiçbir şey yapmamış, kadına istediği yalnızlığı fazlasıyla vermişti. Bir süre eşinden bir özür, en azından onu hala umursadığını gösteren bir hareket bekleyen Helena, sonunda ilişkilerinin bittiğine ikna olmuştu.

Uzunca bir süre kendisini toparlamaya çalıştı. Peter’ın ilgiye muhtaç oluşu, acısını bastırmasına yardımcı oluyordu. Gününün çoğunu, çocuğu için bir şeyler yapmaya çalışmakla geçiren kadın, günün sonunda yorgun düşüyor, Peter’ı uyutmaya çalışırken onunla beraber uykuya dalıyordu. Olan bitene fazlaca kafa yormuyor, hayatı olduğu gibi kabullenmeye, yaşadığı bu yas sürecinin biteceği güne kavuşmaya çalışıyordu.

Aynanın karşısına geçtiğinde kendisini bazen güzel, bazen de oldukça çirkin buluyordu. Oysa yaşadığı şehrin bekar erkeklerinin gözünde Helena ulaşılmaz bir yıldız gibiydi. Sarı saçları rüzgarda savruluyor, iri, güzel gözleri özellikle oğlu Peter’a bakarken ışıldıyordu. Helena kendisine yönelen bu ilgiden habersiz, hayatını tek başına sürdürüyordu.

“İsterseniz yüklerinize yardım edeyim” demişti bir keresinde bir adam. Temiz yüzlü birisine benziyordu. Kucağında uyuklamakta olan Peter olmasaydı, o adama paketleri vermek istemezdi aslında, ama bu yardımsever genci geri çevirmedi. Eve geldiklerinde de, ona teyzesiyle beraber yaptıkları lahana çorbasından ikram etti. Gencin adı Adam’dı. Onu daha birkaç kez marangoz atölyesinde görmüştü; ancak çocuk anlattığı kadarıyla marangoz değil, bir ressamdı. Adam’la arkadaşlıkları böylece başlamış oldu.

Onunla birkaç kez dışarı çıktı. Hatta bir keresinde Adam’ın resimlerine bakmak için evine bile gitti. Tanıyabildiği kadarıyla kibar, güler yüzlü bir çocuk olan Adam, şehre geldiğinden beri kendisini yalnız hissetmemesini sağlayan ilk erkek olmuştu.

Sıkıntılarından kurtulduğunu sandığı bir akşam, tam da Peter’ı yatırmak üzereyken, kapıda teyzesiyle konuşmakta olan bir adam gördü. Gelen Eric’ti. Her zamanki güçlü duruşu, üzerine her zaman yakışan güzel kıyafetleri vardı. Kapının eşiğinde duruyor, içeri girebilmek için teyzesinden izin istiyordu. Helena’yı gördüğünde durmuş, odayı aydınlatan mumun cılız ışığında yanaklarının pembeliği gizlenen karısına bakmaya başlamıştı. Helena, hareketsiz kalmış, bir zamanlar ölesiye sevdiği adamı izliyordu. Babasının geldiğini gören Peter, koşarak ona sarılmasa, belki de saatlerce öylece bakışabilirlerdi. Eric, Peter’la biraz oyun oynadıktan ve oğlunu yatağına kadar götürdükten sonra karısıyla beraber dışarı çıktılar.

Yan yana yürüyorlardı, ancak birbirlerine söyleyecek doğru sözcükleri seçemiyorlardı. Eric biraz yaşadıkları kasabadan bahsetti, Helena Peter’ın edindiği yeni huylardan… Eric, Peter’la ilgili birkaç soru sordu, Helena’da kasaba bıraktığı dostlarından birkaçını özlediğini söyledi. Şehri boydan boya yürüdüler, ancak aralarında ilişkileri hakkında tek bir söz geçmedi. Ne Eric çok pişman olduğunu, ne de Helena onu çok özlediğini söyleyebildi. İçeri girmeden önce hafifçe sarıldılar, Helena eşikten içeri adımını attı. Neden sonra dönerek “İsteseydin saçlarımı siyaha ve hatta kızıla boyayabilirdim…” dedi. Eric duraksadı. Ona “Sen aslında o kadınlardan daha güzeldin…” diyebildi. Helena cevap vermedi, iyi geceler dileyerek içeri girdi ve yatağına yattığında da gözyaşlarına boğuldu.

Eric’ten o akşamdan sonra uzunca bir süre haber alamadı. Hatta bir keresinde, eski dostlarını görmek bahanesi ile yaşadıkları kasabaya bile gitti ama evlerinde artık başka insanların yaşadığını, Eric’in ise uzun süredir ortalıklarda görünmediğini öğrendi. Teyzesinin yanına döndüğünde olanları ona anlattı ve ondan Adam’ın birkaç kez uğradığını öğrendi. Teyzesi her ne kadar ısrar ettiyse de, Adam’ı bir daha görmek istemedi. Davetlerini her seferinde bir bahane bularak reddetti.

Karşısına daha sonra da erkekler çıktı. Kimisi zengin, kimisi gösterişli, kimisi yakışıklı… Helena her seferinde, tam da onlarla yakınlaşmış, Eric’ten başka hiç kimse için indirmediği aşılmaz duvarlarını yıkacakken, Eric bir şekilde onu buldu. Bazen bir mektup gönderdi, bazen de oğlunu görmek bahanesiyle çıkıp geldi. Aslında Helena’nın da onu hatırlaması için böyle bahanelere ihtiyacı yoktu. Oğlunun gözlerinin içine baktığında gördüğü, aşık olduğu, hayatının ilk ve tek aşkı olabilmiş o adamın pırıl pırıl parlayan gözlerinde gördüğüydü.
Eflani/Karabük

Henüz Onlar Bunları Bilmiyor

Sabah mutsuzlukları, devamlılık arz eden uyuşukluk ve karşın konulamaz uyku isteği… Hiçbir şeyle mutlu olamama, kronik hüzünler… Arabesk, acı, keder…

“Ne çok tanıdık, bildik bu hüzün”.

En sevdiğim adamın şarkı sözü bu. Onun şarkı sözlerinin türlü türlü imitasyonlarını yaratsam da yetmiyor kendimi ifade etmeye.

Kalp kanar mı hiç, kanıyor işte. İnsan kendi saldığı karbondioksitte boğulur mu? Işıklar bile kesip geçer mi boğazını?

Beş dakika sonra aşırı mutlu hissedeceğim kendimi. Sonrasında yine aynı girdapta olacağım. İyi biliyorum bunu, orada daha önce de bulundum. Çıkış ne kadar yüksek olursa, çöküşün o kadar derin oluyor. Hayatın sana biçtiği paha bu. Mutluluğu taksitle yaşatıp, peşin peşin ödetiyorlar bedelini. Bankalardan beter bu hayat…

Üç çocuğum olsun. Adlarını Prozac, Edronax, Risperdal koyayım. Tok karnına öpeyim onları yanaklarından. Hayatımdaki her şey olsunlar. Beni gülümseten, bütün sıkıntılarımı alıp götüren. Sihirli bir değnek gibi, söküp alsalar ya benden mutsuzlukları…

Oysa “Erir” demişti doktor, “depresyon, kar gibi…”


Şubat 2010
Sivas

Denizkızı

Onu hiç kimse ağlarken görmemişti. Sadece yüzü değil, gözlerinin içi, minicik gözbebekleri, bütün ruhu gülümserdi o gülerken. Güzeldi; ancak bu güzelliğinin hiç farkında değilmiş gibi yaşardı hayatı. Hata yaptığında kabullenir, zekasıyla övünmeyi sevmez, gözlerinin, yanaklarının, yüzünün güzelliğini vurgulamak için makyaj yapmazdı. Sade haliyle dünyaya gönderilen ender güzelliklerdendi.

Hep başarısız ilişkileri olmuştu. Kimseyi hak ettiği kadar sevememiş, kimse ona hak ettiği değeri verememişti. Attığı sakin, kimseyi rahatsız etmeyen kahkahalarının ardından duruluşu, başını hafifçe yere doğru eğip, azıcık açılan eteğini bacaklarının altına sıkıştırması bu yüzdendi. Ona içini görmeden bakanlar, çok neşeli, eğlenceli biri olduğunu düşünürlerdi. Oysa o içinde dışarıya hiç göstermediği bir hüzün taşıyordu. Bu hüzün zaman zaman onu yoruyor, hiç kimsenin bilmediği anlarda, hiç kimsenin görmediği yerlerde ağlatıyordu.

Peşinde onu güzel bulan erkekler oluyordu hep. Kimisi zengin, kimisi gösterişli, kimisi uzun, kimisi ukala… Ne olursa olsunlar, onların hayatına girmelerine izin veriyor, karşısında duran şeyi anlamaya çalışıyor ve o şey hiç kimsenin dokunmadığı bir noktaya temas ettiğinde de o kişiden o an vazgeçiyordu. Her seferinde korkaklığına, gerçekçiliğine kızıyor ve her seferinde aynı hatayı yapmaktan geri durmuyordu.

Zamansız zamanlarda aşkını ilan edenler oluyordu ona. Anlamazdan geliyordu çoğu kez, anlamak istemiyordu. Bütün ilişkilerinin kontrolünü elinde tutmak, içinde çocukluğunu yaşattığı sınırlardan içeri kimsenin girmesine izin vermiyordu. Hiç kimsesi yoksa kızıl saçlı denizkızı bebeği vardı. O bebeği çoğu kez gözyaşlarıyla ıslatmıştı.

İçinde büyük bir yalnızlık taşıyordu. İnsanların arasında yaşıyor, onlarla konuşuyor, onlara dokunuyor ama onlar hiç yokmuş gibi hissediyordu. Tozdan bir buluttu hayat. Geliyor, ağırlığını hissettiriyor ve geçiyordu. Bütün günler aslında birbirine benziyor, gün boyunca gülüyor, arkadaşlarıyla şakalaşıyor, günün sonunda yatağına tek başına giriyordu.

Onu son gördüğümde bir tren garında bekliyordu. Bilet almamıştı, o bileti alacak cesareti hiç olmamıştı. O garda bir süre bekleyecek, vagonların doluşuna tanıklık edecek, birileri uğurladıkları sevdiklerine el sallarken o bu tabloya şahitlik edip gardan ayrılacaktı. Sonra odasına gidecek, denizkızına sarılıp uyumaya çalışacaktı. Tren yaklaştıkça estirdiği rüzgarda üşümüştü. Ceketimi omzuna koydum. Bana hiç bakmadı; ama cekete sıkı sıkı sarıldı. Başını omzuma koyup hayatının en tatlı uykusuna daldı.
Bakırköy/İstanbul

24 Nisan 2012 Salı

Kayıp Konsept

Yıllardır yazmayınca kopmuş bu konsept, kayıp. Oturup iki satır yazmak istedim de "arkadaşım şu güzel ortamı bozuyorsun" tepkilerinden korktum geçmişimin, geçmiş öykülerimin.

İstanbul burası. Belki benim kadar huzurlu yaşayabileni azdır. Ortaköy'de konaklayıp, Bebek'te çalışıyorum. Yıldızlarını gökyüzünden çalmış gibi duran beş yıldızlı bir otel, gıcırdayan bir yatak, kötü kahverengi mobilyalar, sarı ışığın loşluğu... Olsun, hayat güzel!

Uzak kaldığım yakın geçmişimin içli bir hikayesi. Yarım kalmış roman hüznü... Seans arasında terk edilen kötü bir komedi filmi gibi... Hatırlıyorum. Kendi öykülerimi toparlıyorum. Bu kez yarım bırakmamak üzere yazacağım. Best seller olmasın, kimseler de okumasın. Ben yazayım, yeter.

Anlatınca "Ben sana çok inanıyorum" dedi. Neden ki? Ben bile bazen kendime inanamıyorum, o neyime inanıyor? İçimdeki denizi fark etmiş, "diptekilere ulaş" diyor. Dibe vurmak gerek bazen, haklı. Bir mühür, bir tırnak makası, birkaç parça giysi, tekerlekli bir bavul, otel odaları, yolculuklar... Kopan bir düğmeden varılan yalnızlık tasvirleri... Başkalarının öykülerinde insanlıktan çıkış, başkalarının öyküleriyle İnsanlığa Giriş 101.  Hepsi bu, batık bir gemiden, kendi gemimden kalanlar...

"Seni beklemeyecek. Bir şekilde çıkacak onlar."


1 Nisan 2012 Pazar

Yıllar Sonra

Çok uyudum mu? Kaç mevsim geçmiş? Kaç şehir gördüm, kaç insan tanıdım? Buraya yazılacak kaç anıyı attım içime? Uğraşsam toparlar mıyım? Yıllar içinde yaşananlar, kaç günde, kaç kelimeyle özetlenebilir?

Ben üzüldüm. Ben çok üzüldüm. Bazen öyle çok üzüldüm ki, üzüntümü anlatacak gücüm bile olmadı. Yoruldum, savaştım. Ne için olduğunu bile bilmeden, ezbere öğretilerle savaştım. Yenildim. Birkaç sözcük, bir tutam bakış deldi geçti zırhımı. Düştüm. Doğruldum, yine vuruldum. Kaybettim...

Biliyorum uçsuz bucaksız sandığım, bir nefeslik bir ömür var önümde. Biliyorum yine mutlu oldum sanacağım, biliyorum yine bir şeyler için zırhımı kuşanıp barikatlara saldıracağım. Belki yine kaybedeceğim, belki yine zırhım delik deşik olacak. Olsun.

Doğuya gittim, batıya gittim ben. Kuzeyde bir sahil kentinde, kışın ortasında bir otel odası tutsaklığını yaşadım aylarca. Sevdim, öfkelendim, kırıldım ve daha bir sürü gereksiz insancıl ayrıntı içinde boğuştum.

Ama ölmedim. Buradayım. Kendi gemimin Kaptanıyım!