16 Mayıs 2010 Pazar

Mutluluk

Unkapanı'ndan yürüyoruz, Eminönü'ne, Galata'ya... Sıradan bir öğle yemeği yiyeceğiz, sonra da işin başına döneceğiz aslında. Bir süredir üstadlarla çalışmadım, onu biraz yabancıladım önceleri. Ama belki artık daha kıdemli olduğumdan, belki onun tavırlarının rahatlığından, eskisi kadar gergin değilim bir üstadlayken.

Galata'da, köprünün alt tarafındaki balıkçılardan birine oturuyoruz. Denizin hemen kenarındayız. Bana İstanbul'daki güzel mekanlardan, henüz 50 günlük bebeğiyle gelmiş olmasalar, eşiyle oralarda yemek yemeyi, o yerleri onunla gezmeyi ne kadar çok isteyeceğinden bahsediyor.

Leb-i Derya... Bir evlilik teklifi için en güzel mekânmış. Orada edilen evlilik teklifleri geri çevrilmezmiş. Konuyu onun açmasından cesaret alarak "siz nasıl evlenme teklif ettiniz?" diye soruyorum. "Bizimki biraz farklı oldu Çağrı" diyor.

Kız arkadaşıyla uzun bir süredir çıkıyorlarmış. Planlarında da hemen evlenmek yokmuş. Bir gün kızın annesi doktora gitmiş ve kadının kanser olduğunu, bir yıl içinde de aralarından ayrılacağını öğrenmişler.

Apar topar gidip istemişler kızı. Kadın hayata gözlerini kapatmadan, tek kızının düğününü görsün istemişler. Kır düğünü istiyorlarmış. İstedikleri yerde Haziran ve Ağustos'ta boşluk varmış. Ağustos'ta Ankara daha güzel olurmuş, Haziran'da yağmur riski varmış. Yine de Haziran'dan almışlar günü. Hazırlıklar başlamış.

Kız arkadaşı, ailesiyle Eryaman'da oturuyorlarmış. Ankara'da, merkeze uzak bir semt... Annesini hastaneye götürebilmek için kız arkadaşı işinden ayrılmış. Hastaneden acilen bir tahlil istiyorlarmış, tahlil için aynı hastane beş ay sonrasına gün veriyormuş. Mecburen bütün tahlilleri özelde yaptırmışlar. Kızın babası memleketteki bütün tarlalarını böyle böyle satmış. Belki yıllardır biriktiklerini harcamışlar. Doktorlar bir gün "iyi" diyorlarmış, öbür gün "her şeye hazırlıklı olmalısınız".

Ocak ayında düğünün yapılacağı yere götürmüşler kadını. Gözlerini zar zor açabiliyormuş ama etrafa bakmış, yeri beğenmiş. Ancak Haziran'a kadar dayanamamış. Ecel onu Şubat ayında aralarından almış.

Düğün iptal edilmiş. Hazırlık sırasında yaşanan heyecan yerini yasa bırakmış. Kız arkadaşı günlerce ağlamış, belki evden uzak okuduğu için kendini suçlamış, belki yapılabilecek bir şey vardı da yapılmadı diye başkalarını... Ama ağlamış.

Kadının vasiyetini bulmuşlar daha sonra. Düğün ne olursa olsun Haziran'da yapılsın yazıyormuş. Düşünmüşler ve kadının bu son isteğini yerine getirmek için yeniden hazırlıklara başlamışlar.

Haziran'da, planlanan o yerde, kadının dünya gözüyle gördüğü, beğendiği, belki kendisini orada gezdirirlerken, yarım açık gözleriyle bütün kalabalığı, gelinlik içinde kızını, damadını hayal ettiği o yerde yapılmış düğün. Düğünün ortasında yağmur yağmış, ama davetlilerden hiçbirisi gitmemiş. Herkes sırılsıklam ıslanmış, ama hiçbir şey, o gün o düğünün sorunsuz olarak yapılmasından önemli değilmiş. Herkes bu büyük günde, onların yanında olmuş, yanlarında kalmış.

Kız arkadaşının -yani eşinin- babası, işe girmek zorunda kalmış. Kızın aslında çok konuşkan olan abisi durgunlaşmış. Eşi de bu kayıbı kolay kolay atlatamamış. Ama kadının adı, memleketleri Ordu'da, Gürgentepe'de bir çocuk parkına verilmiş.

Bir çocuk istemiyormuş eşi. "Anneliğe hazır değilim" diyormuş. Sonra bir pazartesi, eşinin hamile olduğunu öğrenmişler. O gün hayatlarının son dönemde yaşadıkları belki de düğünlerinden sonra en güzel günü olmuş. Eşinin yüzünde, aylardır görmediği bir mutluluk olduğunu görmüş.

Çarşamba onu bırakıp askere gitmiş. Askerden aradığında onu zaman zaman ağlarken duyuyormuş. Destek olmaya yanında kalmaya çalışıyormuş. Yine de bu bir süreçmiş, yaşanmadan geçmemiş.

Bunları dinlerken yediklerimin boğazımda düğümlendiği, gözlerimin dolu dolu olduğu fark edilmesin diye çabalıyordum. Hayat birilerini sınıyordu, onlar sıralarını savmışlardı.

Birkaç gün sonra Alper bebeği görmeye gittim. Masmavi gözleri, süt kokan minik bebeği... Parmağımı avuçlarının arasına aldı, sıktı. Bir kerecik de öptüm yanağından. Kendisi ağır gaz sancısı çeken bir kolik olsa da, gitarımın tınısında huzurlu bir uykuya daldı. Kesintisiz üç saat kadar da uyudu.

Yiten her hayat, bir yenisiyle doluyor. Her son mutlu olmasa da, hayat bir şekilde mutlulukla doluyor.