31 Ekim 2007 Çarşamba

Abi

Candır, candan ötedir. Hele ki aranızdaki yaş farkı yediden fazlaysa (bu yediye dikkat, çok can alıcı bir sayı verdim) sizin için anlamı çok çok daha başkalaşır.

Daha ilk çocukluk yıllarınızın gülen yüzüdür o. Henüz aklınız yerinde değilken, her gördüğünüz nesnenin "agu agu" olarak yazılıp, yazıldığı gibi okunduğunu sanıyorken -yaşı size yakın olduğundan olacak- onun bir anne-babadan başka bir şey olduğunu anlarsınız. Siz büyümeye devam ettikçe, o da sahip olduğu o yeri sağlamlaştırmaya devam edecektir.

Mahallenin küçük çocukları evlerinde tuvalet eğitimi alırken siz abiniz sayesinde üç tekerlekli bisikletinizi sokakta sürebilirsiniz. Eğer abiniz sokakta oyuna devam ediyorsa hava kararsa bile siz de onunla biraz daha dışarıda kalabilirsiniz.

Abinizin ilgi alanları sizi de yönlendirir. Gazetelerin verdiği karton maketleri oturup beraber yapar, tuttuğunuz takımın maçlarını beraber izler, küçük oyuncak adamlarla maç yaptırır, videocuya gider film kiralar, sonra oturup beraber izler ve bunun gibi bir sürü şeyi beraber yapabilirsiniz.

Evde belki bir de ablanız vardır ama eğer erkekseniz, abla asla abinin yerini tutmaz. Abla kızdır, kızlar erkekleri sevmez, erkekler kızların saçlarını çeker, kızlar erkeklerden gizli gruplaşır, onların oyunlarını bozmak için planlar yaparlar, erkekler de kızların saçlarını bir daha çekerler. Bu nedenle ne kadar çok sevseniz de ablanız sizin için karşı saftandır.

Karakter olarak farklı olsanız da abinizle çok şey paylaşabilirsiniz. Siz Supaplex, Monkey Island, Lure gibi zeka-mantık-adventure oyunlarını seviyorsanız o gelip "hocam bu zeka oyunları beni bayıyor, yok mu şöyle vurdulu-kırdılı bir şey" der ve onun istediği oyunları açar beraber oynarsınız. Arkadaşla oynamaktan farklıdır, sıra kavgası yoktur onunla. Bilakis beraber bir şeyler yapıyor olduğunuz için mutlu olursunuz.

Büyüdüğünüzde de abinin rolü değişmez. Koruyan, kollayan, bir yandan da hayatı öğretendir. İlk aşk acılarınızı yaşarken soluğu abinizin iş yerinde alabilirsiniz, size kola ısmarlar, birazcık para verir. Evde sizi mutsuz görürse alır dışarı çıkartır, sinemaya götürür, McDonald's ısmarlar. Evde doğum günlerinizi o düzenler, gider pasta-kola alır. Hatta sevgilinizle kavga ettiyseniz sizi karşısına alıp "Oğlum bunların aybaşısı olur, yılbaşısı olur. Dert etme bu kadar" diyen de yine odur.

Sonra bir gün gelir evlenir, başka bir şehre taşınır. Yıllarca aynı odayı, aynı ranzayı altı-üstlü paylaşmış olsanız da gidip bambaşka bir hayat kurar kendine. Artık eskisi kadar sık göremiyorsunuzdur onu çünkü başka sorumlulukları vardır. Görüşme sıklığınız ayda bire, bazen iki ayda bire düşer. Ama o abidir işte, o hep bildiğiniz sizden daha sert, sizden daha olgun, hayatı sizden daha kolay kabullenebilen, sizden daha az kırılgan adamdır. En kötü anlarınızda yine sizi gülümsetecek olandır, başınız sıkıştığında arayacağınızdır. Çocuklarını (yeğenlerinizi) kendi kardeşinizmiş gibi seveceğinizdir abi.

Candır, candan da ötedir.

----------spoiler-------------

Soğuktan çift atlet, çift çorap giydiğinizi görürse "Hocam sen de rahmetli dedemi geçtin yahu!" da der, demişliği vardır.

----------spoiler--------------

30 Ekim 2007 Salı

Uzun Uzun Feridun Düzağaç

Duygusal bir yakınlık hissettiğiniz için ya da yazacak bi' ton şeyiniz olduğu için hakkında bir türlü bir şeyler yazamadığınız insanlar vardır ya; işte Feridun Düzağaç da benim için öyle birisidir.

Doksanlı yılların sonu... O zamanlar tek müzik kanalı Kral TV. Arasıra da Best TV falan müzik yayını yapıyor ama ortalıkta dönen şeyler küçük bir havuzda toplanmış, merkezi belli, hitap ettiği kitlesi belli, herkesin kendisini 'megastar', 'hiperstar, 'überstar' gibi göstermeye çalıştığı klipler. Ayrıca müzisyenlerin konuk olduğu bir iki 'Talk-Show' var -ki düşünün ki bunlardan en çok reyting alanı o dönemde de İbo Show-.

Böyle zamanlarda onun da bir kaç klibi vardı, pek seyrek zamanlamalarla düşüyordu ekrana. Bu klipler -özellikle ilk albümündekiler- genellikle diğer kliplere nazaran daha az renkli (tercihen siyah-beyaz), ses kalitesi biraz daha düşük (prodüktörün satmazsa batmayalım felsefesi) ve daha az erotizm içeren klipler olduğu için hem televizyon kanalları tarafından sık sık yayınlanması tercih edilmemiş, hem de yayınlandığında da izleyicide yeterli ilgiyi uyandırmamıştı. Feridun Düzağaç, değerini daha sonra keşfedeceğim Lavinia, Buralar Soğuk ve Beyaz gibi üç önemli şarkısına klip çekmiş olmasına rağmen beni de ilk albümüyle bulamamıştı.

İlk renkli klibini Aşkın E Hâli'ne çekmişti üstad. O kokuşmuş, bugünün tikky'lerini andıran, hayatla en büyük derdi daha fazla eğlence, daha fazla coşku, tempo-forte olan tiplerin dinlediği şarkıcıların klipleri kadar aydınlık bir klip, yine o şarkıların kayıtları kadar güzel bir kayıt ama bütün bu keşmekeşlikten uzak, sanki size bir yandan o pırıltıyı verirken, klipteki duruşu, içindeki o kabarmış yüreği belli eden bakışları, sözü ve müziğiyle kalbimi içten içe oyan, klipteki saçlarını kestikçe kendisinde, zayıflığında, saç stilinde giderek kendimi daha da görmeye başladığım o adama hayranlık duymamam elimde değildi. Bir otobüs yolculuğuna çıkmadan önce ikinci albümü olan "Köprüden Önce Son Çıkış"ın kasedini aldığımı ve yol boyu defalarca dinlediğimi hatırlıyorum. (Şimdi I-Pod var yüklüyorsun sekiz bin şarkı, yolculuk sırasında en az altı binini es geçip, bin sekiz yüzünü yarım yarım dinleyip, iki yüzü çalarken de uyukluyorsun ya, işte öyle böyle değil o dönemler. Her saniyesini zihnine kazıyor, A yüzünden B yüzüne dinliyor, bitince bünyende oluşan sanki bir konferansa katılmışsın havasını hissediyor ve kasedini tekrar dinlemeye başlayınca aynı şeyleri en başından tekrar yaşıyorsun.)

Hiçbir şeyi senin kadar istemedim...

İlk albümü olan "Beni Rahatta Dinleyin"in kasedini alıp şarkılarını kısa süre içinde ezberlemem de uzun sürmedi. O zaman tabi böyle seksen tane müzik sitesi yok ki aratıp akorlarını bulasın. (Seksenin sayısal değerine takılmayın, pek çok anlamında) Oturup parmaklarım acıyana kadar akorlarını bulmaya, akorlarını çıkardıktan sonra da o şarkıları parmaklarım su toplayıp patlayana kadar çaldığımı hatırlıyorum.

Sen asla dün olmayan, bir yaşanmamış an...

Hani yazının başında dedim ya, müzik kanalı yok, Talk-Show yok, o yok bu yok, var olanın da zaten nereye hizmet ettiği belli diye... Böyle bir ortamda da Feridun Düzağaç'ı sadece albüm kapağındaki üç dört resminden, "yayınlansa da izlesem" diye odamda sürekli açık tuttuğum ve dönemin en iğrenç müziklerini sabahtan akşama izlemek zorunda kaldığım (örnek vereyim değil mi, yeri geldi: İbrahim Erkal - Sen Aldırma, Doğuş - Uyan, Gamsız,vs.) Kral TV'deki kliplerinden tanıyabiliyordum. Gazetelerin televizyon sayfalarında (ki o dönem gazetelerin her programda kimin konuk olacağını, hangi dizide hangi sürprizlerin yaşanacağını falan anlatan televizyon ekleri yoktu, genellikle spor sayfasından önceki sayfa bu görevi üstlenen tek sayfaydı) yayınlanacak talk-show'ları takip eder, o hafta tanıtılan, bahsi geçen programda kimin konuk olacağını merakla okurdum. [Unutmuyorum üstad o dönemde, bir seferinde TRT'de bir programa konuk olmuş ve tek gitarla şarkılarını çalmıştı. Ancak TRT resmiyeti içinde çekilen programda kendisinin Adanalı olduğu, üniversite mezunu olduğu, kayıt sürecinde kendisine yardım eden müzisyenlerin kimler olduğu gibi temel bilgiler dışında bir şey öğrenememiştik. (Şimdiki genç kızlar maşallah TV yıldızlarının donlarının rengine kadar her şeyi pek bi' rahat öğrenebiliyorlar, değil mi?)]

Dokunduğum en sıcak ağustos akşamısın...

İstanbul'da daha sık sahne alıyordu
belki ama o dönemde başkente çok nadir uğrar, bunların çoğu da alkollü mekânlarda olurdu. Yaşımız tutmadığından, ÖSS dönemimize denk geldiğinden, ertesi sabah dershanemiz olduğundan, denemeler, taramalar, anneler babalar yüzünden gidemezdik işte. Konser akşamları evde mutsuz mutsuz oturduğumu da hatırlıyorum. (Ankara'yı bilenler bilir, Karanfil Sokak'ın metro çıkışında kasetçiler doludur, duvarlarında şarkıcıların posterleri asılıdır. O dönem o duvarlar Murat Göğebakan'ından, Kıraç'ına bir sürü adamın posteri vardı, Feridun Düzağaç'ınki yoktu. Olsa zaten aşıracaktım, merak etmeyin.)

İçime saklan, hep orda kal
Her solukta duymalıyım seni
Umudumda kal, umrumda ol
Sensiz anlamsızım Sevgi...

Konu-komşu, abimlerin ablamların arkadaşları, eş-dost oturmaya geldiğinde "Hadi oğlum amcalara pipini göster"in yerini alan "Hadi oğlum getir de Beyhan Teyzenlere gitar çal" post-modern yaklaşımı yüzünden el-aleme maskara olduğum çok olmuş olsa da, her seferinde Feridun Düzağaç çalardım. [Tabi ne anlasın Beyhan Teyze değil mi? (Bunları okuyorsan ellerinden öpüyorum teyzeciğim)] Çevremdeki insanlar dinlesin diye o iki kasedi arkadaşlarıma verdiğimi, geri alamadığımı, alamadığım için kasetçiye gidip aynı kasetleri defalarca aldığımı hatırlıyorum. [Bu da içime oturmuştur, hep yenisini almak zorunda kaldığımdan, yıllar sonra Feridun Düzağaç'a kasedimi imzalatma imkânım olduğunda şöyle iyice yıpranmış, solmuş bir kaset kabı götürememiştim.]

Yüreğimdeki tüm çiçekleri sana kopardım...

O dönemde herkese soruyordum. "Feridun Düzağaç sever misin?" diye. "Evet" deyip de "iki albümü de var bende" diyenine denk gelmiyordum. Belki denk gelsem kızsa aşık, erkekse kanka olacaktık, olmadı. Kısfmet. [Kasetlerimi de böyle böyle kaptırdım. "Belki sever" diye veriyorsun, hacılıyor, üzerine çöküyor kasedin, olmaz ki.]

Işıklarla oynuyorum, karanlıklara kalarak
Gözlerimi açtığımda bana bakıyorsun ağlayarak

İşte o dönem canıma tak etti ve -artık nasıl bir medenî cesaretse- oturup uzun uzun bir mektup yazdım kendisine. Kendisini ne kadar çok sevdiğimi, müziğini, sözlerini, albüm kapaklarından eksik etmediği çok kısa da olsa denemelerini, aşklarımı, ayrılık acılarımı, ailemi, şunu bunu bir sürü şeyi yalapşap yazdım. Adres kısmına Prestij Müzik'in adresini, alıcı kısmına da Feridun Düzağaç yazarak gönderdim. Uzun süre cevap da bekledim, gelmedi.

Aşık olmuşum, dünyaya düşmüşüm
Kuş olmuşum, hep sevdaya uçmuşum
Yaşım başım almışım, sevmişim evlenmişim
Daha baba olmadan babamı yitirmişim
Acı çekmek kolaymış, alışmışım...

Televizyon kanallarının, müzik dergilerinin, radyoların, şunun bunun artmasıyla hakkında daha da çok şey öğrenebilir oldum. Örneğin evliymiş, bir kız çocuğu varmış. Eşinin adı Sevgi'ymiş ve aslında bir iki şarkısının içine gizlediği o "Sevgi" sözcüğü ne kadar manidarmış.

Sevgi sorular sorsan gizlemesem
Bana öğütler versen dinlemesem
Yüzüme dokunsan, hissetsem birer birer
Sigaramı yaksan boğulsak beraber...

Sevgi sıcacık sarsan üşümesem
Sensizliği asla düşünmesem
Soluğum olsan da seni yaşasam
Yeniden doğmak ister misin
Sevgi...

"Tüm Hakları Yalnızlığıma Aittir" adlı üçüncü albümünü alırken hayal kırıklığına uğramaktan çok korktuğumu hatırlıyorum. Sahip olduğum en güzel şeylerden biriydi o ve yitirmek istemiyordum. Birilerine benzemesinden, alıştığım, kabullendiğim şeyden başka bir şey olmasındandı bu korkum. Ama öyle olmadı. O albümü, tıpkı kendisinin, artık iyice renklenen televizyon dünyamızın çiçeği burnunda müzik kanallarının birinde tasvir ettiği gibi "Kent insanının yalnızlığını anlatan bir albüm"dü. Üstelik diğerlerine göre daha çok "tutmuş"tu. Bu da onu artık daha çok görebilecek, daha çok seyredebilecek, sağda solda daha çok dinleyebilecek olduğumuza bir işaretti. [O bahsettiğim Karanfil Sokak'taki kasetçilerin önünden geçerken artık Feridun Düzağaç duyabiliyordum ve bu sadece Feridun Düzağaç'ın, Universal Müzik'in ya da menajerin değil, aynı zamanda benim de başarımdı gibi hissediyordum, gençtim, sevmiştim.]

Gözlerini ver umudum olsunlar
Öyle güzel pırıltısı var, sönmez onlar...

O dönemlerde reşit olup konserlerine gitmeye başladım. Kimi zaman -özellikle başka gruplarla Ankara'ya geldiği festivallerde daha büyük bir kalabalıkla ama çoğu kez de belki üç yüz, dört yüz kişiyle beraber dinliyorduk onu. [Hatta dördüncü albümü çıkmadan önceki son Ankara konserinde elli ilâ yüz kişi arasında bir seyirci vardı. Bir sarhoş "Biz bizeyiz Feridun" diye bağırmıştı ve o da "biz zaten hep biz bizeydik" diyerek yüreğimi bir kez daha feth etmişti. (Heheyt yine coştum.)]

İçimden şehirler geçiyor
Her durakta duruyor inmiyorsun
Seni en sıcak ben öperdim, kim bilir!
Ama sen, bilmiyorsun...

Sonrasında "Orjinal - Alt Yazılı" albümü düştü piyasaya. Diğerlerine göre daha popüler sayılabilecek, daha geniş bir kitleye hitap etme olasılığı yüksek bu albüm Feridun Düzağaç'ı iyi tanımayanlar için "Feridun Düzağaç'a yakışmayan bir albüm" olarak tanımlandı uzun süre. Oysa onu iyi bilen -ki naçizane bu noktada bunu söylemeliyim- benim gibi kişiler için ise Feridun Düzağaç sanki yeni öğrendiği bir dilde ama yine kendini, yine o kabarmış yüreğini, yine o renkli klibindeki gibi o dünyanın içine girip de bambaşka bir şeyi anlatıyordu.

Okulu asıp oyuna kaçar bıraksam hâlâ
Ama çok düştü, incindi yoruldu
Dinlenmeli, kalbim doğrusu...

Tabi bu üslûp konserlerine alışık olmadığımız simaları da doldurdu. "Boş Ders Şarkısı"nın adını "Hocam" ya da "Hayat Bilgisi" sanan, Feridun Düzağaç şaheserleri olan "Buralar Soğuk", "İçimden Şehirler Geçiyor", "Yalnızlığım Sana Emanet", "Beyaz", "Ela" çalarken sıkılan gençler ısrarla "FD"leri, aslında bir Ezginin Günlüğü şarkısı olan "Düşler Sokağı"nı ister ve bu şarkılarda eğlenir oldular.

Bir film şeridi gibi geçiyorum şimdi
Olmayanlarımın içinden
Çok isteyince oluyordu hani
Söyle nerdesin, hiç gelmeyen...

Yine bir Ankara konseri öncesinde onunla tanışma fikrini kafama, kendi yazdığım ve yaklaşık olarak iki bin altı yüz seksen sekiz (bu sayı önemli) kişiden duyduğum "Senin tarzın Feridun Düzağaç'a benziyor" şarkılarını barındıran CD'mi (kasetten CD'ye geçiş yaşadık yazıda fark ederseniz.) cebime koyup konsere gittim, eğlendim. Sonrasında da öğrendim ki, isteyen hayranlarını kulise alıp tanışıyormuş üstad, bunu hep yapıyormuş. Hasıl-ı kelâm gittim, kapı önü nispeten kalabalık tabi. Kızlar heyecandan tir tir tirtiyor. İçeri girdim nihayet, imzalatacak hiçbir şeyim yok yanımda sevgilimin resmini imzalatacağım, bekliyorum. Ama tabi ben de en az kızlar kadar heyecanlıyım, tir tir tirtiyorum ben de. (İkinci kez yapıyorum, yazım hatası değil anlaşılsın diye) İmzayı aldım, sonra da CD'yi vermek istediğimi söyledim. "Aa çok güzel olur" dedi. "Yalnız telefonunu da yaz, e-mail'le uğraşmayalım" dedi. Ben de ona daha önce kendisine mektup yazdığımdan bahsettim ve -inanılmaz bir şekilde- adımı hatırladığını söyledi. O an dünyanın en mutlu insanıydım şüphesiz. CD'yi verip çıktım, sonra dışarıdaki kızlar "Ne oldu? Ne konuştunuz?" türünde sorular sordular elbet. Hatta bir tanesi "Sana telefonunu verdi mi?" diye de sordu. Hay Allah, ne yapacaksa...

Küçücükken kollarımdan taşıyordu yaşamak heyecanı
Parlaktı bütün renkler
Büyüdükçe adımlarım, nasırlaştıkça yüreğim küçüldü anlam
Cebime sığdı, tüm şehirler...

Bir sonraki konsere de gittim elbet, beni görünce direkt grubumuzun adını söyledi gülümseyerek. (Reklama girmesin, söylemeyeyim şimdi) İngilizce şarkılarımızı dinlemediğini eleştirel bir üslûpla dile getirdi kendisi.
Şarkılarda hoş şeylerin olduğunu, zaman zaman da kendisininkilere benzeyen tınılar yakaladığını söyleyerek şarkılarımın kendisininkileri andırdığını söyleyen bin altıyüz seksen dokuzuncu kişi oldu. Gerçekten o akşam, tarifsiz bir mutluluk içinde eve döndüğümü anlatmama gerek yok sanırım.

Bu gece dumanımda kaybolasım var
Bu gece kendimi unutasım var
Kuş olup uçamayasım, denize düşüp boğulasım var
Kendimden kurtulasım var...

Bu yazıyı yazmama başlamamın üzerinden saatler, onu dinlemeye başlamamın üzerinden yıllar geçti. Şu an bir albümünün çıktığını duysam koşa koşa gider alırım. Her albümünde eski "Feridun Düzağaç"tan biraz daha uzaklaştığını söyleyenler olsa da, ben onun bize her albümde o bildiğimiz "Feridun Düzağaç"ı başka başka dillerde, başka başka şekillerde anlatıyor olduğunu biliyorum.

İyiki varsın üstad, iyiki varsın...

28 Ekim 2007 Pazar

Kesmeşeker - Şeyler Arasında



Bugünlerde sıkça bıktığımı bu yarıştan
Anneme söyleme istersen
Zamanımın çoğunu orada burada
Geçirdiğimi biliyor zaten...

Uçuyorum bazan, haberiniz yok!
Best of'larım yüksekte, yayınımız yok...
Televizyonda hırslı çocuklar,
Bırakınız koşsunlar, zincir yettiği kadar...

Her şey değişmiş aynı kalmaya
Ayın yarısı kayıp bu ara
Bulmaya çıkmışız da
Sen yalan söylemişsin annene.

Yaptığım her şey bir şey için ama
O bir şey hiçbir şeyi değiştirmiyor...
Böylece bir yere varmadan geçtim,
Aranızdan... aranızdan...

Şeyler arasında bişeymişim ben
Aşık olsam şeytanlarım ağlar maziden
Deniz kumundan çok şehir tozuna
Aşina oldu yüzüm son zamanlarda.

Her şey değişmiş aynı kalmaya
Ayın yarısı kayıp bu ara
Bulmaya çıkmışız da
Sen yalan söylemişsin annene.
Yaptığım her şey bir şey için ama
O bir şey hiçbir şeyi değiştirmiyor...
Böylece bir yere varmadan geçtim,
Aranızdan... aranızdan...

Yaptığım her şey bir şey için ama
O bir şey hiçbir şeyi değiştirmiyor...
Böylece bir yere varmadan geçtim,
Aranızdan...

Hiç

Yaklaşık bir ay geldi geçti ve ben buraya hiçbir şey yazmadım. Bu bir ay içinde gerçekten üzüldüğüm, etkilendiğim, sevindiğim bir şey olmadığından ya da başımdan buraya yazacak kadar değerli hiçbir şey olmadığından mıydı bu, bilmiyorum. Gerçekten üşeniyor muydum, yoksa artık çok az kişinin okuyor olduğunu düşündüğüm bu sayfaya yazmaktan sıkılmış mıydım? Yazdıkça aslında kendimi tanımaktan çok başkalarına kendimi tanıtma gayretine mi kapılmıştım, yoksa sonu gelmeyen enteresan bir seride ya da yıllarımı almış olan bir romanda başarısızlığa uğramış olduğumu düşünüyor ve bu içten içe beni üzüyordu da çocukça bir öfkeyle kalemimi mi kırıyordum? İnanın bunları hiç mi hiç bilmiyorum.

Bugünlerde sıkça bıktığımı bu yarıştan
Anneme söyleme istersen
Zamanımın çoğunu orada burada
Geçirdiğimi biliyor zaten...

Son beş haftasonumun dördünü, bazısı iki gün süren dört oturumlu, bazısı aynı güne denk gelen tek oturumlu beş ayrı sınava girerek değerlendirdim. Aslında yazım gücünün hayatın ta kendisinden geliyor olduğunu bilsem de bu can sıkıcı süreç içinde her gün belki de onlarca kez elektronik posta kutumu açıp hiç ileti gelmediğine şahitlik etmek, siyahkahve'de ya da çeşitli sözlüklerde vakti zamanında yazdığım şeylerin yorum alıp almadığını kontrol etmek, televizyonda daha önce hiç ilgimi çekmemiş olan çeşitli spor müsabakalarını seyretmek ve aslında
'hiçbir şey yapmayarak' ya da en azından 'hiçbir şey yapmamaya çalışarak' zaman öldürmek gibi bir görev edindim kendime. Başarılı oldum.

Yaptığım her şey bir şey için ama
O bir şey hiçbir şeyi değiştirmiyor
Öylece bir yere varmadan
Geçtim aranızdan...

Bugün, belki hiçbir şey yapmamanın sıkıcılığını görmüş, belki dünyanın en güzel şeyinin kendini ifade edebilmek olduğunu anlamış, belki hiç kimsenin ve hatta kendimin bile farkında olmadığım bir küskünlüğün geçip gittiğini hissetmiş ya da belki de çok sevdiğim insanların baskılarına dayanamamış olduğumdan yazıyorum. Üstelik henüz bu satırları tamamlamamışken bile içimde hem en kısa zamanda tekrar buraya bir şeyler karalamak coşkusunu, hem de birkaç ay daha kendimi nadasa bırakmak isteğini aynı anda taşıyorum.

Her şey değişmiş aynı kalmaya
Ayın yarısı kayıp bu ara
Bulmaya çıkmışız da
Sen yalan söylemişsin annene
...