18 Aralık 2008 Perşembe

Gökkuşağı

Yıllar öncesinde bir gündü. Biz gölgelikte oyunlar oynarken, sen kaçmış yağmurun altında, bir taşın üstüne oturmuş hıçkıra hıçkıra ağlıyordun. Seni kimsenin görmesini, sesini kimsenin duymasını istemiyordun.


Dünya kötülerle doluydu, hayat hep anlamsız kavgalarla sürüp gidiyordu. Bir kendine, bir de hayata bakıyordun. Olduğun yeri, olman beklenen şeyi görüyor, korkuyordun. Korktukça daha çok ağlıyor, ağladıkça sanki daha çok ıslanıyordun. Büyüyordun ve büyümeyi sevmiyordun.


Seni ben buldum. Gözyaşların boncuk boncuk akıyor, yanaklarını ıslatıyordu. Elindeki bez bebek ıslanmış, rugan ayakkabıların çamura bulanmıştı. Konuşamıyordun. Sadece oracıkta oturup saatlerce ağlamak istiyordun. Beni görünce bir taş alıp fırlatmak da geldi içinden. Yine de beni gördüğüne sevinmiştin.


Sana güneşli mevsimlerden, gökkuşağından, yakamozlardan bahsettim. Gidilmemiş şehirlerden, yeni yeni filizlenen çiçeklerden, uçan kuşlardan, yağmurdan sonra toprak kokusundan… Hayat aslında güzeldi, sadece biz biraz uzağındaydık. Birazcık gayret edip, birkaç adım atıp kucaklayacaktın onu, hepsi bu.


Bana inanmış, gülümsemiştin. Ellerimi tutmuş, gözlerime bakmış, utancından hiçbir şey söyleyememiştin. Annen seslenmişti de eteğini sallaya sallaya koşmuştun eve sonra.


Bak işte yine aynı yağmur üzerimizdeki. Yine saçların ıslanmış, ayakkabıların yine çamur içinde. Makyajın dağılmış, yanakların yine sırılrıklam. Tenin soğuk, gözlerin viran bir şehir...


Karşına geçmiş susuyorum. Anlatacaklarımın hepsi acı. Sana söyleyecek tek bir sözüm yok. Kuşlar var mı hala? Gökkuşağı bir yerlerde parlıyor mu? Bilmediğim bir şehirde güneşler doğup çiçekler açıyor mu? Bilmiyorum. Sadece susuyorum.


“Keşke sana anlatacak güzel şeylerim olsaydı hala?” diyorum. İçim kokuşmuş, içim perişan. Artık eskisi kadar güzel de değilim. Saçlarım dökülmüş, yüzüm kırış kırış…


Kulağında gürültüler var. Geçmişten sesler… Beni duymuyorsun. Ürkerek yaklaşıyorsun yanıma. Parmakların yanaklarımda geziniyor. Sakallarım sert, parmakların hala narin. Aldırış etmiyorsun. Sokuluyorsun bana, vücudun vücuduma değiyor. Kollarını sırtımda hissediyorum, sıkıca sarılıyorsun. Bir gök gürültüsü kopuyor o anda. “Bırak yağmur temizlesin bizi” dediğini duyuyorum hayal meyal. Soluğum kesiliyor. Yağmur şiddetini iyice artırdı. Göz gözü görmüyor artık. Kollarımda eriyorsun sanki, sana tutunamıyorum. Yanakların yanaklarımda geziyor. Belki de son kez bu. Hissetmeye çalışıyorum tenini. Kayboluyor gülüşün, adımı söylüyorsun. Sesin kısılıyor gitgide… Gözlerim kapanıyor.


Bir boşlukta uyanıyorum. Güneş yüzümü yakıyor. Saçlarımı okşuyorsun. “Her şey geçti” diye mırıldanıyorsun. Tepemde rengarenk bir gökkuşağı parıldıyor…


Söke/Aydın

16 Aralık 2008 Salı

Kar ve Kaplan

Başından sonuna bir aşk filmidir Kar ve Kaplan ...

Filmin giriş sahnesinde Attillio De Giovanni (bkz: roberto benigni)'yi don-paça evlenmek üzereyken görürüz. Karşısında gözlerinin içine hayranlıkla baktığı bir kadın, Vittoria (bkz: Nicoletta Braschi) vardır ve Attillio'ya tatlı tatlı aşk sözcükleri söylemektedir. Bu Attillio'nun en güzel düşüdür.

Attillio üniversitede şiir öğretmenidir. Konuşması, hayata bakışı hep şiir yumuşaklığındadır. Ders anlatırken kendinden geçmekte, öğrencilerinin gözlerine ışıl ışıl bir bakış düşürmektedir.

Kızları şiiri neden bu kadar çok sevdiğini sorduklarında onlara bütün edebiyatın varlığını özetleyen şu cevabı verir Attillio:

“Bir gün ormanda dolanırken bir kuş bir ağacın dalından kalkıp omzuma kondu. Kalbim yerinden çıkacak gibi çarpıyordu. Oracıkta sessizce durdum. Kuş bir süre sonra uçup gitti. Hemen eve koşup anneme olanları anlatmak istedim. Büyük bir heyecanla bir kuşun omzuma konduğunu söyledim. Annem ‘ben de bir şey sanmıştım’ diye karşılık verdi. O an anladım ki, ona ne hissettiğimi tam olarak anlatamamışım.”

Rüyalarında gördüğü güzel Vittoria’nın, Iraklı şair Fuad (bkz: Jean Reno) ile ropörtaj yapmak üzere gittiği Irak’ta yaralandığını, ölmek üzere olduğunu duyar ve gecenin bir vakti üzerine ceketini alarak Bağdat’a gidebilmek için yollara düşer. Havaalanındaki görevlinin kendisine “orada savaş var” diyerek bilet satmak istememesi karşısında deliye döner. İtalyan Kızıl Haçı’na katılarak savaş bölgesine gider.

Vittoria ölüm döşeğindedir. Doktor ondan ümidini kesmiştir. Onu hayatta tutacak ilaçları temin etmeleri gerekmektedir ve Irak’ta bu ilaçlardan yoktur. Bütün eczaneler kapalıdır, şehre bombalar düşüyordur. Attillio yine de vazgeçmez ve Fuad’a “eskiden, ilaç yokken de iyileşiyordu insanlar. O ilaçları yapan birileri olmalı!” der. Fuad onu yaşlı bir adama götürür.

Adamın hikayesi de, en az Attillio’nunki kadar enteresandır. Savaşa giden adam, karısının yüzünde yaralar çıktığını öğrenir ve cepheden yazdığı mektupta savaşta gözünden vurulduğunu ve kör olduğunu söyler. Yıllarca gözlerini açmaz, ancak eşi öldükten sonra -aslında körlüğü, kadının kendisini kötü hissetmemesi için söylediği bir yalan olduğundan- gözlerini açar.

Yaşlı adam yapılacak bir şey olmadığını söyler. Attillio ısrar eder, ona o ilaçları bulmasının çok önemli olduğunu anlatır. Yaşlı adam bir ilaç tarifi verir. Attillio sevinç ve heyecan içinde söylediklerini not alır. Yaşlı adam gitmeden önce Attillio’nun yanaklarına ellerini götürür ve ona, filmde çevrilmeyen, Attillio’nun ve seyircinin anlamadığı dilde bir şeyler söyler. Ancak o an adamın konuştuğu dil, herhangi bir tercüme gerektirmeyecek kadar anlaşılırdır.

Hazırladıkları ilaç Vittoria’yı hayatta tutmaktadır. Doktorun söylediğine göre Vittoria’nın bu kadar süre hayatta kalması bile mucizedir. Attillio, Vittoria’nın yatağını giriş katına indirmiştir. Bir merdivenin dibinde, duvarına ilacı hazırlayan yaşlı adamın evinde gördüğü küçük çocuktan aldığı resmi asmış, Vittoria’nın uyanmasını, başını çevirip o resme bakmasını beklemektedir. Ancak ilaç bulması şarttır.

Uzun uğraşlardan sonra ilacı da bulur Attillio. Bulabildiği bütün ilaçları motorsikletinin sepetine koymak, vücuduna bağlamak, pantolonunun içine sıkıştırmak gibi yöntemlerle Bağdat’a taşır. Girişte Amerikan askerleri kendisine zorluk çıkartsalar da, ilaçları şehre sokmayı başarır. Doktor ilaçları görünce “okyanusta bir damla ama yine de teşekkürler” der.

İlaçlar Vittoria’ya içirilir. Artık beklemek ve ilacın etkisini göstermesini ummaktan başka çare yoktur. Kadının alnına o ufak öpücüğünden kondurur yine Attillio. Onu öperken, her seferinde olduğu gibi, yine Vittoria’nın hastaneye giren bir hırsızın kendisinden çalmaya çalıştığı ve Attillio’nun mücadele ederek geri alıp boynunda taşımaya başladığı kolyesi kadının yanaklarına dokunur. Bu dokunuşla Vittoria’nın kirpiklerini oynattığına şahitlik ederiz.

Attilio bu durumdan habersiz dışarı çıkar ve bir taşın üzerine oturur. Koşuşturmacasına başından beri şahitlik eden bir Amerikan askeri, elinde makinalı tüfeğiyle kendisine bakmaktadır. Film sanki sadece bu sahne için çekilmiş gibi durur gözünüzde. Evinden kilometrelerce uzakta olan asker, aşkı için çırpınan “İtalyan”a bakar ve belki kendisinin neden orada olduğunu sorgular, belki de savaşın o soğukluğunda, herkes bir diğerini öldürme arzusu içinde çırpınırken bir şeyleri yaşatmaya çalışan o adama hayranlık duyar. Attillio kafasını kaldırır, askeri görür ve ona gülümser.

Fuad’la yıkılmış bir Saddam Hüseyin heykelinin kafasına otururken görürüz Attillio’yu. “Savaşlar neden var biliyor musun?” der Fuad. “Çünkü dünya insansız doğdu ve insansız bitecek.” Ayrılırlarken Fuad çok karamsardır. “Bundan başka bir şey yok. Bundan ötesi olmayacak!” der bombalarla yıkılmış şehrine bakarken. Attillio ise o her zamanki muzip tebessümüyle “Ben yaşamayı yine de seviyorum” der. “Eminim ki ölmüş olsam, dünyada geçirdiğim günlerimi çok özlerdim.”

Ertesi gün Attillio, Fuad’ı ziyarete gider. Fuad odasında yoktur. Derken bir fırtına ile bahçe kapısı açılır, Fuad’ın ağaçta sallanmakta olan cansız bedeni görünür ve belki aşk, belki ölüm, belki de insanı biraz daha fazla anlatabilmek için yazdığı şiirleri taşıyan kağıt parçaları rüzgarla havalara savrulur. Fuad yaşadıklarına tahammül edemeyerek kendisini asmıştır.

Doktor, Attillio’ya Vittoria’nın iyileştiği müjdesini verir. “Beni hatırlar mı?” diye sorar doktora. Doktor “elbette hatırlar” diye karşılık verir. Attillio günlerin yorgunluğu, kirli elbiseleri ve kötü ayakkabılarıyla çıkmak istemez Vittoria’nın karşısına. Hazırlanmak üzere ayrılır.

Talihsizlikler bu sırada peşini bırakmaz ve önce parasını ödemeyeceği için giyerek uzaklaştığı ayakkabıları satan adamlar tarafından kovalanır, onlardan kaçarken kendisini mayın tarlasında bulur, ardından Amerikan askerleri tarafından birkaç günlüğüne alıkonulur, Vittoria’nın peşinden İtalya’ya döndüğünde kendisini ilgilendiren bir duruşmaya üst üste birkaç kez katılmadığı için İtalyan polisi tarafından bir günlüğüne gözaltına alınır ve günler sonunda bir sabah, kendisini kızlarının evinde bulur.

Filmin bu sahnesinde, en başından beri gizlenen bir gerçek ortaya çıkar. Kızların annesi, aslında en güzel düşünün kahramanı, yaşaması için çırpındığı kadın, Vittoria’dır. Ona günlerdir ortalarda olmadığı için kızgındır. Konuşmalarının orta yerinde, attillio’yu dinlemek istemez ve verandadaki koltuğa uzanıp gözlerini kapatır. Attillio ne yaparsa yapsın Vittoria’yı kazanamayacağını anlar. Ayağa kalkar, kadının alnına o bilindik öpücüğü kondurur. Bağdat’tan beri boynunda taşıdığı kolye kadının yanaklarına sürtünür. Attillio ceketini alıp uzaklaşırken Vittoria ayağa kalkar ve attillio’yu izler. Tek söz etmese de, aslında her şeyi hatırladığını anlarız.

Perde iner, film biter…

4 Aralık 2008 Perşembe

Moonlight Sonata - Beethoven

Beethoven bir akşam yürüşten dönerken komşu evden müzik sesi duyar. Birisi onun kısa bir süre önce bestelediği bir melodiyi çalmaktadır. Beethoven sessizce durur ve dinler. Sonra yavaşça müziğin geldiği eve doğru ilerler, kimin bu kadar mükkemmel piyano çaldığını görmek istemiştir. Müzik sesi kesilince eve girer. Tek bir mumun aydınlattığı küçük, basit bir odadır burası. Üstünde hiç bir nota kağıdı olmayan bir piyano odada durmaktadır. Çalan kız doğrulur ve beethoven onun kör olduğunu görür. "Nasıl böyle çalabiliyorsunuz? Bu melodiyi nerden biliyorsunuz?" diye şaşkın bir şekilde sorar. Kör kız '"duyarak çalıyorum, ve her zaman yan komşumun evinden duyduklarımı çalıyorum." diye cevap verir. Beethoven 'sizin için bir şeyler çalabilir miyim?' diye sorar ve piyanonun başına oturur. Çalmaya başladığı sırada odadaki tek mum söner. Ay ışığı açık pencereden girmeye ve odayı aydınlatmaya başlar. Beethoven çalmaya devam eder. Ay ışığı sonatı'nı da bu saatlere borçlu olduğumuz söylenir.

Not: Bu yazı, itü sözlük yazarı chrystal tarafından kaleme alınmış olup, hali hazırda http://www.itusozluk.com/goster.php/@971044 adresinde sergilenmektedir.