29 Temmuz 2009 Çarşamba

Karayazı/Erzurum

Sabah erken saatte çıkıyoruz yola. Yolumuz uzun, 310 km. kadar... Erzurum'da bir yemek molası vereceğiz, sonra Karayazı'ya devam edip, Şube'ye vardığımızda bir süre üstadla rapor hakkında konuşup, sonra aynı yolu gerisingeri döneceğiz. Bu Üzümlü'ye geldiğimden beri üçüncü uzun yolum.


Erzurum'dan sonra Ağrı yoluna dönüyoruz, ardından da Pasinler'e. Eski bir köprüyü geçtikten sonra sağa, Karayazı yoluna giriyoruz.


Her evden bir kişi dağdaymış, PKK'ya katılmış. Hayalimde daha kötü canlandırmıştım ama yolları gayet güzel. İki şeritli gidiş-geliş, bol virajlı bir yol... Aklıma birkaç ay önce Ordu'da, Korgan'a giderken geçtiğimiz yollar geliyor. Bu yol, onun yanında kusursuz. Ancak Karayazı ayrımından sonraki 60 km. boyunca başka araç görmüyoruz.


Karayazı küçücük bir ilçe. Vardığımızda sağanak bastırıyor. Üstad karşılıyor beni. 2,5 aydır orada görev yapıyor, yine de gülümsemesi yüzünde.


Çalışıyoruz ve işimiz ancak 19.30'da bitiyor. Hava kararmadan çıkalım yola diyoruz ama sokağa çıktığımızda gün ağarmak üzere. Temmuz ayı olmasına rağmen, dışarda acayip bir soğuk var. "Temmuzun ikisine kadar kalorifer yaktık" diyor üstad. Bir an önce arabaya binip yola çıkıyoruz.


Yoldayken hava kararıyor, dağların arasından geçiyoruz. "Müfettiş Bey buradan mı gelmiştik?" diyor Mete Bey. Belli ki korkuyor. Benimse içimde korkudan eser yok. Daha iki sene kadar önce, hem Ankara'da kaybolduğumda nasıl korktuğumu hatırlıyorum. Şimdi belki de birkaç teröristle karşılaşabileceğimiz bir yolda giderken bile korkmuyorum.
Mete Bey mola vermek istemiyor. "Çocuklar, Hanım bekler" diyor. Beni kimsenin beklemediğini fark ediyorum. "Durmayalım o zaman" diyorum. Bir paket bisküviyi, bir torba bademi paylaşıyoruz.
Otel odasına varmamız gece on ikiyi buluyor. Dizlerim ağrımış, moralim iyi değil. "Sadece bir gün kaldı" diye avutuyorum kendimi. Hayatıma kaldığım yerden devam edebilmek için uykuma, o tatlı uykuma dalıyorum.

23 Temmuz 2009 Perşembe

Erzurum-Ardahan-Uzundere

Ardahan'a görev çıkmış. Bir pazar günü, bir sınavda salon başkanlığı... Haritadan bakıyorum Erzincan-Ardahan arası 450 km. Oldukça yorucu bir yol olacak.

Cumartesi sabahı Erzurum'a doğru hareket ediyoruz. Arabada Erzincan Şubesi'nin şoförü Serdar Bey ve güvenlik görevlisi Orhan Bey var. Bankadan, sınavdan, insanlardan, yakın zaman öncesine kadar çok uzağında hissettiğim şeylerden sohbet ediyoruz.

Yolda yapım çalışması var. Yolu gidiş-geliş çift şeritli bölünmüş yola çevirmek için uğraşıyorlar. Yol bir yerde iki şeride düşüyor ve karşıdan gelen aracı görüyoruz. Hemen arkasındaki başka bir araçsa bizim şeridimizden geliyor. Önce sollama yapıyor zannediyoruz ama arabayla aramızda birkaç metre kalınca anlıyoruz ki aslında sollama yapmıyor. Muhtemelen uyuyor ve saatte 100 km. hızla giden aracımıza doğru, daha da hızlı bir şekilde yaklaşıyor. Serdar Bey frene basıyor, kornaya basıyor. Adam hala üzerimize üzerimize geliyor. Aramızda belki 15, belki 20 km. kala adam uyanıyor ve ani bir hareketle şeridine geçiyor. Bacaklarım kasılmış, oturduğum koltukta hayatım gözlerimin önünden geçmiş. "Çocuklarımızı öksüz bırakacaktı" diyor Serdar Bey. Ben de o an can versem geride bırakacaklarımı düşünüp derin bir nefes alıyorum. "İnelim mi Müfettiş Bey, dövelim?" diyor Orhan Bey. Soğukkanlılığımı hala koruyorum, "Yok yok, ne dövmesi! Yolumuza gidelim."

Erzurum'da Volkan'la buluşuyoruz. Birbirimizi gördüğümüz için çok mutluyuz. Beraber yemek yedikten sonra Serdar Bey ve Orhan Bey Erzincan'a dönmek üzere yola çıkıyorlar. Biz de Volkan'la Çifte Minareli Medrese'ye, oradan Atatürk Üniversitesi'ne bowling oynamaya gidiyoruz.

Zaman çabuk geçiyor. Akşam otele dönüyorum; ama uyku tutmuyor.

Ertesi gün sekizde çıkıyoruz yola. Beni Erzurum Bölge'den Bülent Bey alıyor. Erzincan'a geldiğim gün de beni karşılayan oydu. Ağır aksak gidiyoruz. Yol çok iyi değil, özellikle Narman civarında kötüleşiyor. Ardahan il sınırından sonra da yeşillikler başlıyor.

Yolun kenarında kazlar görüyoruz. Bülent Bey yavaşlıyor. Ben fotoğraflarını çekmeye çalışırken kazlar yavrularıyla beraber kaçışıyorlar. Yolun karşı tarafındaki dereye, yüzmeye gidiyorlar.

Göle'de mola veriyoruz. Üstüne para verseler girip girmemekte tereddüt edeceğiniz bir umumi tuvalete giriyoruz.

Ardahan'a yaklaştıkça yemyeşil, daha önce hiç görmediğim enginlikte çayırlar başlıyor. En güzel zamanı belli ki...

Ardahan'ın içi ise o kadar güzel değil. Güneş var tepede, beton yığınlarına giriyoruz. Yediğim yemeği de sevmiyorum. Sanki gurbete geldim, Erzincan'daki otel odamı bile özlüyorum. Bir an önce sınav bitsin de dönelim diye bekliyorum.

Üniversitede bir hocamızın her sınav öncesi söylediği şeyi söylüyorum onlara. "Arkanızdan kimseye, o sınavı benim sayemde kazandı." dedirtmeyin.

Sınavdan kaçar gibi çıkıyorum. Bacaklarımda önceki günden kalma bir ağrı var. Bowling, uykusuzluk, sınavda salonun içinde sürekli yürümek yormuş, yıpratmış. Arabaya binince "sizi kaplıcaya götüreceğim şimdi Müfettiş Bey" diyor Bülent Bey. Ben de ona "Bülent Bey, yolumuz uzamayacaksa Uzundere'ye gidelim" diyorum. Yolou kestirmeye çalışıyor. Ona "Kaç kilometre uzar" diyorum. "10 kilometre kadar uzar Müfettiş Bey" diyor, ben de "gidelim o zaman" diyorum.

Dönüş yolu bitmek bilmiyor. Yolda bir inek sürüsüyle karşılaşıyoruz. Arabanın etrafını sarıyorlar. Sanki her an bir tanesi arabaya bir kafa atacak gibi. Bir ineği hiç bu kadar yakından görmemişim, gülümsüyorum.

Tortum Gölü'ne varıyoruz. Akşam saat yedi suları... İnip birkaç fotoğraf da orada çekiyorum. Suyun rengi açık yeşil... Buraya yıllar önce babamla geldiğimizi anımsıyorum. gölün kenarında çay içip halamın kocasıyla, eniştemle sohbet ettiğimizi... İçime bir duygusallık çöküyor.

Uzundere'ye vardığımızda hava kararmak üzere. Halamın oğlu karşılıyor beni. Dükkanları şubenin hemen yanında. Bir resim de orada çekiyorum.

Bülent Bey de geliyor halamın evine. Önce biraz çekiniyor ama ikna ediyorum. Bizi görünce büyük bir sevinç yaşıyor halam. Birkaç ay önce kaybettiğim amcamın eşi, yengem de orada. Bir bayram havası sanki...

Beraber yemek yiyoruz, sohbet ediyoruz. Yıllar önce ben gitar çalarken dizime başını koyup uyuduğu geliyor aklıma rahmetli dedemin.

Halam her zamanki gibi üzerine titreyerek bakıyor insanın. Mutluluğu o kadar belli ki...

Enişteyle sohbet ediyoruz. Bankadan, işimden, ailemden konuşuyoruz. "Ne iyi ettin de geldin!" diyor her seferinde...

Bülent Bey de orada olmaktan çok mutlu. Bir tabak karadutu tek başına yiyor, tabakta kalan suyu da dikiyor tepesine...

Ayrılık vakti gelince buruk bir his çöküyor yine. Saat 22.30, Erzurum'a varmamız gece yarısını bulacak. Vedalaşıyoruz... Ayrılırken kimseye "Hakkını helal et" diyemiyorum. Aklıma o sözü son söylediğim kişi olan amcamı son gördüğüm, yine böyle bir görevlendirme sırasında ziyaretine gittiğim geliyor.

Ayrılıyoruz. Bülent Bey yolda ne kadar iyi insanlar olduğunu söylüyor akrabalarımın. "Ama karadut da şahaneydi Müfettiş Bey" diyor. Erzurum'a yaklaştıkça bakıyorum yol aslında 10 kilometreden fazla uzamış. "Müfettiş Bey, ben 40-50 kilometre uzar deseydim, 'gidelim' demezdiniz." diyor Bülent Bey. Gülümsüyorum...

Babamla konuşuyorum. Sesinde bir mutluluk var onun da. Köyü, orada olmayı ne kadar çok sevdiğini biliyorum. İçimde beliren o buruk duygunun, o belli belirsiz sevincin de aslında babamın çocukluğunu geçirdiği o toprakları bir kez daha ziyaret etmiş olmaktan kaynaklandığını biliyorum.

Karadut da hakikaten şahaneydi...

14 Temmuz 2009 Salı

Kırmızı Sweat-Shirt

Kırmızı bir sweatshirt'ü vardı. Bir dönem giymişti. Sonrasında bir gün, ben giymiştim ve o günden sonra da o sweatshirt bana kalmıştı.

Aslında çok pahalı, marka bir şey değildi. Ama üzerimde duruşu çok hoşuma gidiyordu. Ergenlik çağındaydım, kendimi çok yakışıklı hissetmiyordum. Ama üzerimde o sweatshirt'le aynanın karşına her geçtiğimde yüzüme bir tebessüm düşüyordu. Kolları dökümlü, yakası üstten üç düğmeli, güzel bir sweatshirt...

Evdeki tartışmaların canımı çok sıktığını biliyordu. Hiçbir tartışmaya müdahil olmuyor, ortamı yumuşatmaya çalışıyor; ama her seferinde başarısız oluyordu. Ben büyük bir suskunluk içinde bağıran insanları dinledikten sonra beni alıyor, belki gezmeye, belki hamburger ısmarlamaya dışarı götürüyordu.

Beni hep yetenekli, becerikli bulmuştu. O yaşlarda bunu açık açık söylemediğinden anlayamıyordum. Ama bana karşı tavırlarından, arkadaşları arasında beni sanki dalgaya alıyormuş gibi "adam şakır şakır ingilizce konuşuyor" demelerinden hissediyordum. Utangaç bir tebessüm düşürüyordu yüzümde.

Müziğimle hiç ilgilenmezdi. Pek çok şarkımı bilmez bile. Ama bu yönümü içten içe takdir ettiğini, sağda solda böyle bir kardeşi olduğu için gururlandığını da biliyorum.

Bazen Tunalı'ya, Beğendik'e yürürdük. Canı sıkkınsa büyük bir sessizlik olurdu. Sadece yürürdük. Birbirimize fazla bakmadan, hiç konuşmadan. Bana bir şeyler ısmarlardı, bir parkta oturur ve evimize dönerdik.

Evde büyük bir tartışma olduğunda ya da aileden birine bir şey olduysa, yüzü hiç gülmezdi. Derin iç çekişlerle ve eğer evde kimse yoksa, balkonda tüttürdüğü birkaç dal sigarayla belli ederdi sıkıntısını.

O hiç ağlamazdı. Sanki ağlamak gibi bir özellik bağışlanmamıştı ona. Onu sadece bir kez, o da babamın hastalığında ağlarken görmüştüm. O zaman 25 yaşındaydı, ben de 16... Onu öyle görünce ben de ağlamaya başlamıştım.

Zaman geçti, büyüdük. Artık yılda birkaç kez bir araya gelebilen iki insanız. Yıllar içinde değişmeyen tek şey, dünyada iki insanın birbirini bu kadar karşılıksız sevebileceğine olan inancımız oldu.

16 yaşımdaki halimin, o aynanın karşısında, o kırmızı sweatshirt içinde aslında kendisini
gerçekten hayranlık duyduğu bir kişiye benzettiği için bu kadar yakışıklı bulduğunu ancak şimdi anlıyorum.

13 Temmuz 2009 Pazartesi

Sulak Yerde Yetişmiş Rambo

Hepimiz küçük yerlerde çalıştığımızdan aynı sorunu yaşıyor muyuz bilmiyorum. Ama benim için öğle araları büyük sıkıntı oluyor. Şube tepelik bir yere kurulduğundan ve bir adet çay bahçesi hariç pek sosyal mekanı bulunmadığından (türlü türlü kıraathaneyi saymıyorum) yemeğimi 10-15 dakika içinde yedikten sonra şubeye dönme isteği duyuyorum. Ancak personelin öğle arasını da yemek istemediğimden, ilçede bir aşağı bir yukarı yürüyorum, bu sefer de bu sıcaklarda terliyorum haliyle.

Bugün de şubeye biraz erken gelmişim, açılmamış daha. Bu arada şube belediye binasının içinde olduğundan, belediye çalışanlarına çay götüren, sonradan adının Hüseyin Bey olduğunu öğrendiğim kişi, yolumu keserek "buyrun bir çay ikram edeyim" dedi. Çay ocağı bizim şubenin tam karşısında. Ocak dediysek, alışılagelmiş küçücük tefecik bir çay ocağı değil. Maşallah bir maden ocağı gibi, efenime söyleyeyim bir Humbara Ocağı gibi kocaman bir yer... Oturdum Hüseyin Bey çay getirdi, içiyoruz. O sırada birisi bağırmaya başladı. Baktım elinde bir bıçak, o fersah fersah ocağın içinde birini kovalıyor. Adam dışarı topukladı hemen, bizim bıçaklı da o korkunç ürkünç görüntüsüyle bana doğru yaklaştı. Adamın yüzünde değme rambo filmlerine taş çıkartacak bir bakış, güneşte yanmış bir ten, kızıl saçlar... Meğerse yakınımdaki muslukta bıçağı yıkayacakmış. Kaçan adam geri geldi, adam "si..ir git, eşşş..." diye küfüre girişti. Sonra adam gene kaçtı, Domestic Rambo da bıçağını yıkayıp yerine koydu. Tabi bu arada araya girenleri, ayırmaya çalışanları saymıyorum...

Herkes mahcup oldu tabi, ben de bir kötü hissettim kendimi. Sonra bir de o kaçan adam geri geldi, karşımda bir masaya oturdu. O haline bakıp acıdım. Öyle düşünceli düşünceli duruyordu. İçerlemişti resmen eşek kadar adamı kovaladılar resmen...

5 Temmuz 2009 Pazar

Konak Mazlum/Erzincan

Perşembe günü kasa sayımında 11 TL kadar bir eksik çıkmıştı. Cuma sabahı şubeye giderken "Müfettiş bey, dünkü eksik bozuk paralardan kaynaklanmış olabilir." dedi Mehmet Bey. "Neden dün söylemediniz, tekrar sayardık." diye karşılık verdim. "Çok yorgundunuz" dedi. "Söyleyecektim de vazgeçtim." Çabucak düşündüm. "Şubeye gidince dünkü saydığımız paralardan gün içinde ihtiyaç duyacağınız kadarını size vereyim, kalanını kasaya kilitleyelim, anahtarını da ben alayım. Akşama tekrar sayalım" dedim. Makul bir fikirdi. Şubeye gidince dediğimi yaptık. Şubeye bir miktar parayı sayarak verdim ve kalanını kasaya kilitledim.

O sırada temizlik görevlisi çekmecede birbirine kule şeklinde bantlanmış, 10 adet 1 TL'lik bulduğunu söyledi. Bu eksik dünkü sayımda çekmecede unutulmuş/çekmeceye düşmüş bir para olabilirdi. O parayı da kasaya kilitleyip akşamı bekledik. Bu arada bir çuval bozuk para getirmiş olan fırıncı, kağıt 1.000 TL vererek bozuk para çuvalını alarak gitti. Kendisine getirdiği paranın 996 TL olduğunu söyledik. Zaten mahcup bir hali vardı, iyice mahcup oldu. 11 TL noksanın, 4 TL'si gitmiş, 7 TL'si kalmıştı.

Akşam olduğunda üşenmeden herkesin kasasını tek tek saydım. Sayımda sorun çıkmadı. Sonra kilitlediğimiz paraları da saydık ve o 10 TL'nin fazla bir para (önceki günkü sayımda sayılmayı unuttuğumuz) bir para olduğunu anladık. Önceki günkü kasa noksanını kapatarak, fazla olan tutarı kayıtlara aldık.

Otele dönerken huzurluydum. Eğer paraları kilitlemeseydim, o 10 TL'nin nereden gelmiş olabileceğini bilemeyecektik. En doğrusunu yapmanın verdiği keyifle odaya geldim. İnternette biraz takıldıktan, biraz tv seyrettikten sonra uyudum.

Cumartesi günü öğle vaktinde ancak uyanabildim. Aslında üstadların yanında bana bir eziyet gibi gelen haftasonu çalışmak fikrini aşarak, gün boyu bir elimde şubenin mizanı, bir elimde yeşil kalemim çalıştım. Pazartesi gününe hazır girebilmek için kendimi fazla kasmadan, rahat rahat inceledim.

Bu akşam, çok sevdiğim Erzincanlı arkadaşım Can'ın tavsiyesi üzerine Sefa Köfte'ye gitmeye karar verdim. Kolay bulurum sanıyordum ama köfteci şehrin mecburiyet caddesinin üzerinde değildi ve Can'ın tarifi üzerine Ziraat Bankası'ndan sola dönerek gitmeye çalıştığım köfteci için ümidimi kesmiştim. Tam birine sormaya hazırlanırken gördüm köfteciyi.

Önüme ince kıyılmış soğan getirdiler. Üzerinde maydonoz vardı. "Abi sumak ve pul biber var şu kaplarda, onlardan dök sen soğana, ben domates getireceğim. Ezme yapacaksın" dedi garson. Bolca baharat ekledim, ince doğranmış domatesi de ekleyince ortaya çok lezzetli bir görüntü çıktı. Acılı köfteleri yumuşacık yufkaya sarıp içine ezme de sürünce hayatımda yediğim en güzel köfteyi tatmış oldum. Köy yoğurduyla yapılmış ayran da cabası...

Güzel bir akşam yemeğinin verdiği moralle odama döndüm. Az sonra, kendimden beklemediğim bir çalışkanlıkla mizana devam edeceğim.

Sanırım Müfettişliğin ne olduğunu, bu kadar yeri tek başıma neden gezdiğimi, bu işin bana ne verebileceğini yeni yeni anlamaya başlıyorum.

3 Temmuz 2009 Cuma

Üzümlü/Erzincan

Aslında gideceğim yeri duyduğumda moralim bozulmuştu. Ankara’nın doğusuna gidecek 3-4 kişiden biriydim. Başkanlıkta, herkesin içinde, Başkan Bey Üzümlü dediğinde Erzincan’ın neresine düştüğü hakkında en ufak bir fikrim yoktu. “Merkeze çok yakındır” dedi toplantı bittiğinde yanına gittiğim Başkan Yardımcısı. “20 kilometre doğuda… Güzel bir yerdir, en güzel mevsimidir şimdi.” Morallenmiştim.

Uçağa bindiğimde Söke’ye gittiğim günleri hatırladım. Ancak çok geçmeden, uçak insanlarla doldukça, ortam İzmir uçağından farklı olduğunu hissettirdi. Çok sevdiğim ve Ankara’da eğitimde olmam dolayısıyla uzağında kaldığım mizah dergilerimi okumaya koyuldum. Üzerimde akşam yapacağım kasa sayımının gerginliği vardı ve atamıyordum.

Uçaktan indiğimde hayatımda gördüğüm en küçük havaalanında olduğumu gördüm. Gelen ve giden yolcular için küçük iki salon ve geniş bir pist, hepsi bu. Bir süre üstadı bekledim, sonra da yanaşan, o bilindik şube arabalarından birine binerek Erzincan’ın yolunu tuttuk.

Bir şeyler yiyip, Ekşisu’da dağlardan akan doğal maden suyundan tattıktan sonra Üzümlü’ye doğru yol almaya başladık. Üstad yol boyunca sayımda dikkat etmemiz gereken hususlardan bahsetti. “Bana üstadım demeyeceksin” diye talimat vermeyi de unutmadı.

Üzümlü’nün içlerine doğru girdikçe, gittiğimiz yerin küçücük bir yerleşim olduğunun farkına vardım. Her yerde bahçeler, dallardan sarkan kirazlar vişneler, evlere nazır ahırlar, sokaklarda traktörler… Sonradan Müdire Hanım’dan öğreneceğim üzere ilçenin nüfusu 6.500. Belediyenin hemen yanında da, o tanıdık, bildik, gördüğümde beni evimde hissettiren kırmızılığıyla Şubemiz.

İçeri girdiğimizde sahne heyecanını yıllar sonra yeniden yaşıyorum. Müdire Hanım’ın elini sıkıp hayatımda ilk kez “Teftişiniz hayırlı olsun” diyorum. Herkese bir heyecan geliyor.

Üstad bana “üstadım” diyor, telefonla başka bir üstad aradığında “çağrı üstadla para sayıyoruz” diyor. O şubeden ayrıldıktan sonra, şubede itibarımın yüksek olması için uğraşıyor.

Sayım öncesi herkesin önündeki çekmece şeklindeki kasaların anahtarlarını cebime alıyorum. İçinde para, imzalı boş fiş, hesap cüzdanı, vs. var mı diye sayım sonrası bakacağım. Aslında böyle küçük bir şubenin kasasının sayımı yarım saati geçmez. Ancak vakti zamanında ilçenin fırıncısı, çekinin ödenebilmesi için eksik kalan 1.000 YTL’lik tutarı hesabına bir çuval bozuk para karşılığı yatırdığı için sayımın biteceği saati kestiremiyorum. Çuvalı açalım dediğimde şube personelinin yüzünde “bu sayım nasıl bitecek?” bakışını görüyorum. Masanın üstü bozuk parayla dolup taşıyor. Herkes paraları cinslerine göre ayırıp, 10’lu şekilde üst üste diziyor. Önümde bozuk para kuleleri yükselip personelin elleri bozuk paraların kirinde siyaha döndükçe içlerinden fırıncı ve/veya benim hakkımda ne düşünüyor olduklarını merak ediyorum. “Bölgede bu paraları sayan makine vardır” gibi fikirler çıksa da mecburen diziliyor paralar.

Bozuk para dizme işlemi bitince üstad o anın fotoğrafını çekiyor. Masanın üstü tamamen bozuk paralarla dolu, masanın arkasında tebessüm eden Banka personeli. “Bunu teftiş anılarına yazacağım” diyor üstad. Serinin ikinci kitabında sanırım biz de yer alacağız.

Sayım sekize doğru bitiyor. Şubeden ayrılmamız sekizi çeyrek geçeyi buluyor. Hava kararmaya yüz tutmuş, içime yine o gurbet hissini düşürmüş. İlçede kalacak yer olmadığından, merkeze, Erzincan’a dönüyoruz. Dönüş yolunda Müdire Hanım ilçe hakkında bilgiler veriyor. İlçede o kadar az şey var ki, kahvehanesinden marketine hepsini sayısına kadar biliyor.

Kalacak bir yer arıyoruz. İlk günler hep zor geçer, nereyi görsem içime sinmiyor. Güzel bir otel buluyoruz ama orada da o akşam için yer yok; ancak ertesi gün girebileceğiz. O geceyi başka bir otelde geçirmek zorunda kalıyorum. Odama gelince elimi cebime atıyorum ve personelden topladığım banko vezne anahtarlarını cebimde görüyorum. Telaşeden çekmece kontrolünü unutmuşuz.

Akşam keyifsiz oturuyorum odamda. İnternete bakıyorum, televizyona. Aslında memnun değilim diyemem. Sonuçta fareli bir müfettiş lojmanı ya da öğretmenevinde değilim. Sıcaktan bunalıyorum, uyuyamıyorum. Gece 2 gibi dalıyorum uykuya.

Sabah ilk iş personelin çekmecelerine bakıp anahtarlarını teslim ediyorum. İhmalkarlığımı telafi ettikten sonra yerime geçiyorum.

Şubede tek kalmak güzel bir duygu; ancak herkesin bakışlarını üzerinizde hissediyorsunuz. Bir müşteri tanıştırıyor kendisini, Müdire Hanım’la da birazcık sohbet edip işe koyuluyorum. Zamanın nasıl geçtiğini anlamadan öğle vakti geliyor.

Bir süreliğine üstadı aramak için dışarı çıkıyorum. İnsanlar kahvede oturmuş zaman öldürüyorlar. “Selamünaleyküm” diyerek selamlıyorum onları. Onlar da “aleykümselam” diyerek karşılık veriyorlar.

Bir personel haftasonu yapılacak olan düğüne davet ediyor beni, bir diğeri bağda kiraz yemeye. Tekliflerini kibarca reddediyorum. Önce şubeyi tanımam lazım.

Hayat garip bir yer… Kendinizi hiç ummadığınız anlarda, kendisinin kucağında bulabiliyorsunuz.