27 Ekim 2009 Salı

Güvercin

Kapımın önünde bir güvercin var. Öğle vakti lojmana dişlerimi fırçalamaya, kafamı biraz olsun dağıtmak için gitar çalmaya geldiğimde görüyorum onu. Metin Bey de, Şube'nin lojmanın kapısını gören penceresinde "ürker Müfettiş Bey" diyor. Ağır adımlarla gelsem de uçmaya çabalıyor güvercin. Ama çok fazla yükseğe de uçamıyor. Bahçe duvalarını aşması mümkün değil. Kanadından kanlar damladığını fark ediyorum. Metin Bey bir miktar ekmek ve su getiriyor hemen. Kuşu yakalayıp Eczaneye götürüyoruz.

Eczacımız oldukça hayvansever, hemen adını bilmediğim bir ilaç veriyor. Kuşun kanadına döküyor, onu lojmanın kapısının önüne geri getiriyoruz. Ekmeklerin, suyun önüne koyuyoruz. Ben içeri giriyorum. Dişlerimi fırçalayıp, en sevdiğim şarkılardan birkaçını çalıp dışarı çıktığımda güvercinin suyu devirmiş, ekmeklerden birkaç parça yemiş ve bahçe duvarını uçarak aşıp gitmiş olduğunu görüyorum. Gülümsüyorum.

Şimdi de kapımın önünde bir kedi var. Ama bu sefer ki yaralı değil, keyfinden oturmuş kalmış kapının önüne. Ben yanına yaklaşınca da muhtemelen bir yerlere kaçacak.

Sanırım bu hayvanlar buralarda yalnızlığımı çok fazla hissetmeyeyim diye kapımın önünde dolanıyorlar.

16 Ekim 2009 Cuma

Çaya Kaç Şeker

Yalnızlığa dayanırım da, bir başınalığa asla,
Yaşlanmak hoş değil, duvarlara baka baka.
Bir dost göz arayışıyla,
Saat tıkırtısıyla...
Korkmam geçinip gideriz biz mutlulukla,
Ama;
''Günün aydın, akşamın iyi olsun'' diyen biri olmalı.
Bir telefon çalmalı ara sıra da olsa kulağımda.

Yoksa zor değil, hiç zor değil,
Demli çayı bardakta karıştırıp,
Bir başına yudumlamak doyasıya.
Ama ''çaya kaç şeker alırsın?''
Diye soran bir ses olmalı ya ara sıra...

Can Yücel

15 Ekim 2009 Perşembe

Astronot

“Baba yıldızlara ellerimi uzatıyorum ama onlara uzanamıyorum” demişti bir keresinde. Üç yaşından biraz büyüktü. “Senin boyun uzun, sen uzanabiliyor musun?” Gülümsemişti babası. Ne diyeceğini bilememişti? “Onlara kimse uzanamaz ki! Onlar uzayda…” diye yanıt vermişti. “Uzay ne demek?” diye sormuştu çocuk. Babası, “Uzay, dünyanın çok uzağında bir yer. Orada yıldızlar, dünya gibi başka gezegenler var.” diye karşılık vermişti. “Hani ay dede çıkıyor ya geceleri. O da uzayda.” diye de eklemişti. Çocuğun kafası karışmış, birkaç gün uzayı anlamaya çalışmıştı.

Okuma-yazmayı sekiz yaşında öğrenmişti. Sekiz yaşına gelene kadar da uzayla ilgili sorular sorup durmuştu. Uzayda gezegenler çarpışmıyorlar mıydı, ay dede neden bazen zayıflayıp incecik kalıyor, bazen de büyüyüp kocaman bir tepsi gibi gözüküyordu ve daha bir sürü şey. Ansiklopedilerin birinde belinde kocaman bir halka olan bir gezegen görmüştü. O gezegenin kemer takmış bir bayan olduğundan emindi. Büyük ihtimalle de en yakınındaki erkek gezegenle evliydi.

Okuma öğrendiğinde saatlerini dergilere, ansiklopedilere ayırır oldu. Ancak okudukları onu hayal kırıklığına uğratmıştı. Gezegenlerin cinsiyeti, yıldızların kendi ışıkları yoktu. Gezegenler akşamları yıldızları yakıp uzayda parti düzenlemiyorlardı. En sevdiği insanların isimlerini verdiği gezegenlerin aslında Plüton, Satürn gibi saçma isimleri vardı. Ve kimse, boyu her ne kadar uzun olursa olsun yıldızlara zıplayarak dokunamazdı.

Öğrendikleri canını fazlasıyla sıkmıştı. Okulda bir gün öğretmeni “Senin neyin var canım? Bir sıkıntın mı var?” diye sorduğunda ona “ay dedeye sarılamıyorum” diye karşılık vermişti. Öğretmeni ona gülümsemiş ve kendisine ayın yüzeyine çıkan insanlardan bahsetmişti. Kardeşinin giydiği tulumlara benzeyen beyaz, kabarık elbiselerle tozdan bir zeminde yürüyen insanların resimlerini göstermişti. Resimleri görünce kendisini daha iyi hissetmeye başlamış, bir gün uzaya gidip annesine saçlarına takması için uzaydan birkaç yıldız getirebileceğine inanmıştı.

Kararını vermişti, astronot olacaktı. Bir gün uzaya gidecek, Uranüs dedikleri gezegenin üzerine kocaman harflerle “Boncuk” yazacaktı. Boncuk köpeğinin adıydı ve Uranüs gibi saçmasapan bir isimden çok daha güzeldi. Aya ayak bastığında yere yatıp kollarını kocaman açarak kucaklayacaktı onu. O resmini bütün dünya çocukları görecekti.

“Biliyor musun, ben astronot olmak istiyorum” demişti bir keresinde amcasına. Amcası kendisine gülümsemiş “Astronotlukta para yok, sen mühendis ol, doktor ol” demişti. Suratını ekşitip kalkmıştı kucağından. Amcasına birkaç gün bozuk çalmıştı.

Bir gün sınıfına bir adam gelmişti. Bu adam, tenefüste arkadaşlarından duyduğu kadarıyla Müfettişti ve herkes ondan korkuyordu. Müfettiş sınıfına geldiğinde bazı arkadaşlarıyla konuşmuş, matematik soruları sormuştu. Sonrasında da sınıfa “büyüyünce ne olmak istiyorsunuz” diye bir soru yöneltmişti. Çocuk parmak kaldırıp “ben astronot olmak istiyorum” demişti müfettişe. Müfettiş gülümsemiş ve “Ülkemizde hiç astronot yok biliyor musun?” demişti. “Belki sen bir ilk olursun…” Bu duyduğuna üzülmeli mi, sevinmeli miydi bilemedi. Ancak böyle böyle olaylarla kırıldı hevesi.

Kendisiyle son karşılaşmamızda öğretmen olduğunu öğrendim. Kredi kartı borcu, geçim sıkıntısı, ekmek parası gibi şeylerden bahsetti. Hayatın zorluklarından, yaşama tutunabilmek için sürekli mücadele etmek gerektiğinden ve büyüklere özgü tonlarca şeyden daha… Elinde öğrencilerinin çizdiği resimlerden bir tomar vardı. En üstteki resimde, ayın yüzeyinde yakan top oynayan çocuklar vardı. Elini sıktım, gözlerimde biriken hüzünle ayrıldım yanından.
Eflani/Karabük

14 Ekim 2009 Çarşamba

Büyük Şehrin Küçük İnsanı

Bugün dışarıda hüzünlü bir yağmur yağıyor. Şubenin içi karanlık, her bir köşesine dirhem dirhem kasvet akmış. Mobilyalar sanki dün gördüğümden daha mat, ışıklar aydınlatmak için değil de, aslında etrafımı saran şeylerin ne kadar boğucu olduğunu anlamam için yanıyor. Hemen önümde, alıştığım için artık duymadığım, ama rutin bir şekilde fan sesi çıkartan siyah, kocaman bir kutu var. Penceremden yandaki evin duvarını görüyorum. Duvar dün şampanya rengiydi, bugün bakınca gördüğüm kirli bir sarı.

Burada çocuklar da yok. Okul çıkışlarında önlükleriyle sokağı maviye boyayan, bakkaldan sakız, çikolata alan, birbirleriyle konuşmalarına kulak misafiri olduğumda beni her daim gülümsetmeyi başarabilen çocuklar yok. Birkaç esnaf var, yağmurdan kaçmış, bir dükkanın önünde sohbet ediyorlar. Kendilerince dostlukları, muhabbetleri var. Yolda başıboş köpekler geziyor. Dikkat ediyorum da, onlar bile benden daha fazla buralı.

Sabah pek bir şey yemedim, karnım da hala acıkmadı. Beklemediğim bir anda düşecek tansiyonum, bundan kaçınılmaz. Belki bir görüşme sırasında, belki can alıcı bir tespit üzerinde çalışıyorken... Gözlerim kararacak, başıma belli belirsiz bir ağrı saplanacak. İşte o zaman, kimselere görünmeden ve hatta koltuğumdan hiç kıpırdamadan uzaklaşacağım buradan.

Kendimi mahalledeki çocuklarla top oynarken bulacağım. Bittikçe yenisi başlayan oyunlar oynadığım, havanın kararmasını hiç istemeyerek geçirdiğim anlara döneceğim. Hava yine kararacak. Ben evime giden merdivenleri çıkarken büyüyeceğim. Her adımımda çocuk yanımdan bir parça daha kopacak. Önce imkansız diye bir şeyin aslında var olduğuna inanacağım, sonra insanın kapasitesinin sınırlı olduğuna… Birçok şeyi istesem de başaramayacağıma ve süper kahraman diye bir şeyin olmadığına… Sarılmayı unutacağım, sevmeyi de… Paylaşmayı eskisi kadar sevmeyeceğim. Evime varacağım sonra. Üzerimde takım elbisem, elimde bavulum, yine bilmediğim yerlere, bilmediğim şeylere gideceğim.

Büyük şehrin küçücük bir çevreye ittiği insanlardanım ben. Dünyamı genişletmek için elimden sadece sevdiğim bir şarkıyı dinlemek geliyor. Adamın bir tanesi içli içli, acı acı söylüyor. Kapılıyorum sesine. Sonra birden, odamda kendisini görüyorum. Benim anlattıklarımı duyuyor mu bilmiyorum, ama beni anladığını, aslında onunla aynı şeyleri hissediyor olduğumuzu anlatıyor. Kendisini uzun zamandır böyle yakından görmemişim. Gözlerinin altı iyiden iyiye çökmüş, saçları da eskisinden kısa. Ama hala benim gibi kent insanlarının yalnızlığını anlatıyor.

En sertinden bir kahve hazırlatıyorum kendime. Derin bir nefes çekip hayata kaldığı yerden devam ediyorum.

8 Ekim 2009 Perşembe

Reçel

Etrafta birkaç Müfettiş arkadaşım var. Elimizde tepsiler... Tepsisine bir simit ve bir paskalya alıyor bir tanesi. Ağzım sulanıyor. Ben de tepsimi yanaştırıyorum. Reçel, tereyağ da veriyorlar. Bir parça da marul...

Coldplay-Clocks çalmaya balıyor. Bu How I Met Your Mother'ın 1. sezon finalinde çalan şarkı. Marshall elinde nişan yüzüğü, terkedilmiş ağlarken Ted'in yanına oturduğu sahnede... Gözlerim aralanıyor. Eflani'deyim... Çalan telefonumun alarmı. Keyfim kaçıyor.

Her sabah olduğu gibi yine poğaçayla yapıyorum kahvaltımı. Yolda görsem başımı çevirip bakmayacağım şeyi bir aydır yiyorum. Sanırım aç kalmamak, tansiyonumun düşmemesi, midemin ekşimemesi için. Yine de ses etmeden yiyorum. Yanında evde demlenmiş çayın tadını vermeyen acı bir çayla birlikte...

Dün çoğunu bitirdim dediğim iş bugün sanki yığınlar oluşturmuş omuzlarımda. İçimden hiçbir şey gelmiyor. Öğlende bir müşterimizle yemeğe çıkıyoruz, içimden konuşmak gelmiyor. Ajandama bakıyorum son 3 günde, 8 kişinin ifadesini almışım. Sanırım adı yorgunluk bunun. Biraz da yalnızlık.


Tespit ettiğim usulsüzlere de kızmıyorum artık. Hepsi yeni şeyler, ama aslında hepsi bir o kadar sıradan... Kusurlu insanoğlunun düştüğü tuzaklar...

Yarın evimde uyuyacağım. Bu güzel bir teselli...