20 Nisan 2009 Pazartesi

Rüya

Kendi halinde bir insandı. Hayata karşı hiçbir zaman büyük bir heyecanla yaklaşmaz, her şeyi olduğu gibi, olduğu kadar kabul ederdi. Roller biçerdi hayat insanlara. Herkes, aynı durumla karşılaştığında birbirlerine yakın, ortalama tepkiler verirlerdi. İşten atılınca üzülür, sevgili bulunca sevinir, ayrılık yaşadıklarında yine üzülürler ve hayat bir şekilde akıp giderdi. O, ortalamadan sapan insanlardan biri değildi.

“Aslında sen güzel bir kızsın” demişti bir keresinde bir arkadaşına. Kızın yüzündeki mutlulukla karışık o garipsemeyi görünce de “ben senden hoşlanıyorum galiba” demişti. Çok önemli değildi aslında hiçbir şey gibi, o yaşadıkları an da. Hayatta bir kez yaşanabilecek, yıllarca unutulmayacak, acıları hiç geçmeyecek türden bir an değildi. İçinde ılık bir heyecan hissetmiş, kalbi birazcık titremiş, kızı dudaklarından öpmek istemişti ve bu, o an için her şeye değerdi.

Birkaç hafta sonra, başka bir şehirde buluştular. Yaşadıkları yerden hiçbir iz taşımayan, sokakları, insanları, kaldırımları farklı bu şehirde öpüştüler. Bu şehirde dokundular birbirlerine. Bu şehirde, bir an için bile olsa, taşıdıkları kimliklerden, önyargılarından, acılarından utançlarından, kabuk bağlamaya yüz tutmuş yaralarından sıyrılıp seviştiler. Sabahların, beraber kahvaltı yapmanın, bisiklete binmenin, temiz havayı solumanın ancak böyle sevişmelerin sonunda güzel olduğuna kanaat getirdiler.

Aşk, kaç sefer yaşanmış olursa olsun hep çok yeniydi. Bir gözlerine bakıyordu, bir dudaklarına… Konuşurken ellerini oynatmasına, mimiklerine, yüzünün bir bakışta fark edilmeyecek ayrıntılarına sonra… Ve her seferinde bu taze duygu karşısında ne kadar yabancı olduğunu görüyor, gülümsüyordu.. Kız okuduğu kitaplardan, sevdiği müziklerden, hiç gitmediği ama hep gitmek istediği yerlerden, düne kadar inanmadığı masallardan bahsederken o, kendi sesinden onun hikâyesini dinlediği için şanslı sayıyordu kendisini.

Birkaç hafta sonra bitti hikayeleri. “Beni artık arama” dediğini duydu kızın. Nedenini hiç sormadı ona. Belki sıkılmıştı, belki de ona aynı heyecanı verecek başka birisini bulmuştu. Fazla önemsemedi. Çünkü yaşadıkları hiçbir anın, hayatta sadece bir kez yaşanabilecek türden anlar olduğuna inanmıyordu. Yeni insanlar tanıyacak, yeni ruhlar sevecekti. Yine bilmediği bir şehirde, bilmediği bir kadınla sevişecek, onunla güneşin batışını seyredip kayıp giden bir yıldızda dilek tutacaktı. Onu da, hayatına bir vesileyle girmiş bütün kadınları hatırladığı gibi
tatlı bir his ve buruk bir tebessümle hatırlayacaktı.
Bakırköy/İstanbul
20.04.2009

17 Nisan 2009 Cuma

Fatsa-Bakırköy

Fatsa’dan kurtulmak için gün saydığım günlerin birinde, İstanbul’da görevlendirildiğim yazısını aldım. Beklentilerim doğuda, başka bir küçük ilçede görevlendirileceğim yönündeydi. Bu duruma çok sevindim.

Pazar gecesi Ankara’dan çıkıp Varan Turizm’in molasız aracıyla vardım İstanbul’a. Ataköy’de ayırtılmış yerime yerleştim.

Salonda bira şişeleri ve içi izmarit dolu bir küllük karşıladı beni. Ev arkadaşlarım uykudaydı. Onları uyandırmadan odama girdim.

Oda dediğim yer, penceresi apartman boşluğuna bakan, karanlık bir hücre. Bir yatak var, yanında orta büyüklükte bir dolap… İçeriye iki kişi sığmaz, öyle bir miktar da boş alan. Umursamıyorum. Çok daha kötüsünü gördüm. Başımı yastığa koyar koymaz da uyuyorum.

Uyanıp Maslak’a, Genel Müdürlük binasına geçiyorum. Abimle bir günlüğüne de olsa aynı binada çalışacağız.

Üstad oldukça karizmatik, uzun boylu ve yakışıklı. Korgan’daki kötü Müfettiş Odası’nın aksine, oldukça rahat bir odadayız. Bir ara abimi ziyarete gidiyor, üstadla öğle yemeği yiyorum. Akşam da başka bir şubeye kasa sayımına gidiyoruz ve saat 22.30’a kadar da bitiremiyoruz. Bu sayım sadece pratik edinmemiz için, asıl sayım ertesi gün gerçekleşecek.

Lojmana on bir gibi geliyoruz, Ataköy’de o saatte aç kalıyoruz. Ev arkadaşlarım da sigara ve içki yüzünden kavga ediyorlar. Soğukkanlılığımı gösteriyor, ortamı sakinleştiriyorum. Ertesi sabah ben uyurken barıştıklarına şahit oluyorum.

Salı günü, kasa sayımı öncesi boşuz. (bkz: hoca yok, ders boş). Bakırköy’e gidiyorum. Etrafı dolaşıyorum. Akşam kasasını sayacağımız şubeye de bakıyorum. Birkaç personel dışarıda sigara içiyor, varlığımdan habersiz. Yüzümü fazla göstermiyorum, dükkanları, müzik evlerini geziyorum. İşe yarar bir şey yok, tünele gideceğim ama zaman müsait değil. Uykusuz alıp, bir çay bahçesinde çok sevdiğim Fırat’ı okuyorum. Şapşal çocuğa gülümsüyorum.

Kasa sayımı gergin geçiyor. Aslında bu gerginliği yaratan da benim. Yüzüm hiç gülmüyor, her daim sert bakıyorum. Genç bir müfettiş olmak zor, etrafımda trilyonlar kazanan bir İstanbul Şubesi’nin personeli var. Varlığımız bazılarını rahatsız ediyor.

Sayım sonrası lojmana geri dönüyorum. Ev arkadaşlarımla biraz sohbet edip yatıyorum.

Hani ilk gördüğünüz an “işte bu aradığım şey. Onsuz olamam, yaşayamam. Elleri ellerimde ne kadar da güzel durdu, kucağıma kim bilir nasıl da yakışacak” dediğiniz gitarlar olur ya. İşte öyle bir gitar buluyorum. 4.000 TL diyor adam. İkinci eli bu üstelik. Moralim ciddi ciddi bozuluyor. Asla sahip olmayacağım şeylere heveslenmekten, rahatlıkla başarabileceğim şeyler konusunda özgüvensiz kalmaktan ve ikisinin arasındaki farkı anlayamamaktan nefret ettiğim gerçeği vuruyor yüzüme. Başka bir dükkanda daha ucuza bir gitar bulsam da, o saatten sonra gözüme hiçbirisi güzel gözükmüyor.

Devre arkadaşlarımla buluşuyoruz, Beyoğlu’nda bir yere oturup sohbet ediyoruz. Zaman o kadar keyifli geçiyor ki, bir süre sonra içimde kendini “bu kadar eğlenebildiğime göre, kesin bir şeyler ters gidiyor” hissiyatıyla belli eden bir hüzün beliriyor. Taksim’den minibüse binip Ataköy’e dönüyorum. Ev arkadaşlarıma gitarı alamadığım için ne kadar üzüldüğümü anlatıyorum.

İnternette yaptığım araştırmalar, birkaç eş-dost tavsiyesi sonucu Ashton marka bir akustik almanın uygun olacağı kanısına varıyorum. Züğürt tesellisidir bu belki de, kim bilir…

12 Nisan 2009 Pazar

27

Yirmi yedi yaşında, ağır yaralı bir ruh benimkisi. Çocukluktan kalma, pas tutmuş yaralar... Hala sıcak, hala kanıyor her dokunulduğunda.

Kırmızı bir halının üzerinde serili oyuncaklarım. Ben koltuğun üzerinde oturmuş seyrediyorum onları. Neden aldığım hiçbir soluk yetmiyor yaşadığımı hissetmeme hala ve neden henüz bir çocukken bile öğrenemedim yetinmeyi? Küçücük geliyor dünya, koca koca adımlar atıyorum, başımı çevirdiğimde gördüğüm şey hala terk etmeye çalıştığım aynı hüzün...

Yirmi yedi yaşında, soluk yüzlü bir bedenim. Yüzümde kimseden esirgemediğim gülüşüm, güldükçe kısılan belki de incecik kalan gözlerim... İçimde tükenmişlikler, içimde ölümler, içimde soykırımlar...

Gittiğim her yere yabancıyım sanki. Sanki bana benzeyen hiçbir şey yok gördüğüm yüzlerde. İnsanlar sıcak, insanlar samimi... Bense soğuk, rüzgarın gürültüyle estiği terk edilmiş bir limanım ve izliyorum bütün yoksunluğumla onları.

Yağmurda sırılsıklam olmuş bir çocuk parkıyım. Salıncakların üzerinde yağmur suları birikmiş... Biliyorum ki çocuklar bir süre daha gelmeyecek, bir süre daha kocaman bir sükûnet içinde öylece kalacağım.

İçimde fırsatını bulsam ölesiye döveceğim insanlar listesi birikiyor, ki bunların hiçbirisini gerçekte yakından tanımıyorum. Yine de hepsi temiz bir dayağı hak ediyorlar sanki. Zaman zaman çeşmeden akan ılık suyun altında ellerimdeki kanı, o sıcak, şarap rengi insan kanını yıkamak istiyorum.

Küskünüm... Hayatın beni sürüklediği yere, çocukluğuma, ilk gençlik yıllarıma... Bahçesinde top oynadığımız için bana tokat atan o tanımadığım adama, ödevimi yapmadığım için elime cetvelle vuran ilkokul öğretmenime, annemi henüz çocuk yaşta benden -bir süreliğine de olsa- alan, babamı delikanlılığa adım attığım yıllarda benden uzaklaştırana da... Kalbim tortu yığını, kan akacak yer bulamıyor. Soluksuz kaldığımı, hareket edecek alanımın kalmadığını hissediyorum. "Neden?" şu dünyada cevabı olmayan sorulardan...

Bu hafta kendime yeni bir gitar alıp hayatı hiç tutamadığım bambaşka bir köşesinden yakalamak üzere...

Ufukcan'ın Anısına

Altı sene kadar öncesi. Üniversiteye yeni başlamışım. Hayat yeni yeni sorumluluklar yüklemiş omzuma ama hala eve geldiğimde, apartmana girmeden önce, çocukluğumda top koşturduğum arka bahçeden gelen çocuk seslerini duyunca "kimler var?" diye göz atmadan geçmiyor, ve eğer on üç yaşından büyük kimsenin bulunmadığı ortamda Halilcan ve/veya Ufukcan varsa, maça boyuma posuma bakmadan, köşesinden katılıyorum. Maçta da derdim kalbimi fethetmiş bu iki afacana bir şekilde gol attırmak. Gol atınca dünyalar onların oluyor, koşup çakıyorlar, gülüşüyorlar, yüzlerinde o mutluluğu görüyorum.

Ufukcan dokuz yaşındaydı. Bir gün annesine "Işığa bakamıyorum" demeye başlamış. Televizyon izleyemiyor, bilgisayara bakamıyormuş. Birkaç hafta gidip geldiği doktorlar hastalığı teşhis edememişler. En son bir kulak-burun-boğaz uzmanı beyninde bir tümör olduğunu tespit etmiş. Teşhisin ertesi günü de ufaklık hasteneye kaldırıldı.

Hastanede ameliyatı bekleyen dokuz yaşında bir çocuğu ziyaret etmek, ona dünyanın hala toz pembe olduğunu göstermeye çalışmak, içler acısı halini gördükçe gülümsemek zorunda olmak ne demek bilir misiniz? Ben biliyorum.

Gelen herkes oyuncaklar almış. Bir tanesi bir denizaltı getirmiş, bir düğmeye basınca plastikten bir füze fırlatıyor. Ufukcan ise o kadar yorgun ve başı dönmüş şekilde yatıyor ki, gözleriyle o füzenin yatağın üzerinden diğer yatağa gidişini takip edemiyor. "Çok yormayalım seni" diyor sonra oyuncağı getiren, belki de öyle bir oyuncak getirdiği için mahcup da oluyor. "Aslan oğlum" diyor babası, "ne güzel oyuncaklar getirmişler" diyor annesi. Ufukcan da başına geleni anlamıyor, zaman zaman gülümsüyor, zaman zaman da kafasının içindeki lanetin etkisiyle gözleri kısılıyor, boynu düşüyor.

Ertesi gün ameliyat oluyor Ufukcan, minicik kafasının içinden çıkartıyorlar tümörü. Kötü huylu çıkıyor tümör ve ameliyatın ardından kemoterapiye başlıyorlar.

Benimle yaşıt bir abisi vardı, adı Kiper'di. Bir gün Ufukcan bize bilgisayar oynamaya geldiğinde futbol oyunundaki "goal keeper"ı görüp "Keeper yazıyor ya, benim abimin adı o" demişti. Abisini çok seviyordu, abisi de onu. Doktorların kendisine Ufukcan'ın "belki de iyileşemeyebileceğini" söyledikleri gün yıkılmıştı. İki kişi kolundan tutarak çıkarmışlardı odasına, eminim ki aldığı sakinleştiricilerle de saatlerce deliksiz uyumuştu. Babasının saçları bembeyaz kalmıştı, annesi birkaç ay içinde on yıl yaşlanmıştı.

Kimseyi üzmek istemezdi Ufukcan oysa ki. Küçücük bir kalbi vardı. "Okula ne zaman gideceğim?" diyordu en fazla. Kemoterapilere göğüs geriyor, yorgun düşse de annesinin "az kaldı oğluşum" sözleriyle tutunuyordu hayata.

Birkaç ay sonra çıktı hastaneden ama durumu iyi değildi. Ona meyve suyu alıp ziyaretine gitmiştim. Yataktan hiç çıkmamıştı. Hasta bir çocukla ne konuşulur ki? Çok sevdiği Galatasaray'dan, yeni gelen oyuncaklardan bahsetti. Yeni arabalarını işaret etti, elime aldım "çok güzelmiş. Sen biraz iyileş oynarız" dedim. "Şimdi oynayalım mı?" dedi. Bir tanesini verdim, yatağın üzerinde sürdü biraz.

Ufukcan'ın saçları ve kaşları dökülmüştü. Ona çok "kıyak" bir şapka almışlardı, başından hiç çıkarmıyordu. Bir akşam Halilcan'la bize bilgisayar oynamaya geldiğinde de şapkasını hiç çıkarmamış, uzak kaldığı çocukluğunu bir parça da olsa yaşamaya çalışmıştı.

Bir süre sonra okula da gitmeye başladı. Okul onun için sadece arkadaşlarını görmek için gittiği bir etkinlikti. Yine de çok mutluydu. Sabah arkadaşlarıyla sıraya giriyor, yanındaki arkadaşının elini tutup okuldan içeri giriyor, sınıfına gidiyordu.

Okula gitmeye başlayalı birkaç hafta olmuştu ki yine güçten düştü ve yatağa düştü. Eriyip gitmiş, zaten zayıf olan çocuk, bir deri bir kemikten ibaret kalmıştı. Ümit kesilmişti artık, beklemek gerekiyordu.

Ufukcan 2002 senesinin Kasım ayında vefat etti. Küçücük bir kefene sarılıp toprağa verildi. Annesi "toprağın altında üşümeyecek mi benim çocuğum?" diye ilk kez o gün ağladı. Pek çoğumuz bu kadar küçük bir çocuğun ölümüne ilk kez o gün şahit olduk. Ben hayatımda ölüme en çok o gün lanet ettim.

Ölümünün ardından ailesi mahalleden taşındı. Onlara her gün oğullarını , yaşadıkları acıları, o zor günleri hatırlatmayacak başka bir eve yerleştiler. Eski komşularının çoğuyla -biz de dahil- hiç görüşmediler. Belki evdeki eski eşyaları, masaları, lambaları değiştirdiler. Ama biliyorum ki, yine de her gün akıllarına hiç olmadık anlarda düşüyor.

O günün üzerinden yıllar geçti. O sevimli afacanı hatırladığımda aklıma en çok bir anı geliyor.

Arka bahçemizde top oynuyoruz. Kalede Halilcan var, topu tutuyor, oyuna sokacak. Ama başını yana çeviriyor, oradan gelen birini görmüş olacak ki topu saklıyor. Oynamıyormuş gibi bekliyor. "Ne oldu?" diyorum, cevap vermiyor. Halilcan'da o tedirginliği yaratan adam giriyor bahçeye sonra, "oynamayın demedim mi ben?" türünden bir laf ediyor. Ben "neden oynamasınlar" diyorum. Adam, apartmanda görse selam vermeyen alt komşumuz. Beni çocukların arasında görünce şaşırıyor. "Arabaya geliyor top, hasar veriyor" diyor. Ben topu gösterip "plastik top mu zarar veriyor?" diye karşılık veriyorum. "İçi toz oluyor arabanın" diyor sonra. "Camlarınızı açık mı bıkarıyorsunuz?" diyerek üsteliyorum. Sonra da "Hem benim çocukluğum da bu apartmanda geçti. Biz hep burada top oynadık, kimse rahatsız olmadı sizin gibi. Hem çocuklar gidip başka yerde mi oynasınlar, uzaktaki parka mı gitsinler, yoksa ön tarafta yolun kenarında mı oynasınlar?" diye de hırçınlaşıyorum. "Siz hangi dairede oturuyorsunuz?" diyor adam bozularak. "8 numaradayım" diyorum. Tabirin hakkını verircesine "götün götün" uzaklaşıyor adam bahçeden. Bütün çocuklar "aslansın Çağrı Abi" diyerek sevinç çığlıkları atıyorlar.

Ufukcan da aralarında. Sevinçten gözleri ışıl ışıl parlıyor...

9 Nisan 2009 Perşembe

Evlilik

"yeni evli bir çift vardı. evliliklerinin daha ilk aylarında, bu işin hiç de hayal ettikleri gibi olmadığını anlayıvermişlerdi. aslında birbirlerini sevmiyor değillerdi. son zamanlarda o kadar sık olmasa da, evlenmeden önce sık sık birbirlerini çok sevdiklerine dair ne kadar da dil dökmüşlerdi. ama şimdilerde, küçük bir söz, ufak bir hadise aralarında orta çaplı bir kavganın çıkasına yetiyordu. bir akşam oturup ilişkilerini gözden geçirmeye karar verdiler. her ikisi de, boşanmayı istememekle beraber, işlerin böyle gitmeyeceğinin farkındaydılar. erkek, "aklıma bir fikir geldi" dedi. "bahçeye bir ağaç dikelim ve eğer bu ağaç üç ay içinde kurursa boşanalım. kurumaz da büyürse bunu bir daha aklımızdan geçirmeyelim. bu süre içinde de ayrı ayrı odalarda kalalım." bu ilginç fikir hanımının da hoşuna gitti.ertesi gün gidip bir meyve fidanı aldılar ve birlikte bahçeye diktiler. aradan bir ay geçti.bir gece bahçede karşılaştılar.her ikisinin de elinde içi su dolu birer bidon vardı."

1 Nisan 2009 Çarşamba

Fatsa-Samsun Çarşamba Havaalanı

Geçen cuma yurdumun dört bir tarafının ilginçliklerle dolu olduğunu anlamış bulundum. Fatsa'dan Samsun Havaalanına giderken bile sizi gülümseten, dünyanın pek çok ülkesinde -belki de- göremeyeceğiniz garipliklerle karşılaşmanız olasıymış.

Fatsa Birlik'teki adam "abi havaalanına kadar bırakırız seni, merak etme. Buradan Metro'nun araçları geçiyor. Sen altı gibi gel, hallederiz canım abim" demişti bana. Saat altıda oradaydım, adam gitmişti. Kapısı da kilitli... "Şu köşeden geçiyor metronun servisleri" dedi oradaki başka bir adam. Çıktım Sahil Yolu'na, Ordu'dan, Giresun'dan, Trabzon'dan gelen araçların arasında metronun servislerini aramaya kolyuldum. Köşede bir servis durdu, şoföre sordum "abim 10 dakikaya kalkıyoruz, seni sapakta bırakırız" dedi. Bindim, içerde benden başka da iki bayan var. Servis dolmaya devam etti, bir 20 dakika geçti ama serviste hareket yok. Tam "doluyor artık, yavaş yavaş hareket ederiz artık herhalde" derken, birden herkes indi servisten, yoldan geçen başka bir servise bindiler. Ben de indim peşlerinden ama "sen kal abi, bunlar Ünye'ye kadar gidecek" dedi şoför. "Seni bindireceğim şimdi." Adama uçağa yetişmem gerektiğini söyleyince “gel abi, bindirelim seni” dedi. Karşında gelen bir şehirlerarası otobüse el kaldırdı. “Hoop! Birader…” diye de bağırıyor arada. Adam durdu, kapıya yaklaştık. Bir elini sırıma koydu, bir eliyle de göğsüme vurarak “aha bu abi havaalanına gidecek, sapağa kadar alsanız bunu, olur değil mi?” diye seslendi şoföre. Şoför “bak yoldan alıyoruz, bir iş gelmesin başımıza” deyince de “yahu sen bana güven, ben al diyorum” diye karşılık verdi. Eliyle göğsüme vurmayı sürdürerek.

Firma yanılmıyorsam Yalçınlar ya da Karayıldız gibi bir şeydi. İsmini unutmuş olabilirim ama kokusu hala aklımda. Eskimiş, oturduğunuzda sırtınızı dövercesine acıtan, rahatsız koltuklar, otobüsün içine aydınlatmaya yetmeyen, sarı, ölü ışıklar… Yolda bir de kaza atlattık ki, sapakta indiğimde temiz havayı tekrar soluduğuma şükrettim.

Sapakta taksiler var, havaalanı 10 TL. “Çok yazık oldu abi, vatansever bir adamdı” dedi taksici. Muhsin Yazıcıoğlu’ndan bahsediyor. “Allah rahmet eylesin.” Taksi komşusununmuş, yardım olsun diye işletiyormuş, aslen bakkalmış.

21.25’te kalkması gereken Samsun-Ankara uçağı, iki saat rötar yapıyor. O iki saat geçmek bilmiyor. Havaalanında tatsız bir tost, acı bir kahve içtikten sonra baş ağrımın geçmesini bekliyorum. Birkaç dergi alıyorum, içinde bir karikatüre kahkahalarla gülüyorum.

“Kız tavlama taktikleri” türünden bir başlığı var karikatürün. Bir tip çizmişler, tipe dış ses taktik veriyor. Diyor ki, “karizmatik olunmaz, karizmatik doğulur”, tipleme üzülüyor. Sonra “ama seni de karizmatik yapabiliriz” diyor dış ses. Seviniyor tipleme, ümitleniyor. “Önce git bi’ tıraş ol, bu sıra keller moda. Saçların bu haldeyken ..tüme benziyor.” diyor dış ses. Tipleme saçlarını kestiriyor ama yanları kestirmemiş, üst kısmı kazıtmış. Dış ses “Bu ne be? Kel ol dediysek Ziraat Bankası veznedarı mı ol dedik? Tamamen kazıt!” diye fırçalıyor dış ses. Gerisi önemsiz, zaten en çok buraya gülüyorum. Aklıma şimdiye kadar gezdiğim şubelerdeki onlarca insan geçiyor, tespitin doğruluğunu takdir ediyorum.

Uçakta yanıma bir başka bankacı düşüyor. Yol sohbet ederek geçiyor. Havaş’ta annemler alıyor beni ve saat altıda Fatsa’da başlayan yolculuğum, gecenin ikisinde yatağımda son buluyor.