7 Haziran 2008 Cumartesi

Günlükler -2-

Bu caddeyi çocukluğumdan beri tanıyorum. Her daim insanın içini açabilecek güzellikte insanlar, annelerinin elinden tutmuş, babalarının omuzlarına oturmuş sevimli çocuklar görebileceğiniz, Ankara’nın o gri havasından uzak bir cadde. Yazın ilk günleriyle yine parıldıyor, yine o bilindik hareketliliğinde.

Hatırlıyorum da, yalnızken bu caddenin güzelliğini hiç önemsememişim. O caddeden belki basit bir alışveriş için, belki okuldan eve dönerken, belki de bitimindeki parkta bir arkadaşımla buluşmak için, yalnız başıma defalarca geçmişim; ancak hiçbirisinde tanıdık bir şeyler görmeyi bu kadar istememiş, yanımdan geçip giden insanların ne için yürüyor oldukları gibi şeyleri bu kadar çok merak etmemişim. Bir elimde çantam, üzerimde çelikten bir zırh gibi duran takım elbisem ile bir saat sonraki randevuma kadar zaman geçirecek bir köşe, kendimi tamamen yabancısı hissetmeyeceğim ama bir yandan da eski anılarla dolmamış, beni çocukluğuma götürecek anılar barındırmayan bir yer arıyorum.

İlkokul çocukları çıkıyor karşıma. Birisi biraz daha büyük bir kız, diğeri erkek… Yüzlerinde tanıdık, kendime benzetecek hiçbir şey bulamıyorum. “Çok mu uzağım, çok mu büyüdüm?” diye düşünürken hatırlıyorum.

Tahtanın hemen yanında, ayakta sıramı bekliyorum, tahtada yazılı onlarca matematik sorusu var. O oturduğu yerden soruları çözenlere bakıyor. Kimseye müdahale etmiyor; ancak çözemeyenlere imalı laflarla kızıyor. Ben ise soruların hepsini kafamdan çözmüşüm, bana hangi sorunun denk geleceğini kestirmeye çalışıyorum. Tahtadaki çocuk işlemleri yapıyor, toplama için parmaklarını kullanıyor, “elde var bir” deyip tahtaya bir çentik atıyor, yine de çözemiyor soruyu. O ise “Tembel teneke” diyor çocuğa. Bu en sevdiği lafı… Velisini çağırıyor ve çocuğu yerine oturtuyor. “Sen gel” diye sesleniyor bana sonra da. “Yedinci soru”.

İki basamaklı iki sayının çarpımı soruluyor. Cevabı sıramı beklerken çoktan bulmuşum, “yedi yüz on üç” diyorum. Bana bakıyor, “nedir o?” diyor. “Cevap” diyorum. Önündeki kağıda bakıyor, arkasını çeviriyor kalemiyle bir şeyler karalayıp bana dönüyor: “Sınıfın en zekisi sensin” diyor. “Örnek alın bu çocuğu.”

Bir çocuk ağlaması ile sıyrılıyorum düşüncelerimden. Yine o caddedeyim, yanı başımda bir kadın ve iki çocuğu var. Dondurma istiyor küçük çocuk belli ki, annesi izin vermemiş. Abisinin gözlerinde onun da dondurma istediğini görüyorum; ama ağlamıyor o. Sadece içi acımış, boğazı düğümlenmiş, susuyor. Bakışlarında kendimi buluyorum.

Öğretmenimiz ödevleri kontrol ediyor. Ben ise yine bir sebepten yapmamışım. “Ben yaptım, sıra sana gelene kadar geçirirsin” diyor bir arkadaşım, tenezzül etmiyorum ya da cesaret edemiyorum. Ödevini yapmamış olanları tahtaya çıkardığını fark ediyorum, içimi bir korku kaplıyor. Sıra bana gelince o kalabalığa ben de katılıyorum.

“Sizleri adam edemeyecek miyim?” diyor. “Tembel tenekeler…” Bize uzunluk kavramını öğretmek için kullandığı bir metrelik cetveli alıyor eline ve avuçlarımıza vuruyor onunla. Sıra bana geldiğinde “sen de mi yapmadın?” diyor, yüzünde hayal kırıklığını görüyorum. Cetvel önce sağ elimde, sonra sol elimde şaklıyor, avuç içlerim yanıyor, acıyor. Hiçbir şey yakmamış böyle ellerimi ama hissettiğim acı sadece avuçlarımda değil, içim de acıyor bir yandan. Bir süre sonra o cetvel bir çocuğun elinde ikiye ayrılıyor.

“Buyurun efendim” diyor bir ses, beni bugüne getiriyor. Seslenen, hep önünden geçtiğimiz ve “pahalıdır” diye oturmadığımız bir pastanenin garsonu. İçeri giriyorum.

Oturanların en genci benim, etrafımda orta yaşlı kadınlar var. Bu yabancılık hissini seviyorum, salatamı beklerken onları incelemeye koyuluyorum.

Hemen arkamda bir grup yaşlı kadın oturuyor. Konuştuklarına kulak misafiri oluyorum. Eski dostlukların kalmadığından bahsediyorlar. İnsanların bencil yaratıklar haline geldiklerinden, kendilerinden başka kimseyi düşünmediklerinden… Sekiz yaşıma dönüyorum.

Annem hastaneye kaldırılmış, evde düzenimiz bozulmuş. Beni yalnız bırakmak istemediklerinden, sürekli tanımadığım insanlarla bırakıyorlar. Akşam eve yorgun geliyorlar ve ben onlara inatla “annem eve ne zaman gelecek?” diye soruyorum. Farkında değilim o zamanlar; ama onlar bütün gün hastane kokan bir odada, her biri her an ölümle sonuçlanabilecek hastalıklarla mücadele eden insanların arasında kalmışlar, bana karşı gülümseyecek yüzleri de yok.

Bir akşam ağlıyorum. Babam beni yatırmak için yatak odasına götürmüşken. Ağladığımı teyzem de duymuş, odamıza gelmiş. Hiç kimsenin onun yerini tutmadığını görüyorum ve içimden daha da çok ağlamak geliyor.

Altı-yedi ay geçiyor böyle. O altı-yedi ayda bana yine bilmediğim birileri bakıyor. Bazen günübirlik komşuya bırakılıyorum, bazen babamın mutaassıp arkadaşlarından birinin hanımı bakıyor. Bazen teyzem, bazen bir aile dostu… Hayatıma farklı farklı kadınlar girip kişiliğimde iz bırakıyorlar.

“Salatanız” diyor garson. Bu küçücük şeye ödeyeceğim paraya acıyorum. Tuz istiyorum, bolca limon, nar ekşisi. Önümdeki şeyi büyük bir açlıkla, adeta hayvanca yerken, kendimi hayatın bir köşesinden hala tutuyor hissediyorum.

Bir grup kadın daha geliyor pastaneye, karşımdaki masaya oturuyorlar. Etraftakilere göre daha genç gözüküyorlar. Belli ki ya gerçekten gençler ya da hayatlarında sorun edecek pek bir şeyleri olmamış. Bir tanesi oturunca beli açılıyor, belindeki gamzesini fark ediyorum. Neden bilmiyorum ama bu tablo beni fazlasıyla rahatsız ediyor. Bir yandan hiç fark etmemiş gibi davranmaya çalışıyorum, bir yandan da beni cinsel anlamda hiçbir şekilde uyarmıyor olsa da o sahneye şahit olmak isteği hissediyorum. Kaçamak bakışlarla beline bakarken, zihnimin en köşesinde kalmış bir başka anı canlanıyor gözümde.

Henüz okula gitmiyorum, yaşım belki beş belki altı. Bakıcımın evindeyim, annemin okuldan gelmesini bekliyoruz beraber. Beni oyalamak için bir şeyler anlatıyor, oyunlar oynatıyor. “Sırtımı kaşı biraz da” diyor. Üzerindekini yukarı doğru sıyırıyor. Küçücük ellerimi omuzlarında gezdiriyorum. Biraz daha aşağıya indiğimde belindeki o girintiyi fark ediyorum. “Gıdıklandım, yapma artık” diyor kıkırdayarak.

Kadınlardan birinin telefonu çalıyor, arayan çocuğunun bakıcısı belli ki. Çocuk çok sıkılmış, annesini istiyormuş. “Parka götür” diyor ona, başından savıyor.

Çocuk parklarının benim için neden bu kadar hüzünlü yerler olduğunu da o an hatırlıyorum. Yine aynı bakıcı kadının evindeyiz. Bana ilkokula giden kızının bebeklerinden birini veriyor oyalanayım diye. O sırada telefonla konuşuyor, sonra da hazırlanıp beni parka götüreceğini söylüyor.

Parka geliyoruz, ben salıncakları görünce koşuyorum, o ise bir banka oturuyor. Günün o saatinde okullu çocuklar olmadığından salıncaklarda fazla sıra yok, bekliyorum. Beklerken, salıncaktaki çocukları izlemekten bile keyif alıyorum. Bir ara arkamı döndüğünde, bankta başka bir adamın daha oturduğunu, bakıcımın saçlarını okşadığını, ona tatlı tatlı baktığını görüyorum. Bir ara yanağından öpüyor, kadın gülümsüyor. “Sıra sende, aptal” diyor bir çocuk, her şeyi bir anda unutup –ya da unuttuğumu sanıp- salıncağa kuruluyorum. Yüzüme tatlı tatlı bir serinlik vuruyor sallandıkça, diğer çocuklar beni izliyor. Hayatımın en uzun keyfini çatıyorum. Eve dönerken “kimseye o adamdan bahsetmek yok, tamam mı?” diyor, tembihliyor. Akşam kocası eve geldiğinde, beni seviyor, “nasılsın?” diyor. Dünyanın en saf gülüşünü görüyorum yüzünde, “iyiyim” diyorum. Bakıcıma verdiğim sözü tutuyorum.

Çevremdeki kadınlara bir kez daha, bu sefer gözlerinde bambaşka bir şey görmek için bakıyorum. Aradığım şeyi hiçbirisinde göremiyorum. Bakıcımı hatırlıyorum. Köyden gelmiş, okuma-yazma bilmeyen, kocası otobüs şoförü, üç çocuklu, başı kapalı… O an en çok bir kahveye ihtiyaç duyuyorum.

Karşı binada bir kuaför var, pastaneden kalkan bir grup kadın oraya giriyor. Aklıma istenmeyen tüylerinden kurtulmak istedikleri geliyor. Kadınların vücutlarını başka kadınlara gösterebilme konusunda rahatlıklarını düşünüyorum. Bir şeyler beynimi sıkıştırıyor, yine eski bir anı, yine çocukluğum…

Belki de hatırlayabileceğim en eski anım bu, değerini bilmeli miyim, bilmiyorum. Komşumuzun benimle yaşıt bir kızı var, o sebeple bakıcı olarak o kadını tutmuşlar. Evden çıkarken beni onlara bırakıyorlar, akşam alıyorlar. Kadının annesi Çingeneler kadar esmer, tombul bir kadın… Ondan korkuyorum. Kolunda sarı sarı bilezikler var, bileziklerin rengi bile ürkütücü. Karşımda soyunmuşlar, ağda yapıyorlar. Akşam olanları anneme anlatıyorum, beni bir daha onlara bırakmıyorlar.

Hatırladıkça midem bulanıyor, “kahve dokundu mideme” diye düşünüyorum. Hesabı ödeyip randevuma koşturuyorum. Ter içinde giriyorum odaya, yaşadıklarımı, gittiğim her yerde çocukluğuma ait izler gördüğümü anlatıyorum doktora. Önündeki beyaz sayfaları kirletiyorum yine, yeni yeni şeyler ekliyor listesine. Bana, düşünmemi ve o hep aradığım, ulaşmak için çırpındığım hakiki doğrularımı bulmamı sağlayacak sorular soruyor. Zihnimin açıldığını, yenilendiğimi hissediyorum. İkilemlerim, gelgitlerim azalacakmışçasına ferahlıyorum.

“Multiple Mothering” diyor teşhis olarak da. En azından bir tanımım olduğu için, hiç bilmediğim de olsa bir şeylere benzediğim için seviniyorum.

1 Haziran 2008 Pazar

Günlükler - 1

Bu noktaya nasıl geldim bilmiyorum. Ama işte yıllar sonra, bir daha hiç yaşamayacağımı düşündüğüm şeylerle ve bu kez tek başıma, yine oradayım.

Bekleme salonu boğuk, okuyacak tek bir dergi yok. Sekreter kız, hastalara o kadar alışmış ki, pek çoğunun ayrı bir dünyada yaşıyor olduklarını umusamıyor bile. Telefonu çalıyor, dışarı çıkıyor, sonra geri geliyor ve içimde biriken sıkıntılarla bana aslında “ne kadar normal olmadığımı” anlatıyor.

Bir psikiyatrın bekleme salonunun en önemli özelliği herkesin, hatta o umursamaz gözüken sekreter kızın bile, sizin en ufak hareketinizi izliyor olduğu gerçeğidir. İçeri girince biraz fazla gülümserseniz veya yüzünüz asık duruyorsa, “iyi günler” derken gözlerinizde o gergin ifadeyi görürlerse ya da, işte o zaman notunuz verilmiştir. “Gencecik çocuk” diye düşünürler. “Yazık…”

Bense bütün bunlara kulağımı tıkamışım, hemen yanıbaşımdaki etajerin üstünde duran, bir bebek maması firmasının büroşürünü okuyup okumamak arasında bir karar vermeye çalışıyorum. Yer yer içerden bir bebeğin ağlama sesi geliyor, çocukluğuma dönüyorum, yer yer sekreter kızın sevgilisi arıyor, bunalıyorum, ama yine de sapasağlam, sanki bütün dünyanın yükü omuzlarımda değilmiş gibi dimdik durmaya çalışıyorum.

Bakıyorum da hastalar içinde en normal gözükeni yine de benim. Bir tanesi fişi çoktan çekilmiş bir makine gibi boşluğa bakıyor, bir tanesi sanki soğumaya bırakılmış bir motor gibi hissiz…

“Doktor bey, süre doldu” diyor sekreter kız telefonda. Bir süre sonra kapı açılıyor, içerden “en normal gözükeni benim” tezimi çürüten, güleryüzlü bir amca çıkıyor, doktorun elini sıkıyor, basit bir şakaya gülümsüyor ve ödeme yapmak için sekreter kıza yöneliyor. “Merhaba” diyor doktor, elimi sıkıp kendimi tanıtıyorum.

İçerisinin bekleme salonundan daha ferah olmasına seviniyorum. Ancak önümde duran iki koltuk ve bir kanepeden hangisine oturmamın daha uygun olacağı konusunda bir tereddüt yaşıyorum. Sanki yapacağım seçim, tedavi sürecimi etkileyecekmiş gibi korkuyorum. “Hangisini isterseniz ona oturun” diyor doktor, ben de daha rahat gözüken, doktorun masasının tam karşına düştüğü için onunla konuşurken boynumu çevirmek zorunda kalmayacağımı düşündüğüm kanepeye oturuyorum.

Önce beni tanımak için birkaç soru soruyor. Yaşım, mesleğim, mezun olduğum okul… Önündeki not defterine kendince bir şeyler karalıyor. O an yıllar öncesini hatırlıyorum. Başka bir doktorun, ne yazdığını hiç bilmediğim kocaman sayfalı defteri gözümün önüne geliyor. Ona ne kadar gittim? Beş ay mıydı, bir buçuk sene mi? Önümde bittikçe yepyeni, daha beyazı açılan sayfaları, her birinin içimden çıkan, ruhumun depresif kıvrımlarıyla süslendiğini, doktorun siyah kaleminden daha siyah ayrıntılarla dolduğunu hatırlıyorum, bugün yeni baştan açılan o beyaz sayfaların da kirleneceğini, oraya her gidişimde o sayfalara yenilerinin ekleneceğini de gayet iyi biliyorum.

“Tam olarak neyiniz var?” diye soruyor. Nereden başlayacağımı bilmiyorum. Yıllar önce atlattığımı düşündüğüm hastalığım mı, dünyaya neden gelmiş olduğum mu, işim mi, aşklarım mı, annemin hastalığı mı, çocukluğum mu… Konuşmaya başlıyorum, ona sırasını hiç önemsemeden her şeyi anlatıyorum. Beni dinliyor gözüküyor ama ben bile ne anlattığımın farkına varamıyorum. Kelimeler benden bağımsız, sanki bir eskiz defterine dökülüyorlarmış gibi çıkıyor ağzımdan, tutamıyorum onları. Kimsenin bilmediği, kimseye anlatmadığım şeylerimi söylüyorlar doktora. Engel olmaya, o herkesin bildiği, iyi kalpli, dürüst, efendi, kibar insanı göstermek istiyorum; ama bencil, ukala, kendisinden başka kimsenin acısına zerre kadar değer vermeyen o şımarık çocuğu anlatıyorlar ona. Dakikalar akıyor, geçmişe yaptığım bu yolculuktan nefret ediyorum. Pazartesi gelsin, kravatımı takıp, ceketimi giyip daha korunaklı bir yerlere gideyim, yüzüme kimseden esirgemediğim o gülüş düşsün istiyorum. Ama işte şimdi her şeyimle orada, bir günah çıkarma kabinine benzeyen korkunç odadayım. Bedenim kasılmış, sürekli kollarımı ovuşturuyorum, avuçlarımı sıkıyorum.

Neden sonra sekreter sürenin dolduğunu bildiriyor. Kesintisiz elli dakika konuştuğumu o an fark ediyorum. Boğazım kurumuş, dudaklarım çatlamış; ama en çok kalbim acıyor, kanıyor. Bir yerlerine batırmışım iğnemi, çok acıtmış, yakmış. Doktorun gözlerine bakıyorum. Bana hiçbir şey söylemiyor. “Haftaya yine görüşelim” diyor. Benden önceki hastasının aksine beni kapıya kadar geçirmiyor, odasında kalıyor. O odadan benden önce çıkan adamın gülümsemesini hatırlıyorum, ondan nefret ediyorum. Sekretere uzman bir doktora, ruhumun kimseye –hatta kendime bile- göstermediğim ayrıntılarını elli dakika boyunca anlatmış olmanın bedelini ödüyor, bir sonraki seans için randevu alıyor, yüzüme oraya gelmeden önceki tebessümümü takıp dışarı çıkıyorum.

Dışarının sıcağı nefesimi kesiyor, tebessümüm kayboluyor. “Oraya gitmemeliydim” diye düşünüyorum. Dört-beş gün sonra oraya yeniden gideceğimi hatırlıyorum, elim telefonuma gidiyor. Sekreteri arayıp randevumu iptal ettirmek istiyorum. Yine de yapmıyorum. Aklıma kravatımı taktığım sabahlar, olmadığım biri gibi görünmeye çalıştığım anlar, yüzüme düşen sahte tebessümler geliyor. Kendimi tanımak için vereceğim yepyeni, çok sıkıntılı o savaşa çırılçıplak, tek başıma girmek istiyorum.

Eski dostları arıyorum, bir bilinmeze kadeh kaldırıyorum.