30 Mart 2008 Pazar

Depresyon

hiç yaşamamış insanların asla algılayamayacağı, "depresyondayım" diyen yüzde sekseninin ise depresyonun kıyısında güneşlenmekte olduklarından habersiz oldukları ciddi bir hastalıktır.

sabah mutsuzlukları, yapılan işlerden zevk alamamalar, hiç uyanmama isteği, vs. sadece başlangıçtır. derininde intihar etmek isteyip cesaret edememek, ölümün sizi gelip bulması, bir şekilde hayatınızı yitirmeyi arzulamak, yerli yersiz ağlamak, insan içine çıkamamak, çıktığınızda konuşamamak her sözü üzerinize alınmak, bırakın sevdiklerinizi incitmeyi onlara söyleyecek bir iki çift söz bulamamak, hep birilerinden destek bekleyip durumunuzun o desteği almış olduğunuzda bile değişmediğini görmek, çarenin olmadığı, asla düzelemeyeceğiniz bir duruma düştüğünüzü sanmak, nefes alamadığınız için yemek yiyememek, sürekli bedeninizi sıkıyor olduğunuz için kabızlık çekmek, hayattaki hiçbir işinizi diğer insanlar gibi yapamıyor olduğunuzu görüp kendinizden nefret etmek, aynaya bakamamak, güzel bir kız gördüğünüzde asla onunla olamayacağınıza kayıtsız şartsız inanmak, sıradan güzellikte, hatta çirkin, kimsenin başını çevirip bakmadığı kızların bile size burun kıvırdığına şahit olmak, iç güzellik denen şeyin koca bir yalan olduğuna inanmak, bir yerde -özellikle sokaktayken- birkaç dakikadan fazla sabit kalamamak, bu yüzden evin içinde sürekli odadan odaya gezinmek, koridor arşınlamak, sadece doktorunuzun yanında, hastanede veya evde battaniye altında mutlu olmak, size sorulan basit sorulara bile sorumluluk alıp net bir cevap verememek, ağzınızdan "bilmiyorum" sözünden başka bir söz çıkmaması, akıl almaz bir biçimde zayıflamak, çirkinleşmek, bakışlarınızın bomboş olması, başta kendinize olmak üzere hiç kimseye güvenememek, çevrende "iyi olacaksın" diyenlerin aslında size acıyor olduklarını düşünmek, acınacak hale düşmek, tir tir titremek, en ufak şeyden korkmak ve en acısı bütün bu saydıklarımın hayatınızın son gününe kadar sizinle beraber geleceğine inanmak vardır.

ayrıca ısrarla belirtilmelidir ki "ben depresyondayım" sözü sanıldığı kadar karizmatik bir söz değildir. bunun farkına varmayanları da adım adım içine çeker, bir gün "ben depresyondayım" demeye çalışıp da bunu kendinize bile itiraf edemezken ağlamanıza engel olamazsınız...

25 Mart 2008 Salı

18 Mart - Aşk

yeni evlenmiş, bir de bebeği var. bey’ini çağırmışlar çanakkale’ye. belli ki gidenlerin yüzde doksanı gibi ya şehit haberi gelecek, ya sakat dönecek, ya da kayıp olduğunu söyleyecekler. bu adamcağız, bu çanakkale’ye çağrılan delikanlı demiş ki eşine; “ya zehra, bu köyün en güzel kadını sensin. güzellik kıskanılır.” bir çırpıda söyleyivermiş o güne kadar hiç diyemediği bu sözleri. devam etmiş; “ben gelene kadar hiç evden çıkma, tamam mı?”. zehra ana; “tamam çıkmam”. “söz mü?”, “söz!”.

gitmiş.

gelmemiş, şehit.

kadıncağız 1967 yılına kadar yaşamış ve hiç evden çıkmamış. diyor ki torunu; “dedemin yazdığı üç mektup – yazması da yok da yazdırdığı üç mektup- duvarda asılı dururdu. her sabah kalkar, onları okur –ezberlemiştir gerçi ama her sabah yeniden okur-, onlara bakardı. sonra bütün gün kuran okurdu. ne kadar yalvardıysak da; torununun düğününe gel, ev yaptırdık onu gör, falanın cenazesi; söz verdin ama aradan elli yıl geçti, çıkaramadık dışarı.” “yok” dermiş ana; “ben söz verdim evladım, sadakat lazım, sözümde durayım.”


bir başkası, yine bir çanakkale şehidi. adı ahmet. o da geride eşini ve bir evladını bırakmış. anamız 1970 yılına kadar yaşıyor. vefatından önce oğluna bir vasiyet bırakmış. açıp okuyorlar, şöyle yazıyor: “yatağımın altındaki torbayı benimle beraber gömün.” köyün hocası itiraz ediyor; “islam’da ölünün yanında bir şey gömülmez, uygun değildir.” oğlu; “benim anam çanakkale şehidinin eşidir. bir dileği yerine getirilmeyecek mi, tek bir vasiyeti var.” hocanın aklına geliyor; “bu ana bize bir ders mi vermek ister. bilirdi dinini de. getirin torbayı, bir açalım, bakalım; ne var?” açıyorlar torbayı: saçlar, saçlar. küçücük bir torba içinde dişler ve küçücük bir kağıda ana yazmış (iyi ki de yazmış, biz anlayamazdık). eşine:

ahmet’im; saçlarım saçlarımdır, saçlarımdan kesilen, dökülen. hiç zayi etmedim, hepsi burada. bu saçlar şahit olsun ki onlara senden sonra kimsenin eli değmedi. bu dişler dişlerimdir, dişlerimden dökülen, sökülen. hepsi burada. bu dişler de şahit olsun ki sana söylediklerimi senden sonra hiç kimseye söylemedim.”

bugün 18 mart. aşktan böyle söz ettim. umarım hep aklımda durur bu iki olay. anlattıklarımın ikisini de vehbi vakkasoğlu’nun çanakkale üzerine bir konferansında dinlediklerimden aktardım. o da şahitlerinden, yaşayanlardan dinlediğini söylüyor. aşka inancımız nasıl değişmişse bu iki olayın gerçekliğine dahi zor inanıyoruz, belki de inanmıyoruz.

Not: Bu yazı, itü sözlük yazarı ageylan tarafından kaleme alınmış olup, hali hazırda http://www.itusozluk.com/goster.php/@2276132 adresinde sergilenmektedir.

13 Mart 2008 Perşembe

Kırgızistan

Fakirdir, sadece gelir dağılımı değil hayat da adaletsizdir. Kimisi bir dolara kendini satar, kimisi bir dolara kadın bulmayı marifet sayar. Gidip görünce -doğru yerden bakmayı başarabilirseniz- hayata bakışınızı değiştirebilir.

Fakirdir, hayat da ucuzdur bu yüzden. Tek oda ve banyodan oluşan bir evi çok ucuza kiralayabilirsiniz, otobüs ücretleri 12 yeni kuruş civarındadır, türlü türlü ekmek çıkar, en pahalısı (büyükcene) 25 yeni kuruşu geçmez. Pazarları vardır, et, balık, sebze meyve ucuzdur.

Sovyet Rusya zamanında Rus kökenli olmayanlar üniversitelerin mühendislik, mimarlık gibi bölümlerine alınmadıklarından ortalık ressam, müzisyen doludur. Her evde piyano vardır, herkes müzisyendir. Oysa kentin dışında bir fabrika vardır, boş durur. İşletecek mühendis yoktur. Onlar da dışarıdan alır sanayi ürünlerini. bu ürünler de Türkiye fiyatlarının altındadır, bize ucuz gelir çünkü vergi diye bir şey yoktur, Rusya'nın pazarı olsun diye başına Sovyet Rusya zamanında da bölgeyi idare ediyor olan kişi cumhurbaşkanı olarak oturtulmuştur. (bkz: askar akayev)

Her şey ucuz olduğu için evinin önündeki sebzeyi toplayıp pazara satmaya gelen açtır. İyi kötü bir bakkal dükkanı açan açtır. Taksicisi, memuru, avukatı, doktoru da çok tok değildir hani; çünkü ülkesi ya fakirdir, ya da kaymağını yiyen vardır. (Örneğin bir profesör doktor devletten 65 ytl civarında maaş alır, bu maaş ülkede verilenler içinde yüksek olanlarındandır.)

Yine de bir kısım insan lüks otomobillere biner. (zengini de zengindir hani.) Sistem çökmeden önce doğru tarafta yer almış, "mülk edinme" kavramı oturmadan “mülkler” edinmeyi başarmış, kimisi eski bir devlet görevlisi, kimisi amerikan ajanı mıdır bilinmeyen adamların çoğunun Isık Göl'de yazlıkları, şehrin az dışındaki beş yıldızlı Amerikan Hyatt Regency Oteli 'ne nazır villaları vardır.

Erkeklerin çoğu vodka-kusmuk arasında gide gele boğulmuşlardır. Pazarlarda kadınlar çalışır, taksici kadın vardır, kadın otobüs şoförünü ben gördüm, binaya sıva yapan kadınlar görülmüştür. Üstelik üçkağıt da yoktur. Elma satacak kadın, çürükleri 2 somdan, küçükleri 5 somdan, güzelleri 7 somdan satar. Gerekirse sabah yediden, akşam karanlığına kadar oturur ama fazlasını almayı düşünmez karşısındakinden. Çünkü bilir ki o da en az kendisi kadar açtır. Para üstü çıkışmazsa ertesi gelişinizde on yeni kuruş bile etmeyen parayı vermekte ısrar eder.

Adetten midir bilinmez ama evlilikler çok kısa sürer. Evlenilir, çocuk olur, birkaç yıl sonra da adam gider. Çocuğuyla yalnız kalan onlarca kadın vardır etrafta. Türlü şekillerde para kazanmak için çırpınırlar.

Emekli profesörler, dekanlar elçiliklerde sekreterlik, tercümanlık gibi işler için kapışırlar. Çünkü Kırgızistan onları doyuracak kadar para veremez. Yeni mezun bir avukat, işe gidip gelmek için ödeyeceği otobüs parasını maaşıyla mümkün değil çıkaramaz. (Bunun için sabahın köründe evden çıkıp işine yürüyerek gidenler vardır).

Hastaneler bedavadır ama ilaçlar ithal olduğu için pahalı gelir insanlara [Ha bize göre ucuzdur, kimi zaman sakız yerine vermidon çiğneriz(!)]. Hastası olan birine ilaç yardımında bulunursanız ağlayıp önünüzde diz çökebilir. Minnet duymanın ne kadar onurlu bir duygu olduğunu bilirler, çünkü fakirlik içinde yüzseler de henüz para onları satın alacak kadar girmemiştir içlerine.

Sokakta mini etekle, sütyenle gezen kızlar görebilirsiniz. Kimse kafasını çevirip bakmaz, birileri bakıyorsa yanına gidip “vay hemşerim, nerelisin” diye sorabilirsiniz çünkü büyük ihtimalle Türktür. Bu Türkler Sovyet Rusya dağıldıktan sonra iş kurmak, ticaret yapmak, para kazanmak için oraya göçmüş, pek çoğu Türkiye’de iyi bir yere gelememiş insanlardır (istisnaları es geçmedim, istisnası da var). Haliyle Türkler’i de böyle tanıtırlar oralarda. [Özellikle 2002 senesinde Türkler’e karşı büyük bir tepki vardı Kırgızistan genelinde. Elçilik mensubu olan, kırmızı pasaportlu bir diplomat, üstelik henüz akşamüzeri, elçiliğin hemen yan sokağında dayak yemişti. Hatta aynı dönemde Manas Üniversitesi’nde çıkan bir kavgada iki Kırgız ölmüştür ve olaya karışan Türk gençler hâlâ hapishanede yatmaktadır. “Paralarıyla buraya gelip, kızlarımızı satın alıp, zengin hayatı yaşayıp caka satan insanlar” deniyordu Türkler için.]

Türk lokantalarına gittiğinizde çirkin tablolarla karşılaşırsınız. Birbirinden güzel kadınlar, kel şişman Türk erkekleriyle yemek yerler. Bu erkeklerin pek çoğu zaten bir Türk kadınla evlidir. Bazıları Türkiye’de çocuklarını büyütmekte olan kadınlara bile söylemekten çekinmezler yaşadıklarını, onları böyle kabul etmelerini beklerler. Bazılarının hizmetçilerinden, Rus sevgililerinden falan çocukları vardır.

[Hayatımda gördüğüm en güzel kadınlardan birini de bir Türk restoranında görmüştüm. Uzun boylu, beyaz tenli, siyah saçlı lacivert gözlü bir kadın, yarı boyundaki kel 50lilik bir türk amca ileydi. Amca içtikçe bağıra çağıra şarkı söyledi, kadın utandı. Amca dans ederlerken parmak uçlarına basarak kızın dudaklarına uzandı, kız kafasını kaldırdı da amca yetişemedi. Kimbilir ailesinden kaç kişiye bakmak zorunda olan bir kadındı, belki de direkt orospuydu, değil mi?]

[Aynı Türk restoranına bir berber gelirdi her akşam başka bir güzelle. Benden yakışıklı değildi ama aşağılık olduğu kesindi. Sonra bir gün karısı falan ailecek geldiler, adam çok sıkılmıştı hatırlıyorum. Bir ara karısıyla kavga ettiler, çocuk da masada oturmuş oyuncağıyla oynuyordu.]

Sivil darbeyi kimilerinin zengin hayatına sokulmuş bir çomağa benzetebiliriz. Seçimle geldiği iddia edilen cumhurbaşkanının çareyi kaçmakta bulmuş olması tesadüf değildir, tarihte örnekleri de vardır (bkz: Padişah Vahdettin) Darbeyi yapanlar insanların canına dokunmamıştır. Evlere giren kişiler sadece yiyecek ve değerli eşyaları çalmışlardır; çünkü tepki açlığadır, fakirliğedir.

[Hatta oradaki Türk mağazasına giren adamların hayatlarında hiç görmedikleri, ne olduğunu, nasıl tattığını hiç bilmedikleri zeytinlerin yenecek bir şey olduğunu anlamayıp, zeytinleri yere döküp kavanozlarını çaldıklarını duymuştum. Çok da garibime gitmemişti keza domates de "masraf çıkmasın", "yemeseler de olur" denildiği için Sovyet Rusya’nın dağılmasından önce girmemişti sofralarına.]

Başınız bir belaya dolanırsa, hiç suçunuz olmasa bile bir polis tanıdığınızın, üst makamlardan bir dostunuzun olması şarttır. Böyle memlekette polis her türlü çirkinliğin içindedir. Hatta şehrin karanlık bir sokağında kadın pazarı vardır, polisler çok sağlam avanta alırlar. Gerçekten bir dolara kadın bulabilinecek yer de orasıdır. Bir kere ailecek arabayla civarından geçmek durumunda kaldığımda görmüştüm ki 12’sinden 40’ına türlü türlüsü var.

Orada yaşayanlar da, en az bizim kadar hisseden, bizim kadar gören, işiten, bizim kadar seven, bizim kadar gurur sahibi, kırılgan, bizim kadar insandırlar. Ancak her seferinde size hayatın herkes için yeterince adil olmadığını anlatanlar da, onladırlar.