27 Mayıs 2009 Çarşamba

183

efendim üst katınızdan sesler gelir, önce basit bir kavga gibi görünür, daha sonra sesler artar...

bir süre sonra bir kadının ağlama çığlıklarını, feryatlarını ve bir erkeğin azarlamalarını duyarsınız. yaklaşık 15 dakika karışmamakta fayda var dersiniz ama daha sonra kadının ağzından "yarım saattir beni dövüyorsun" feryadını duyarsınız ve daha fazla dayanamaz üst katın ev sahibini ararsınız.

ev sahibi tüm apartmanın mülk sahibidir aslında, o yüzden sizi de tanır. durumu anlatırsınız "kimse müdahale etmiyor, üstelik kadın yaklaşık yarım saattir dayak yiyor" dersiniz. ev sahibi ise "nott ben bir şey yapamam, onların özel daireleri sonuçta" der. "kapıcıya haber verseniz bir çıksa en azından, bakın durum ciddi olmasa sizi aramazdım ama yarım saattir yukarıda bir kadın şiddet görüyor" dersiniz, "benim problemim değil" der. "iyi günler" der ve telefonu kapatırsınız.

psikolojiniz duyduğunuz kadın feryatları yüzünden alt üst olmuştur. orada onun yerinde kendinizin olabileceği düşüncesini sürekli sizi kapıya doğru iter ama hiçbir şey yapamazsınız. çünkü siz de bir kadınsınızdır, üstelik kimsenin "aman teyze sen dur çekil kenara" diyebileceği yaşlarda bir kadın değil. aksine "sana ne be!" cevabı alacağınız bu kadar netken yukarı çıkıp bu şiddet uygulayan yaratığın kapısına dayanamazsınız.

işin daha da kötüsü bu apartman da o kadar çok daire vardır ki... sizden yaşça büyük olan ve sözleri daha çok dikkate alınabilecek konumda olan o kadar insan vardır ki... hiçbiri ses çıkarmaz. tüm apartman bu seslerle yankılanır ama hiçbiri ses çıkartmaz.

sesler kesildiğinde neden polisi aramadım diye kendi kendinizi yersiniz. o an aklınıza gelmemiştir evet. ama gelse bile çok iyi bilirsiniz ki korkudan arayamazdınız. ailenizden uzakta başka bir şehirde, üstelik şehrin oldukça dışında bir apartmanda yalnız yaşayan bir kadınken daha sonrasını düşünerek korkardınız. ve hayatınızdaki en kanınıza dokunan korkmalardan biri olurdu bu.

"Türkiye'de kadın olmak" sözcükleri aklınızdan geçer elleriniz duyduğunuz feryatların etkisiyle titrerken ve bu denli bir duyarsızlık tüylerinizi ürpertirken.

(bkz: 183 alo şiddet hattı)

Not: İşbu yazı itusozluk yazarı nott tarafından kaleme alınmış olup şu adreste sergilenmektedir.

26 Mayıs 2009 Salı

Muaz

Geçen gün apartmanımızın asansöründe bir zenciyle karşılaştım. 20 yaşında, Nijeryalı, Muaz adında bir delikanlı. TÖMER'de dil öğreniyormuş, alt komşumuzmuş. Hacettepe'de Tıp okuyacakmış. "Biz de üst katta oturuyoruz, bir şey lazım olursa çal kapımızı" dedim. "Hem bizim buralarda Nijeryalıları çok severler. Uche, Okocha, Amokachi" diye de ekledim. Sonra da eve dönünce anneme anlattım. Meğerse çocuğu tanıyormuş, hatta bütün site tanımış. Olay şöyle gerçekleşmiş.

Muaz kardeşimiz banyo yapmak için içeri girmiş, ama banyoda kilitli kalmış. Evde de kimse olmadığından bir iki saat beklemiş, sonra da banyonunun dışarıya bakan küçücük penceresinden avazı çıktığı kadar bağırmış. Annemler ve karşı komşumuz evde olmadığından sesini karşı bloklara kadar ulaştırmak zorundaymış ve bunu başarmış. Pencereye çıkan teyzeler, Muaz'ı görmüşler ve polisi arayıp "Bir Arap bağırıyor karşı binada" diye ihbarda bulunmuşlar. Polis gelmiş. Türk polisimiz Muaz'ın zenci olabileceği ihtimalinden çok, banyoda zehirlenmekte olan, şohbenden çıkan dumanın etkisiyle yüzü siyaha dönmüş birisi olduğunu düşünmüş. Kapıları kırarak içeri girmişler. Muaz'ı görünce ne hissettiler bilemeyeceğim ama komşuların alkışları arasında Nijeryalı kardeşimize özgürlüğünü iade etmişler.

Garibim de Nijeryalardan gelip, bütün sitede meşhur olmuş...

15 Mayıs 2009 Cuma

Dirayet

•7 yaşındayken babasını kaybetti ve yetim kaldı. yalnız ve içine kapanık biri olarak yaşamaya, oradan oraya sürüklenmeye başladı.
•8 yaşında okuldan alındı ve köyde yaşadı. zamanını tarlalarda kargaları kovalayarak geçirdi.
•10 yaşında, -yüzü kanlar içinde kalacak şekilde- okulun yeni hocasından dayak yedi. ailesi onu okuldan aldı. korku ve sinirden 3 gün evinden çıkamadı.
•17 yaşında yaşında, hayalindeki okulun istediği bölümü için gerekli not ortalamasını tutturamadı.
•24 yaşında tutuklandı, günlerce sorguya çekildi. 2 ay tek başına bir hücrede hapis yattı.
•25 yaşında sürgüne gönderildi.
•27 yaşında, kendisinden bir yaş büyük meslektaşı kendisinin de üyesi bulunduğu derneğin çalışmaları ile kahraman ilan edilirken, kendisi hiç önemsenmiyordu. doğduğu şehrin merkezinde rakibi törenlerle karşılanırken, o kalabalık arasında yalnız başına olanları izliyordu.
•30 yaşında kendisi başka şehirleri düşman elinden kurtarmaya çalışırken, doğduğu şehir düşman eline geçti.
•30 yaşında, amiri onu kendisinden uzaklaştırmak için, başka göreve atanmasını sağladı. yeni görevinde fiilen işsiz bırakıldı. aylarca boş kaldı.
•37 yaşında böbrek hastalığından viyana’da 2 ay yalnız ve hasta yattı.
•37 yaşında, komutan olarak yeni atandığı ordu dağıtıldı.
•38 yaşında, savunma bakanı tarafından görevinden alındı.
•38 yaşında, bir toplantıda giyebileceği bir tek sivil elbisesi bile yoktu. ve başkasından bir redingot ödünç aldı.ayrıca cebinde sadece 80 lirası vardı.
•38 yaşında kendisi için tutuklama kararı çıkartıldı.
•38 yaşında, en yakın beş arkadaşından üçü, onun kongre temsil heyetine üye olmaması için oy kullandı.
•39 yaşında idam cezasına çarptırıldı.
•42 yaşında T.C. Cumhurbaşkanı oldu.
İtü sözlük yazarı Punkmanifestosu tarafından kaleme alınmıştır.

11 Mayıs 2009 Pazartesi

Anneler Günü

1991 senesinin yazı… Ailece tatile çıkma hazırlıkları içerisindeyiz. 9 yaşında bir çocuk için hazırlık diye bir şey yok gerçi. Senin için bavulunu hazırlayan birileri var. Sen sadece apartmandaki çocuklarla tatile gitmeden önce daha kaç maç yapabilirim onu hesaplamaya, tatile gittiğinde orada nasıl arkadaşlıklar kuracağına kafa yoruyorsun, o kadar.

Gitmemize birkaç gün kalmış, belki iki belki üç. Arka bahçede top oynuyorum. Bir ambulansın sesi yırtıyor duyduğumuz bütün gürültüleri. Babam iniyor aşağıya, abim ve birkaç komşu… “Sen oyna” diyorlar bana. Ne olduğuna anlam veremiyorum. “Ablan evde, sen çıkarsın eve” diyor abim. Kafamda soru işaretiyle oyuna dönüyorum. Sonra bir komşumuzun “anneni hastaneye götürdüler, sen hala oyun oynuyorsun” dediğini duyuyorum. Kalbimde, yıllarca dönem dönem kendisini hissettirecek olan o kuş kanat çırpmaya, nefesimi kesmeye, göğsümü sıkıştırmaya başlıyor. Yaşım henüz 9…

Ziyaretçiler geliyor eve, bir sürü akraba. Konuşulan şeyler bir çocuk için yeterince karanlık. Anjiyo, röntgen, tomografi ve tınısı bir o kadar korkunç bir sürü şey… Birkaç oyuncak çıkartıyorum, iskambil kağıtlarından fal bakıyorum. Falı bitirirsem “annem dönecek” sanıp seviniyorum, bitmezse kartları yeniden karıyorum.

Birkaç haftadır hastaneye gidip geldiklerini hatırlıyorum. Önemli bir şeyi olmadığını düşünmüşler hep. Beynindeki damarlardan birisi çatlamış ve aslında olan bitenin önemli bir şey olduğunu öğrenmişler.

Telefonla konuşulanlara hep kulak misafiri oluyordum. Benim duymamı istemediklerinden, onları dinlediğimi fark ettiklerinde “sen burada mısın? Hadi odana git sen” diyorlardı. Ben de oyun oynuyor, televizyon izliyor gözüküp dinlediğimi hissettirmiyordum. Duyduğum kadarıyla konuşamıyor, yürüyemiyor, sol kolunu oynatamıyordu.

Onu görmek istiyor, bazı geceler bunun için ağlıyordum. Hastaneye çocukları almadıklarından, daha önce hastaneye giden çocuklardan birinin hastalık kaptığından bahsedip vazgeçiriyorlardı beni. Bir yakınımız “ben annemi 9 aydır görmedim, ne yapalım şimdi?” demişti bir keresinde. “Nerede ki senin annen” demiştim. “Sivas’ta” demişti o da. “Otobüsle gidip görebilirsin” demiştim ben de. “Ama ben göremiyorum ki…”

Doktorlar ölümü evde gerçekleşmesin diye yatırmışlar hastaneye. Çocuklarının gözü önünde ölmesin diye… Annem ölmedi. Eve belki ancak 8 ay sonra dönebildi ve döndüğünde asansörü olmayan apartmanda 3. kata çıkabilmesi saatlerini aldı. Öğretmendi ama uzun süre kalem tutamadı, bana derslerimde de bir daha hiç yardım edemedi. Beraber gezmeye çıktığımızda benim kadar hızlı yürüyemedi ve gezmenin en keyifli yerinde hep çabucak yoruldu. Ama ölmedi… Bizimle kaldı.

İlk anneler gününde hep beraberdik. Hastaneden döndükten birkaç hafta sonraydı yanılmıyorsam. Yüzlerimizde sonsuz tebessümler, kalplerimizde ailece yaşadığımız dramın burukluğu vardı. Yaşam çok acımasızdı, her an ummadığınız bir şey sizi alt üst edebiliyordu. O günden sonra hep o korkuyla yaşayacaktık.

Hastalığının ardından, 42 yaşında emekli oldu. Bir daha iş hayatına dönemeyecekti. Bunu da hemen kabul etmek istemedi. Eve geldikten bir-iki sene sonra bir dershaneye öğretmen olabilmek için başvurdu. Görüşmeye gitmesine yardımcı oldum. Merdivenleri, bu kez eve geldiğinden daha hızlı, ama yine de zorlanarak çıktı. Eline tutuşturulan formu felçli sol eliyle yarım saatte doldurabildi. En son hangi kitabı okuduğunu bile hatırlayamadı. Ona yardım etmemi de istemedi. “Sizi ararız” dediler; ancak bir daha bizi hiç kimse aramadı.

O günden sonra zamanının çoğunu evde geçirmeye başladı. Bacağını rahat hareket ettiremediği için toplu taşım araçlarının hiçbirisine yardımsız binemiyor, dışarı çıkmak için mutlaka birinin yardımına ihtiyaç duyuyordu. Bir keresinde ayağı takılmış ve yere düşüp kaşını yarmış, bir keresinde de kolunu kırmıştı. Kaşını yardığında yanında ben de vardım, ilkokulumdan karnemi almış eve dönüyorduk. Bütün derslerim 5’ti, bana bu yüzden dondurma almıştı. Dondurma yemekle meşgul olduğum için ellerinden tutamamış, koluna girememiştim. O karnem, halen kanlar içinde durur kütüphanemde bir yerlerde.

Dün beni dünyaya getirdikten sonra kutladığımız 27. Anneler Günü’ydü. Hatırladığım kadarıyla ayrı geçirdiğimiz ilk anneler günü… Kaybetme korkusuyla, kişiliğime yerleşmiş o tedirginlikle geçirdiğim, kalbimdeki kuşun kanat çırpmaktan vazgeçmediği, kırılganlıkla geçen yıllardan sonra yine bir anneler günü… Hüzünle, buruk bir mutlulukla geçen anneler günü…