30 Nisan 2008 Çarşamba

Çocukluğumun Karanlık Sokakları

Keçiören… Dünyaya gözlerimi açtığım yer. Popoma ilk şaplağın atıldığı, ilk kez ağladığım, sıkça altıma yaptığım, gülücüklerimle ailemi, özellikle de annemi mutlu edebildiğim yer. Yıllar sonra yeniden buradayım.

“Hatırlıyor musun, seni şu parka getirirdim?” diyor ablam. Birkaç salıncak var, bir de kaydırak. Anımsamıyorum. “Şu yol Fevzi Çakmak İlkokuluna çıkıyor.” diyor. İlk önlüğümü giyip, yakamı takıp boyum kadar çantamı, içindeki yumurtanın kötü kokusunu hala hatırladığım beslenme çantamı ve bana bir gün boyunca -nedense- hiç yetmeyen suluğumu alıp aynı zamanda öğretmenim olan annemin elinden tutup yollarına koyulduğum; ancak sadece beş-altı ay öğrencisi kalabildiğim okulu da hatırlamıyorum. Sadece ismi tanıdık geliyor ve haşlanmış yumurtadan bir kez daha tiksiniyorum.

Papazderesi denilen bir yerden geçiyoruz. Çocukluğumun korkuları su yüzüne çıkıyor. Kim bilir hangi akşam, kim bilir hangi sebeple o yoldan geçmişiz, evler üstüme üstüme yürümüş, biraz daha sokulmuşum babama. Belki de oyun oynarken –muhtemelen kovalamaca- kaybolmuşum, sonra hava kararmaya başlamış, içime tarifi mümkün olmayan bir korku düşmüş, ağlayarak evi aramaya koyulmuşum, tanıdık bir iki yüz görmüşüm, içim biraz rahatlamış ve en sonunda eve götürülmüşüm, annem de azıcık dövmüş, “Ne işin var ta Papazderesinde!” demiş, isminden bile ürkmüşüm. “Eski haline hiç benzemiyor buralar” diyor ablam, oysa ben hala aynı korkuyorum o sokaklardan.

Karanlığın içinden geçiyoruz. Çocukluğumun şeytanlarını çırılçıplak görebiliyorum. Köhne evlerin yerini kocaman bloklar almış, artık evlerin önünde park etmiş araçlar da görüyorsunuz ve havayı saran o kötü kömür kokusu da kalkmış. Ama yine aynı geliyor her şey bana, sevemiyorum havasını, kokusunu.

“Bak burası İncirli” diyor neden sonra. Kafamda yavaş yavaş bir şeyler şekillenmeye başlıyor o an. İşte köşede abimin elimden tutup getirdiği videocu, karşı tarafında boş şişelerle gelip dolularını aldığımız depozitolu gazozlardan satan bakkal, biraz ilerisinde de dondurma aldığımız pastane… O an hatırlıyorum. Yıllar öncesinde bir akşam, o pastaneden dondurma almışız, hemen yanındaki yokuştan evimize yürüyoruz. Önüme değil de, elimdeki dondurmaya bakıyorum yalarken. Birden abimlerin çok gerisinde kaldığımı görüp koşturuyorum. O an yandaki evin bahçesinde bir köpek havlıyor, yere düşüyorum, dizlerim kanıyor, kollarım sıyrılıyor. Ancak ben en çok yere yapışmış olan dondurmama üzülüyorum. “İyi misin, canım?” diyor ablam, ben ise derin bir nefes çekip yıllar sonra köpeklerden hala bu kadar korkuyor olmama şaşıyorum.

Yolda ilerledikçe daha aydınlık sokaklara, geniş bulvarlara varıyoruz. Arkamızda bıraktığımız yalnızlığın aksine sokakta insanlar görüyoruz. İki sevgili bir taksi çevirmiş, muhtemelen bir bardan çıkmış üç-dört genç şakalaşıyorlar, iş yerinden yeni çıkabilmiş bir memur otobüs bekliyor. İçim daralıyor, pencereyi açıyorum.

Eve varıp üzerimdekileri bile çıkarmadan yatağa uzandığımda fark ediyorum ki, artık ayaklarım yataktan taşıyor.

20 Nisan 2008 Pazar

1989

yaşım daha yedi veya sekiz, teyzemlere gitmişiz, niksar'dayız. teyzemin kızı var ben yaşlarda, günlerimi onunla oyunlar oynayarak, bahçe içindeki evlerinde kedileri kovalayarak geçiriyorum.

mevsimlerden de yaz, en güzel doğal meyveler satılıyor pazarda. kayısı almışlar kilo kilo, çekirdeklerini biriktiriyoruz. biraz biriktirip kırıp yiyeceğiz içlerindeki bademleri. ikimizin de elinde birer tas, yanımızdan ayırmıyoruz.

bir gün evlerine misafir geliyor. misafirin çocuğu var biz yaşlarda. ama tabi biz teyzemin kızıyla çok iyi ikili olmuşuz, çocukla ilgilenmiyoruz. o da bir kenarda, annesinin dizinin dibinde oturuyor. ayrıca şimdi daha net hatırlıyorum da, ben akça pakça şehirli çocuk durumundayım, çocuğun ise saçları bitlenmesin diye üç numaraya vurulmuş, kavruk bir teni var. biraz da yabancılıyorum onu, yanına yaklaşmıyorum.

mutfakta da yemek pişiyor, bakıyorum patates kızartıyor teyzem. hemen kızarmışların üstünden almak için kayısı çekirdeği tasımı masanın üzerine koyup koşturuyorum. bir-iki tane patatesi ağzıma atıp arkamı dönünce bir bakıyorum ki, teyzemin büyük oğlu (yaş: 20) bir avuç kayısı çekirdeğini almış. saldırıyorum üzerine "versene çekirdeklerimi" diye. o sırada fark etmemişim ama hemen yanımızda misafir çocuk varmış. ben öyle ağlak ağlak teyzeoğluna saldırınca avucundaki kayısı çekirdeklerini uzatıyor çocuk. o an anlıyorum ki bizim kayısı çekirdeklerimize imrenmiş, teyzemin oğlu da çocuğa vermek için almış bir avuç.

almıyorum çekirdekleri, "sen ye" diyorum. utanıyorum...

13 Nisan 2008 Pazar

Eğitim Dairesi Başkanlığı Kütüphanesi - 02.30

Eğitim Dairesi Başkanlığı Kütüphanesinin gece saat iki buçukta ne kadar hüzünlü bir yer olabileceğine inanmazdım. Aslında gördüğüm her kütüphanenin içinde bir parça yalnızlık, bir parça terkedilmişlik barındırdığını biliyordum. Okunmamış, kimbilir kim tarafından ne zorluklarla yazılmış onlarca kitap vardı içlerinde. İnsanların çoğu televizyonları başında magazin programlarını, futbol sohbetlerini izlerken, bir kısmı diskolarda, barlarda zaman öldürürken, sadece benim gibi birkaç yorgun ve yalnız insan için o saatlerde o rafları işgal ederdi kitaplar ve kütüphaneler de onları yağmurdan, soğuktan, dışarının pisliğinden koruyan sığınaklar olmaktan öteye gidemezlerdi.

Salonda benden başka kimse kalmamıştı. Aslında ben saat on ikide kapanacak kütüphaneyi, biraz da nüfuzumu kullanarak geç saatlere kadar açık tutturmayı başardığımda insanlar sevinmiş gözükmüşlerdi. Ben de işimi bitirene kadar benimle oturacaklarına, ben işimi bitirince hepsinin gözlerinin içine bakarak "iyi geceler" dediğimde bana aynı içtenlikle karşılık vereceklerine falan inanmıştım. Yine de önceleri üstünde durmadım. Güçlüydüm, güçlü kalmalıydım.

Arka tarafta bir nesneden tıkırtılar geliyordu. Bu tıkırtılar düzenli aralıklarla tekrar eden, insanda bağışıklık kazandıracak cinsten şeyler de değillerdi. Yerimden kalktığımda gördüm ki arkamdaki salonun ışıkları sönmüş, bir tek benim oturduğum kısmın ışıkları açık kalmıştı. Tıkırtı da bir süre önce söndürülmüş, tavana monte edilmiş o garip aydınlatıcıdan geliyordu. Üzerinde durmadım.

Bankamızın hiç bilmediğim bilgisayar sistemi üzerinde çalışıyordum. Hesap İşletim Ücretleri, Ters Bakiye Veren Hesaplar ve bunlar gibi daha bir sürü karmaşık şey... Pek çoğunu ilk bakışta anlamıyor, üzerinde durdukça,
çeşitli şubelerimiz çapında arama yapıp birazcık kurcaladıkça kavrayabiliyordum. Yapılan işlemleri listeliyordu program. Kullanıcı kodlarını görüyordum işlemleri yapanların. "ADEVRAN", "MGULER", FTEKSES"...

O an zaman bıçak gibi kesildi. Gözlerim çalıştığım ekrana daldıkça, etrafımı farkında olmadığım bir sis bulutu sarmış gibi hissettim. Çevremi, nerede olduğumu göremiyordum. Belki tam da o an aratma yapmış olduğum Uzundere Şubesindeydim. Gün boyu o an ekranda gördüğüm kullanıcı adlarına sahip personelin bulunduğu şubede çalışmış, saat ilerleyip herkes eşine, annesine, babasına, çocuğuna, evine dönmüşken ben geç saatlere kadar orada kalmış, fin@rt denilen sistemde "ben yokken bu şubede neler olmuş"u kurcalarken birileri hayatlarını sürdürmeye -benden habersiz- devam ediyormuş. Biraz daha çalışacak, sonra da beni aslında hiç bilmediğim bir şehirde, beni kimsenin beklemediği bir eve, belki bir otel odasına dönecek ve ertesi gün için kendimde aynı gücü bulana kadar uyuyacaktım. Gözlerim kısılmış, nefesim kesilmişti. Ama işte şimdi fark ediyordum ki, ekran koruyucum devreye girmiş, beni sanrımdan uyandırmıştı. Saat iki buçuktu, Eğitim Dairesi Başkanlığındaydım.

Toparlandım, orada daha fazla duracak gücüm yoktu. Koridora çıktığımda, yanan tek ışığımı da söndürmüş ve zifiri karanlıkta ilerliyordum. Merdivenleri indiğimde bomboş bir lobi buldum. Oysa gün boyunca şık erkekler, güçlü kadınlarla dolu olurdu burası. Şimdi bir ben vardım, bir de koltukların tekinde uyumakta olan gece görevlisi. "Işıkları söndürdüm" dedim kendisine, bana uykulu uykulu "sağ olun" dedi. "İyi geceler" deyip çıktım.

Dışarı çıktığımda sanki o alanı ilk kez görüyormuşum gibi garip hissettim. Dört aydır haftaiçi her sabah geldiğim yer, sanki fin@rt ekranlarının birinden çıkmış bir şubenin önü gibiydi. Kendi şehrime tamamen yabancıydım, hiçbir yeri tanıyamıyor, yolumu bulamıyordum. Arabama bindim ve bomboş, hafif yağmur çiseleyen sokaklara daldım. Her yerde gecenin ve yağmurun hüznü vardı. Benden başka herkes, bir yerlerde sabit bir hayat yaşarken ben bir koşuşturmacanın ortasında bocalıyordum.

Beni kimsenin beklemediği evime geldiğimde, kafamı bütün bunlarla oyalamak için çok yorgundum. Üzerimi çıkardım, elbiselerimi -yarın tekrar giymek üzere- askıya astım ve soğuk yatağımda uykuya daldım.

Bazen tüm bunlar, hayatımın büyük bir dönemine damga vuracak izlermiş gibi geliyor. Bazen de gidip o kullanıcı adlarına sahip kişilere, o hayatlara, o hiç görmediğim şubelerin ön bahçelerine, çok üşüyeceğimi bildiğim misafirhane odalarının bomboş yollarına vurasım geliyor kendimi. Güçlü kalmalıyım, tek bildiğim bu.