20 Haziran 2015 Cumartesi

Sadi Toksöz (1945-2015)

Telefonumla oynarken geliyor mesaj. Onun telefonundan, kızı göndermiş. "Kaybettik" demiş. "Karşıyaka" ve "mezar"...

Bir ay kadar önce ayağını kırmıştı. Komşularından birine gitmek üzereyken yağmur başlayınca "Gitmeyelim" demiş de eşi, o "Puding heveslendi." diye ısrar etmiş. "Gidelim" demiş. Giderlerken ayağı kaymış. Sonrası ameliyat, platin, çiviler... Aradığımda uyukluyordu, "hayatımızın bir dönemini de böyle geçirecekmişiz, ne yapalım!" demişti Tomris Abla. 

Evden çıkmadan bir ağrı kesici aldım. Ağlamamaya çalışmaktan başıma ağrı girmişti. Yolda, Esin çocukluğunda amcasının cenazesi için gelenlerin getirdikleri lokumları nasıl hevesle beklediklerini anlattı. "Çocukluk işte, anlamıyorsun ki ölümü..." Bir kutu lokum da biz aldık. 

Kapının önü ayakkabılarla doluydu. O kapıdan içeri baktığımda bizi hep karşıladığı salon kapısında yoktu. Evin içinde, salonda, hiçbir yerde... 

Garip bir his bu. O evi aldıkları zamanı, evin parkelerini, boyasını badanasını özene bezene yaptırdıkları zamanları hatırlıyorum. Annem ve babamın Kırgızistan'da olduğu 2004 yılbaşında bizi davet ettikleri akşam yemeğini yediğimiz, karşılıklı siyasetten spordan konuştuğumuz, bana hayat dersleri verdiği, meslek anılarını anlattığı o salonda oturmuyor artık. Yerinde arkadaşları, komşuları var. Halilcan'ın odası onlarca arkadaşıyla dolmuş. Eve bir misafir geldiğinde havlaması kesilmeyen, gelenin her yerini koklamadan sakinleşmeyen Puding, Cansu'nun omzunda suskun yatıyor. Herkes yokluğunun farkında, ama sanki henüz hiç kimse tam olarak hissedemiyor.

Boğazımdaki yumru büyüdükçe büyüyor. Fark ettiğim her ayrıntıda -mesela Halilcan ve Cansu'nun bu kadar çok arkadaşının gelmiş olmasını düşündükçe- gözlerim doluyor. "Belinda'yla tanışmış mıydı?" diye düşünüyorum. Tanışamamış olabileceğini düşünüp oğlunun kız arkadaşını tanıyamadı diyerek üzülüyorum. Tanışmış olabileceğini düşününce de içimi buruk bir mutluluk, garip bir hüzün kaplıyor. Onlar bu kadar metanetliyken 33 yaşında bir adam olarak ağlamak istemiyorum. 

Bir bardak su almak için mutfağa giriyorum. Suyu aldığım dolap Tomris Abla ile yeni evlendikleri sıralarda aldıkları çift kapılı buzdolabı. O dolabın geldiği günü, çocuk halimle o dolabın önündeki hazneden bardağıma su doldurmanın ne kadar hoşuma gittiğini hatırlıyorum. "Bu akşam Olacak O Kadar'ı bizde izleyelim mi?" diye davette bulundukları akşamları, ilk önce onların kapısını çaldığımız bayram sabahlarını... Babam Kırgızistan'a gittiğinde satın aldığımız çalışma masası ve kütüphaneyi monte etmek için saatlerce uğraşmasını, ÖSS sonrası yaşadığım travmayı atlatabilmem için beni yazlıklarında ağırladıkları zamanları... Kapı komşusu olarak oturmaya başladığımız 1989 yılından beri yaşadığımız onlarca olay geliyor aklıma. Serinletsin diye içtiğim su boğazımı yaka yaka geçiyor. 

Onu son kez babamın ameliyat olduğu gün görmüştüm. Sabah 9'da gelmiş, ameliyathanenin kapısında beklemeye başlamış. "Yukarıda bekleyelim, kafeteryaya oturalım" dedim, ikna olmadı. "Bir şey lazım olur da seslenirlerse burada olalım" diye ısrar etti. Annesinin hastanedeki oda arkadaşının lazım olan kanı getirecek kimsesi olmadığı için vefat ettiğini anlattı. Zar zor ikna edip, ameliyathaneye telefonumuzu bırakıp yukarı çıkmıştık. Eski günlerden, çocuklardan bahsetmiştik. İşe ilk girdiği zamanları, babamla ilk tanışmasını anlatmıştı. Son sohbetimizdi. Dört-beş saat sürmüştü. Onunla konuşurken ameliyat zamanı su gibi geçmişti.

Onu nikah şahidim olmasını istemek için aradığımda bana "çok mutlu olurum" demesini, nikahımıza takım elbisesi içerisindeki iştirakini, beni çocuklarına bir abi olarak görmesini ve bunu dile getirmesini, zaman zaman hatalarımı söyleyerek uyaran ama kalbi her zaman tertemiz o adamı, Sadi Abi'yi bir kez daha görmek istiyorum. Biliyorum, ayağının kırık olduğu o bir ay içerisinde onu aramalıydım. Ama Tomris Abla "hayatımızın bir dönemini de böyle geçirecekmişiz, ne yapalım!" demişti, bir dönemi daha vardı. O sanki birkaç ay yatacak, ziyaretine gittiğimizde kendisiyle dalga geçecek, sonra iyileşip yine Puding'i bir yerlere gezmeye götürecekti. Halilcan ve Cansu'nun bazı huylarını anlatıp dalga geçer görünüp içten içe onlarla gurur duyacaktı. 

Bunları düşünürken gözyaşlarıma hakim olamayacağımı iyiden iyiye fark ettim. "Planınız varsa durmayın, ablan evlendi bugün!" dedi Tomris Abla. "Burada durmanız Sadi Abini geri getirmeyecek. Çok istediğinizi biliyorum ama o geri gelmeyecek." Bunu söylerken ağlamaya başladı. Bir denge oyunu gibiydi bu. O ağlayınca Cansu güçleniyor, Cansu ağlarken ben kendime çekidüzen veriyordum. Ama mutsuzluk üzerimizden hiç gitmiyordu.

Vedalaşıp ayrıldık. Apartmandan çıkarken ayakkabılarının kapının girişinde, duvarın üzerinde durduğunu fark ettim. Yağmurda ıslanıyorlardı. Ayakkabıların yanından geçerek arabaya yöneldik. Ama biliyordum, ayakkabıları oradaydı. Yağmurda ıslanıyorlardı ve kimsenin artık yapabilecek bir şeyi kalmamıştı. O gitmişti.

70 yaşındaydı ve kiloluydu. Ama gidişi hepimiz için ani oldu. Çoğumuz ona veda edememiştik. Kalbi durmadan birkaç dakika önce bunu hissetmiş ve Tomris Abla'ya söylemişti. Evde, çocuklarının yanında hayata gözlerini yummuştu. 

70 yaşındaydı, çocuk gibi bir kalbi vardı. Babamın en iyi arkadaşlarındandı. Babaydı. Kocaydı. Bir köpeğin dışarı çıkacağı için duyduğu hevesi yağmur kırmasın isterdi. Nikah şahidimdi, baba yarısıydı. Çocukluğumda, gözümün önünde cereyan eden sohbetlerde bir aktördü, bana bir rol modeldi. Belki kendi oğlunun olduğu kadar, benim de kişiliğimin şekillenmesinde katkısı olmuştu. 

O ayakkabılara bakarken Esin'e sarılıp ağladım. Çocukluğumdan kocaman bir parça sökülüp alınmıştı. Ankara'da bir kişi eksilmiştik. Ertesi sabah İstanbul'a dört gün önce bıraktığımız yaşantımıza dönecektik ama Ankara'da sanki hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. 

Tomris Abla haklıydı. Geri gelmesini, son bir akşam sohbetini isterdik.