29 Ocak 2009 Perşembe

Abla

yıllar önce hastanede çalışırken, ağır hasta bir kız getirdiler. tek yaşam şansı, beş yaşındaki kardeşinden acil kan nakli idi. küçük oğlan aynı hastalıktan mucizevi bir şekilde kurtulmuş ve kanında o hastalığın mikroplarını yok eden antikorlar oluşmuştu.

doktor durumu beş yaşındaki oğlana anlattı ve ablasına kan verip vermeyeceğini sordu. küçük çocuk bir an duraksadı. sonra derin bir nefes aldı ve 'eğer kurtulacaksa, veririm kanımı' dedi.

kan nakli yapılırken, ablasının gözlerinin içine bakıyor ve
gülümsüyordu. kızın yanaklarına yeniden renk gelmeye başlamıştı, ama küçük çocuğun yüzü de giderek soluyordu...
gülümsemesi de yok oldu. titreyen bir sesle doktora sordu :
'hemen mi öleceğim ?'
ufaklık, doktoru yanlış anlamıştı, ablasına vücudundaki bütün kanı verip, öleceğini düşünüyordu.

Not: Bu yazı, itü sözlük yazarı sinirliyim ezelden tarafından kaleme alınmış olup, hali hazırda http://www.itusozluk.com/goster.php/@2853876 adresinde sergilenmektedir.

28 Ocak 2009 Çarşamba

Fareli Öğretmenevi'nin Gitarcısı

Üstad pazar günü çalıştırdı. Ankara'da olmayı düşlerken, kendimi Korgan'da, tozlu evraklar arasında buluverdim. Moralimiz bozuk, karnımız -doğru düzgün yemek yiyebileceğimiz bir yer olmadığından- aç çalıştık. Sonra Fatsa'ya dönüp bir şeyler yedikten sonra öğretmenevine döndük. Akşamüzer beş buçuk gibi sızmışım.

Telefonumun sesine uyandım. Arayan Ayşen, yan odada. "Uyuyor musun?" diyor. Sonra da "odamda fare var!" derken sesi yükseliyor. "Dışarı çık hemen" diyorum. Kapının önünde buluşuyoruz. "Dolabın altına girdi" diyor. Hemen görevlilere haber veriyoruz. İki üç kişi geliyorlar. Birisinin elinde demir bir çubuk var. Çubuğu dolabın altında gezdiriyor, siyah bir fare "vik vik vik" sesleri arasında önümüzden geçerek başka bir odaya giriyor. Adamlar "olayı çözdük" bakışlarıyla ayrılıyorlar odadan. "Yine gelir" diyoruz, "fare bu". "3-4 aydır uğraşıyoruz, yakalayamadık" diyorlar. "Fare ilacı kullanın" diye öneride bulunuyoruz, "o da olmadı, denedik" diyorlar.

Kendimizi dışarı atıyoruz.
Biraz sakinleşmek için bir yerlerde çay içiyoruz. Üstadı arıyoruz. Telefonu kapalı. Saatlerce açılmıyor telefon. En sonunda Müfettiş Lojmanına kadar gidip zillere tek tek basıyoruz. Açan yok... En sonunda bavullarımızı toplayıp ilçe merkezin biraz uzaklıkta 5 yıldızlı Yalçın Oteli'ne yerleşiyoruz.

Odalar tertemiz, yastıklar mis gibi kokuyor. Televizyonda CNBC-E bile var. Sevinçten çığlık atmak istiyorum.

Durumu ertesi gün kendisine anlattığımızda üstad bizimle ilgilenemediği için üzülüyor. Ama bu vesileyle otele yerleşmiş oluyoruz.

Söke-Fatsa-Korgan...

16 Ocak 2009 Cuma... Kuşadası'ndaki özel hastaneye tedavi olmaya gidiyorum. Birkaç parça ilaç veriyor doktor. "Bizim kötü alışkanlıklarımız var" diyor. "İş yerinde çay-kahve içiyoruz bolca. Bu alışkanlığı ohlamur-adaçayı olarak değiştirelim" diye ekliyor. Düzenli beslenme, havayı kurutan "klima" denen icatla ısınmak zorunda olmak gibi sıkıntılarım var. Ama günlerden Cuma... O gece evde uyuyacağım...

Şube arabasıyla İzmir Adnan Menderes Havaalanı'na doğru yol alıyoruz. Yorgunum, içimde garip bir hüzün, içimde garip bir sevinç var. Yolda Muhammet Bey'le sohbet ediyorum, bazı bazı da camdan dışarı bakıp yağmuru izliyorum.

Çevre yolundan havaalanına doğru dönüyoruz ki telefonum çalıyor. "Yazılar gelmiş, pazartesiden itibaren yeni yerlerimizde olacakmışız" diyor Selçuk. Benim yerim Fatsa... Uçak biletimi telefonla iptal ettirip gerisingeri Söke'ye dönüyoruz.

Şubedeki eksikleri tamamlamak, oteldeki eşyaları toparlamak... En zoru da vedalaşmak. Mehmet Üstad terminale kadar geliyor. "Sizi kıracak, incitecek bir şey dediysem kusura bakmayın. İstemeden olmuştur" diyor. Ona sarılmak geliyor içimden, ama elini sıkıyorum. Her şey için teşekkür edip "hakkınızı helal edin" diyorum. Bu en sevdiğim ayrılık cümlesi...

Gülten'le de vedalaştıktan sonra otobüsüme biniyorum. Evet... Hastayım ve o gece evimde değil, Pamukkale Turizm'in 44 numaralı koltuğunda uyuyacağım.

***

19 Ocak Pazartesi sabahı Fatsa'ya varıyorum. Yanımda Ayşen var bu sefer. Üstad bizi karşılatmadı. Gidecek bir yerimiz yok. Kahvaltı yapmaya gidiyoruz. Saat 9'a doğru da şubeye geçiyoruz. Üstad 10'u geçe geliyor. Geldikten sonra kurallarını sayıyor. İş yerinde telefonla konuşmak yok, işler tam yapılacak, haftasonu 2-3 haftada bir gidilecek ve bunun gibi bir sürü şey. Babacan bir havası var. Bu halini seviyorum.

Deniz kenarındaki öğretmenevine bakıyoruz. Çevredeki otellerin birçoğundan daha güzel gözüküyor. Küçücük bir oda, yatak... Hepsinden önemlisi güvenli gözüken bir ortam. Aslında yanımdaki çalışma arkadaşım Ayşen olmasa beni Müfettiş Lojmanına yanına alacağından bahsediyor. Böylesi daha iyi, üstadla aynı yerde kalmak çok sıkıntı verici gelecek. Tecrübelerim bunu söylüyor.

Eşyalar öğretmenevine taşındıktan sonra öğle yemeğine gidiyoruz. Şubeye geldiğimizde üstada yeni bir görev verildiğini öğreniyoruz. Şube arabasına atlayıp Korgan'a doğru yola koyuluyoruz.

Çamurlu yollarda tekerlekler yoldan çıkacakmış gibi dönüyor. Araç deniz kenarından 800-900 metre rakıma kadar çıkıyor. 12.800 nüfuslu küçük bir ilçeye giriyoruz.

Gün boyu şubede çalıştıktan sonra anlıyoruz ki, şubede işimiz uzun. Ertesi gün tekrar gelmek için Korgan'dan ayrılıyoruz.

O hafta tüm gün sabah-akşam 50 dakikalık yolu tırmanarak gidip-geliyoruz Fatsa-Korgan arasını... Yoruluyoruz, çok çalışıyoruz. Üstad haftasonu kendimizi ait hissettiğimiz yerde uyuyabilmemiz için evlerimize gitmemize izin vermiyor.

Korgan günlerimiz böylece başlamış oluyor...