20 Şubat 2008 Çarşamba

Şehir İçi Gurbet Akşamları - Eğitim Dairesi Başkanlığı

Hayatımın büyük bölümünü tanımadığım insanları, tuhaf alışkanlıklarını, sevgilileriyle konuşmalarını, bir araya gelip eğlenmelerini, birbirlerini yolda gördüklerinde selam vermiyor olduklarını, ağızlarını, gözlerini, burunlarını, hayvanca yemek yiyor olduklarını, burunlarının akıyor, kakalarını yapıyor olduklarını yadırgayarak geçirdim. Tanımadığım biriyle aynı odada yatmanın ızdırabı, evim dışında bir yerde tuvaletimi yapmanın sıkıntısı, ne kadar temiz olduğunu bilmediğim bir duşta yıkanmanın gerginliği, tanımadığım birinin ellerinde pişmiş kötü yemekhane yemeklerini günlerce üst üste yemenin bıkkınlığı hiç cesaret edemediğim, cesaret etmeye de yeltenemediğim şeylerdi. O kadar da korkulacak şeyler değillermiş.

Her şey bir anda oldu diyebilirim. Bir gün, hiç beklemediğim bir anda tanıdığım herkesin hayatından, bambaşka bir yere, daha önce hiçbir fikrimin olmadığı diyarlara, sanki coğrafya derslerinde gösterilen her şeyin yalan olduğunu anlayacağım bir iklime, başka hayatlara, başka duygulara gitmem gerekeceğini biliyordum. Bunu daha da geciktirmenin bir anlamı olmadığını, artık arkasında her an bir desteği eksik olmayan bir adam olmadığımı, aksine artık kendisinden tahammül edeceğinden de fazlası istenecek, pek çok durumda sorumluluk alması gerekecek bir adam olmam gerektiğini fark ettiğimde bavulumu toplamaya da başlamıştım.

Buradaki üçüncü akşamımdayım, üç gündür kar atıştırıyor dışarda. İnsanlar yürüyor sokaklarda, birilerinin onuru kırılıyor, birilerinin ayağı kayıyor buzda, birileri taksi çeviriyor, bir kadın çocuğuna simit alıyor, bir baba eşine çiçek götürüyor ve daha bir sürü şey... Oysa ben, şu an üzerinde oturmakta olduğum yatağımda, az sonra ineceğim yemekhanede, gece boyu arkadaşlarımla gitar çalacağım, sohbet edeceğim, kahve falı bakacağım lobide her şeyden arınmış, her şeyden uzaklaşmış durumdayım. Bana pek çok şey hatırlacak her şeyden uzak, bir Fikret Kızılok şarkısı huzurunda kendimi tanımaya, sanki bu gidişe ayak uydurup uyduramayacağımı, bir gün hiç bilmediğim o şehirde bir şeylere faydamın dokunup dokunamayacağımı görmeye çalışıyorum.

Hayatım boyunca hep yanında birileri olan kişilerin güçlü olduğunu sandım. Oysa şimdi görüyorum ki, asıl güçlüler hayatı yanında kimseler olmadan da sürdürebilen insanlar...

10 Şubat 2008 Pazar

Son Kale Düştü

Hayatın hep iyi insanların kötülere oranla çok olduğu, kötü şeylere kıyasla iyi şeylerin daha büyük bir sıklıkla yaşandığı bir yer olduğunu sanırdım, bu inancım giderek sarsılıyor.

Kocatepe Camii'nin arkasındaki geniş meydanda yürüyorum. Akşam beş suları, güneş battı batacak. Karşı kaldırımda bağırtılar duyuyorum, dönüyorum. "Ne işin var burada?" diye bağırıyor bir adam, küfürler de ediyor. Bir kızı dövdüğünü görüyorum, arkasından kafasına vuruyor, itiyor kızı. Adam oldukça kılıksız. Kavun renginde bir kumaş pantolon giymiş, üzerinde eski püskü bir mont var. Saç sakal birbirine girmiş, bıyıklı da... Önce abisi sanıyorum kızın ama bakıyorum kız sarışın, "I did nothing wrong" diye ağlıyor.

"Şeytansın sen" diyor adam kıza. Kız hızlı adımlarla kaçmaya çalışıyor, sapık arkadan yetişip tekme atıyor kıçına, saçlarını çekiyor. Duruyorum, ama yanlarına gitmeye de çok korkuyorum. Hemen 155'i tuşluyorum, cevap veren olmuyor. Bu sırada adam kızı bir apartmanın arka bahçesine sokmaya çalışıyor. Bir yandan da kolunu bükmüş, arkadan sarılmış görüyorum kıza. Etrafımda insanların olduğunu fark ediyorum, onlarla beraber birbirimizden güç alıp ayırmaya gidiyoruz. Onlar adamı tutuyor, ben kızı çekiyorum. Bir teyze geçiyor yanımdan, gidip adama tokat atıyor. Kız bunları görmesin istiyorum, çünkü zaten titriyor, ağlıyor. Bembeyaz yanakları kıpkırmızı olmuş.

Uzaklaştırıyorum oradan, sapık arkasından "Kocatepe'nin şeytanı" diyor, "Geberticem seni" diye bağırıyor. "Şeytanı savunmayın" diyor bize de, kendi içindeki şeytanı görmeden. Bunları duymasın istiyorum kız, uzaklaştırıyorum. "Sakin ol" diyorum, "korkma, güvendesin" diyorum. Hatta arkasını döndürüyorum adamın olduğu tarafa, görmesin istiyorum. Teyzeler "getir getir, gitmesin, şikayetçi olsun" diyor. Kızın ruh hali kaldırmıyor oraya gitmeyi, götürsem adam daha da azacak, bunları hiç düşünmüyorlar tabi. Ben uzak tutuyorum her şeye rağmen kızı. Sürekli "merak etme" diyorum, "polisi aradık, hemen gelecekler" diyorum.

Sonra ekip otosu gözüküyor uzaktan "bak geldiler" diyorum, "her şey bitti" diyorum. Kız ellerimi göğüs hizasında tutuyor, sıkıyor. Gözlerinden taşıyor hissettikleri, kendimi buruk bir mutluluk içinde buluyorum.

Ekip otosundan bir polis iniyor, bütün dünyayı ben yarattım, çok hırsız kovaladım, ne olaylar gördüm, bu da bir şey mi dercesine bir havada yanaşıyor. Bütün teyzeler amcalar etrafını sarıyor, olayı anlatıyorlar. Kıza soru bile sormuyor amirim. Ben kızın yanından ayrılmıyorum ama arada da dinliyorum konuşulanları. "Pasaportu yoksa zaten sınırdışı ederler" diyor amirim, kendisine dalmak istiyorum. Tacize uğramış kıza, fahişe muamelesi yaptığını görüp utanıyorum.

Sivil polisler de geliyor olay yerine, bir ekip otosu daha geliyor. Yeni ekip otosundan daha olgun, daha insan bir amir iniyor. Beni tercüman edip soruyor kıza, kız anlatıyor.

Almanmış,
bir havayolu şirketinde hostesmiş. Uçuş ekibiyle Hilton'da kalıyorlarmış, Kocatepe Camii'ni görmeye gelmiş, çıkışta sapık yanaşmış yanına, adını sormuş. [Çat pat türkçe biliyor haliyle kız, anlamış o kadarını] Cevap vermemiş kız. Sonra öpmeye çalışmış sapık. Kız izin vermemiş, kaçmaya çalışınca da başına bunlar gelmiş.

Kıza adamın aklî dengesinin yerinde olmadığını söyletiyorlar bana. ama yine de şikayetçi olsun istiyor sivil polisler, "iki şahit lazım" diyorlar. Gençten iki sevgili o sırada yanımdalar, onlar gönüllü oluyorlar. İngilizce de biliyorlar üstelik. Ben yine de kıza diyorum ki "istersen, mahkemeye gitmek, davacı olmak istemezsen biz seni bırakırız oteline sağ salim." Kız da tereddüt ediyor ama istiyor dava etmeyi.

Şahitlerle kızı başka bir polis otosuna alıp gidecekler tabi. Kız dönüp bana "çok teşekkür ederim" diyor, boncuk boncuk gözyaşları akıtmış gözleri parlıyor adeta, minnetini görüyorum, utanıyorum, utanıyorum, utanıyorum...

Ekip otosuna binip gidiyorlar. Giderken yanındaki kıza sarılıyor, bir şeyler anlatıyor ona, ağladığını görüyorum. Bu sahne ömrümün sonuna kadar zihnimden çıkmayacak diyorum, ama aklımda en çok duygusuz amirimin şu sözleri kalıyor:

"Sırf kocatepede böyle baksan 20-30 tip bulursun, hangi birini yakalayacaksın"

Artık her yerde tacizcilerimiz var, aşk da denilen o duyguları içlerindeki şeytanın esiri olmuş. Sonra kızın ruhsal durumunu göz önünde tutmadan "bırakma kızı, şikayetçi olsun, adamın yanında dursun" diyen, adam salyalar akıta akıta bağırırken o kızın ne hissediyor olduğunu düşünmeyen teyzelerimiz amcalarımız var, çok çok az güvendiğimiz bir yargı sistemimiz, aynı durum kendi kızının başına gelse ne hissedeceğini bilemediğimiz amirlerimiz var.

O kız bir daha bu ülkeye gelecek mi, gelirse tek başına sokağa çıkabilecek mi, çıkarsa Kocatepe Camii gibi mistik bir yeri bir daha ziyaret etmek isteyecek mi bilmiyorum. Bu akşam yaşadıklarımdan dolayı da en çok o hep gurur duyduğum Ankaralılığımdan utanıyorum.