30 Aralık 2007 Pazar

İyi yıllar olsun....

Bir yıl daha bitti. Yani ömrümüzden bir yıl daha eksildi. Geçen bir senede yapmamız gerekip de yapamadığımız ne varsa artık çok geç. Şimdi yeni yılda onları yapmaya kalksan, o yıldan çalacak, bu sefer o yılda da yapamadığın şeyler kalacak. Birike birike gidecek sonra yapamadıkların bir gün yaparım diye. Sonra o bir gün, tam da yapamadıklarımı yapayım derken göçüp gideceksin birçok şeyi yarım bırakarak.

Neyin kutlamasıdır bu bilmiyorum; ama herkese iyi yıllar...

21 Kasım 2007 Çarşamba

Cenk Taner - Eğ Başını Eğeceksen



'Aşk', sadece ve bir tek 'Aşk' için yazılmış en güzel şarkıdır.

Hayatın sıradanlığında yaşayan bir kahramanı anlatır. Yediği, içtiği, hayatı hep aynıdır. Bir gün eve gelir ve aslında hayatın bütün o karmaşası içinde önemini unutuverdiği bir şeyi hatırlar. O gitmiştir ve yerinde kocaman bir boşluk bırakmıştır.

Yürüdüğü sokaklarda bir zamanlar, yüzlerce yıl önce, bambaşka bir toplumda, bambaşka görünüşlerde de olsa birilerinin, tıpkı o gitmeden önce onların da yaptıkları gibi, gizli gizli öpüştüklerini, güneş belki de zilyonuncu kez aynı tepeden batarken aynı hisleri aynı yöne doğru bakarak hissettiklerini, elleri birbirine dokununca içlerinin aynı titrediğini, birbirlerini aynı utangaçlıkta, aynı saflıkta sevdiklerini ve yüz binlerce ciğere girip çıkmış olsa da aslında hâlâ aynı havayı soluduklarını fark eder. Dünyanın en değişmeyen gerçeğidir yitirmiş olduğu şey, kimsenin bir diğerine öğretme gayreti olmasa da herkesin vardığı ortak noktadır, birbirinden tamamen farklı milyarlarca insanın özünü oluşturan en benzer şeydir ve onun yerine hiçbir şeyi koyamıyordur.

Artık yitik şarkıların bir anlamı vardır onun için, bolca üzülecektir. Kalbi kırıktır, artık o eski yoğunluktaki hayatını bile zor sürdürüyordur. Ama bütün bu hengâmede yine de istikâmetini çizmiştir, gittiği bütün yolların bir gün aşka çıkmasını arzulayıp, en kalınından zırhını giyinip bu değişmiş, her ne kadar güneşi aynı batsa da artık eski saflığını yitirmiş o şehirde aşk barikatlarını aşıp 'o'na yeniden kavuşacağı günü düşleyecektir.

Elbette... Eğ başını eğeceksen, yalnızca aşk için eğ...

19 Kasım 2007 Pazartesi

Anathema - Judgement

Kendisini kocaman bir boşlukta bulmuş, yalnız kalmış ve hayatla daha önce hiç olmadığı kadar sert bir mücadeleye girişmesi gereken bir kahramanın, karanlıklardan geçiş sürecini anlatan Anathema albümüdür Judgement.

Deep ile başlar. Yitirilmişliğin, o yoksunluğun ilk günüdür Deep. Kahramanın kalbi tutuşuyordur, içten içe çok büyük bir sıkıntı içindedir, henüz o ilk şoku yaşamaktadır. Oysa kendisine yaklaşmakta olan şeyi sanki bütün hatlarıyla biliyormuşçasına yaklaşmaktadır ona. Biliyordur ki, içten gülüşler, hiç bitmeyeceğini sandığı mutluluklar artık yaşanmayacaktır. Bir gün gelip her şeyin geçeceğine, olan biteni unutacağına ve geriye sadece birilerinden belli belirsiz anıların kalacağını sanmaktadır. Oysa hiçbir şey sandığı kadar kolay olmayacaktır.

All our times will come
Certain oblivion
Leaving nothing but the memories of
All the things you give
They're all you'll leave behind
Within their mind

Pitiless ile kendi içindeki savaşı başlatmıştır. İçini oyan, kalbini kemiren şeyin nedenini bir an önce bulmalıdır. Ancak bütün bu savaş içinde en çok kızdığı yine kendisidir ve kendisi, kendisine bu duruma düşmelerinin bedelini dişe diş kana kan ödetecektir. Aslında kendine bu tarz işkence edecek olması ona psikopatça bir mutluluk vermektedir, bir çeşit savunma mekanizmasıdır. Yine de bu bir çare değildir. Şarkının ikinci dakikasında forgotten hopes’un arpejinin Pitiless’a karıştırılması gibi, yaşayacağı sadece kendini cezalandırmakla geçmeyeceği türden bir karanlık olacak ve ödemeyi düşündüğü bedel kendisine fatura ettiğinden çok daha fazla gelecektir.

So quick to point the finger
When you're the source of your condition
Why should I feel sympathy
When you only show me nothing


Forgotten Hopes'la çöküşü başlamıştır. Artık alkolün çevrelediği kabuğunda, kimseden habersiz çürümekte ve kendisiyle hesaplaşmaktadır. Bir yandan yalnızlığına kızarken, bir yandan da yalnız kalmış olmasının nedeninin zamanla taşa dönüşmüş kalbi olduğuna tanıklık etmektedir. Artık unutmak faydasızdır; unutulmuş hayalleri ruhunun yalnız mezarlığında gömülüdür. Yalnızlığı sonuna kadar hisseder, kaçıp gitmeyi, hiç gerçekleşmeyecek olsa da yeniden hayaller kurabilmeyi ister, başaramaz.

Did I punish you for dreaming?
Did I break your heart and leave you crying?
Do you ever dream of escaping...
Don't you ever dream of escaping?

Bütün yalnızlar gibi yalnızlığa tahammül edemediği nokta Make It Right’tır. Hırçın değildir, bir hayalperesttir. Bir yerlerde elini tutabileceği, sanki kendisini içinde bulunduğu durumdan tutup çıkarabilecek birileri olduğuna inanıyordur. Hatta o kişi çok yakındadır, kendisine ismini fısıldamaktadır; ama o duymuyordur.

Let me feel you
By my side
Be where I can hear you
I long to feel

One Last Goodbye her şeyi kendisine itiraf edebilecek cesareti bulduğu anıdır. Acısının sebebi bellidir, o acıyı başka bir mutlulukla, o çok yakınında olduğu, ismini fısıldayan şeyle bile dindiremiyordur. Olanları unutmaya, yepyeni bir başlangıç yapmaya çalışsa da, kendisini bu kadar dibe sürükleyen şey onu rüyalarında buluyor, ona düşler aleminde birkaç dakikalığına mutlu anlar yaşatıyor, belki o özlediği şeye dokunmasına, onu koklamasına, yeniden sanki öyleymiş gibi hissetmesine ve hatta onsuzken yaşadığı her şeyi, çektiği sıkıntıları, artık hepsinin geride kaldığını sandığı mutsuzluklarını ona bizzat anlatmasına, kendisini ifade etmesine fırsat veriyor; ancak gözlerini açtığında kendisini, uyumadan önce olduğu noktanın çok çok daha gerisinde, daha büyük bir karanlıkta bulmasına sebep oluyordur. Ve kahramanımız ancak uykusundan gözyaşları içinde uyanıp yalnız olduğu gerçeğini anladığında hâlâ o acıyı taşıdığını, o günleri çok özlediğini ve o günlere dönmek için her şeyi verebileceğini itiraf edebiliyordur.

In my dreams I can see you
I can tell you how I feel
In my dreams I can hold you
And it feels so real

Ve Parisienne Moonlight… Nihayet ufacık da olsa bir ışık gördüğü an gelmiştir. Kendisini bütünüyle anlayan birisi, belki kendisi, belki yaşadığı her şeyi unutturabilecek birisi, belki kendisi de dahil olmak üzere bütün insanları, evreni ve yaşadığı, yaşamakta olduğu ve yaşayacağı her şeyi yaratmış olduğuna inandığı o ‘her ne ise’ onunla konuşmakta ve ona yaşadığı sıkıntıları, acılarından sıyrılmak için ne kadar uğraştığını gördüğünü söylemekte, ona bütün içtenliğiyle yaşadığı bütün acılarından arınmasını istediğini söylemektedir. Bunlar belki de aylardır birisinden duyduğu en tatlı sözlerdir. İçlerinde hep birer parça tıpkı her şey bittiğinde akan birkaç damla gözyaşlarına benzer hüzünlerle gelmiş olsalar da güzel sözlerdir. Bunları birinden duymaya fazlasıyla ihtiyacı vardır.

Please try to understand
Take my hand
Be free of all the pain you hold inside
You cannot hide, I know you tried to feel

Judgement’da artık uyanmış, en azından biraz olsun sağlıklı düşünmeye başlamıştır. Yaşadıklarının kaderin bir parçasına olduğunu düşünerek kendisini bütünüyle suçlamaktan vazgeçmiştir. Hatta kendisine acıları yaşatan şeylerin bizzat kendi öfkesi, kendi yarattığı korkuları, içinden geçen kötülükler olduğunu fark etmiştir. Kalbine soktuğu bu kötülük, ondan genç olduğu, hayatın çok çok uzun olduğunu düşündüğü zamanki saflığını da –günbegün- alıp götürmüştür.

All the hate that feeds your needs
All the sickness you conceive
All the horror you create
Will bring you to your knees

Boğazındaki düğümün biraz olsun çözülmesi, kalbinde yaşadığı her saniye çılgınca kanat çarpan kuşun durulması Don’t Look Too Far’dır. Acının etkisi azalmıştır. Hatta öyle ki, artık üzerinden geçen tatlı esintinden bile haz alabilmektedir. İçindeki karmakarışık duyguları biraz olsun çözümlemiş, doğruyla yanlış, mantıksız ile makûl arasına bir çizgi çekebilmiştir. Ancak yine de ayakları yerden kesilecek kadar mutlu olduğunu hissettiğinde, sıkıca yere basması konusunda uyarmaktadır kendisini. Eski çocuksu mutluluklardan, olgunluğa attığı koca bir adımdır yaşadıkları.

A cool breeze down my spine
And if i'm really here
Then i feel fine


Emotional Winter’da; bir zamanlar, o çok mutsuzken, acıların kralını yaşarken düşlediği, Make It Right’da sesini duyduğunu sandığı kişi gelip kendisini bulmuş ve kendisini garipsemiştir. Solgun gülüşünü görmüş, suskunluğunu fark etmiş, sakladığı yaraları olduğunu anlamış, yine de evinden –ki buradaki ev aslında kahramanımızın kendisine ördüğü ve sadece kendisinin girebildiği, içeri girdiğinde bütün dış etkilerden yalıtıldığını hissetiği o zırhtır- çok uzakta da olsa yalnız olmadığını, geçmişinin çok uzakta kaldığını, artık sıcak yaz ışığında dinlenmesi gerektiğini anlatmaya çalışmaktadır. Rüyalarında onu gördüğünü, güneşin yeniden doğup, gözyaşlarının dindiği günlerin gerçekleşecek olduğuna hep inandığını söylemektedir, onun için rüya henüz başlamıştır. Oysa kahramanımız zaman içinde, hayatın faniliğinde kaybolmuştur, değişmiştir. Artık küçük mutluluklara inanmayan, kendisini bütün bunları anlatan yüze bakarken aynı hisleri düşünemeyen birisi olmuştur. Yaşanmamış, yitirilmiş zamanlar geri dönmeyecek ve asla eskisi gibi hissetmeyeceklerdir.

Those wasted moments won’t return
And we will never feel again

Wings of God kahramanın vardığı noktadır. Artık yalnızdır, kendi ruhunda kimsenin nüfuz edemeyeceği bir zırh içinde yaşayan bir dokunulmazdır. Tek başına, kendine yeterek yaşamanın yalnızlık sayılmayacağına inanmaktadır. Metropol insanının yalnızlığını sonuna kadar yaşamakta ama buna yalnızlık değil, inziva adını vermektedir. Üstelik bu tavrının, bu hastalıklı dünyada yaşadığı acılardan kaçan herkesin sığındığı bir savunma mekanizması olduğunun da bilincindedir ama asla eskisi gibi olmayacağını da bilmektedir.

Solitude was never seen as loneliness
And things need time
And time leads to other things
And playing roles
Which are limited
By the poor fund of knowledge
In this sick, sick world
We all fall down
Once in a while
Escaping the law of the unexplained pains.

Anyone, Anywhere onca şey yaşadıktan sonra vardığı noktadan sızlanışıdır. Kimsenin acılarının aslında kimsenin umrunda olmadığı, bir tarafta kendisi nefessiz kalacak kadar büyük sıkıntılar yaşarken çarklarının ondan habersiz döndüğü bir dünya için yaktığı ağıttır. Kaybettiği şey çocukluğudur, saflığıdır. Bir zamanlar birilerine karşılıksız duyduğu güvendir. Karşılıksız vermesi, karşılıksız sevmesidir. Bunları yitiriyor olduğunu –ya da belki de çoktan yitirmiş olduğunu- idrak ettikçe hâlâ bir şeyler için geç olmadığına inanmak ister. “Beni bırakma” diye yalvarır ama geriye dönüş olmayacaktır.

No, don't leave me here
The dream carries (me) on inside
I know...
It's not too late
Lost moments blown away tonight

17 Kasım 2007 Cumartesi

Oyuncakçı Dükkânı


Babayı özlemek

Erkeği ağlatandır.

Gideceğini öğrendiğinizde boğazınıza oturan yumrudur. Daha hissetmeye bile başlamadan delicesine korkulandır. Onu yolcu ederken başınıza yavaş yavaş geliyor olduğunu gümbür gümbür hissettirendir. Havaalanlarından tiksinmek, yağmurlu akşamlardan hazzetmemektir.

Kendine itiraf edemediğindir onu özlemek. Derin bir nefes alıp ayağa kalkmaya çalışmak, sendelediğinde omzunda kollarını aramaktır. Yeniden düşmektir... Yere kapaklanmak ve her seferinde aslında başka bir şeyi suçlamaktır.

Ailenin, parçalarından birinin eksik olduğunda başka bir şey olduğunu idrak etmektir. Hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını görüp üzülmektir. Çaresizliktir, insanın gücünün bazı şeylere yetemeyeceğini algılamaktır.

Bütün mutlulukların eskisine göre daha az coşkulu yaşanmasıdır. En sevinçli anın orta yerinde hissettiğiniz ve içinize o büyük burukluğu düşürendir onu özlemek.

Büyük bir eğlencede herkes gülüp eğlenirken sizi bir köşede oturtandır. Doğum günlerinizi artık niye sevmiyor olduğunuzun cevabıdır. Bir zamanlar önemli gördüğünüz her şeyin aslında onunla güzel olduğunu ve artık doğum günlerinin, bayramların, yılbaşlarının ve belki sıradan bir pazar günü gezmeye gitmelerin eskisi kadar güzel olmamasının nedenidir onu özlemek.

"Bir erkek, ancak babasını kaybettiğinde olgunlaşır" sözünün haklılığını görmek ve kimselere belli etmeden zaman zaman ağlamaktır babayı özlemek.

13 Kasım 2007 Salı

Aynı

Günler birbirinin aynı. Yine azar azar su alıyor gemim, yine bir gayret kurtarıyorum onu, ayaklarım üşüyor, hâlâ az-çok korkuyorum sokak köpeklerinden. Bu aralar daha çok üşüyor, az acıkıyorum. Çabuk doyuyor, erken sıkılıyor, geceleri kâbuslar görüp, sabahları durgun uyanıyorum. Bütün uyuşmuş beyinler gibi futbol maçlarını ve maç önü-maç arkası yorumlarını izliyorum. Kahveyi hâlâ çok seviyor, saç bakım seti kullanıyorum. Kendimi bazen çok yalnız, bazense kendime yeter hissediyorum. Sokağa nadiren çıkıyor, tanımadığım insanları eskisi kadar da sevmiyorum artık. Çok konuşuyorum, az anlatıyorum, bildiğim, inandığım pek çok şeyi susuyorum. Birileriyleyken artık daha da çok üşüyorum.

Yaşam, onların bilmediği bir yerde başlıyor...

31 Ekim 2007 Çarşamba

Abi

Candır, candan ötedir. Hele ki aranızdaki yaş farkı yediden fazlaysa (bu yediye dikkat, çok can alıcı bir sayı verdim) sizin için anlamı çok çok daha başkalaşır.

Daha ilk çocukluk yıllarınızın gülen yüzüdür o. Henüz aklınız yerinde değilken, her gördüğünüz nesnenin "agu agu" olarak yazılıp, yazıldığı gibi okunduğunu sanıyorken -yaşı size yakın olduğundan olacak- onun bir anne-babadan başka bir şey olduğunu anlarsınız. Siz büyümeye devam ettikçe, o da sahip olduğu o yeri sağlamlaştırmaya devam edecektir.

Mahallenin küçük çocukları evlerinde tuvalet eğitimi alırken siz abiniz sayesinde üç tekerlekli bisikletinizi sokakta sürebilirsiniz. Eğer abiniz sokakta oyuna devam ediyorsa hava kararsa bile siz de onunla biraz daha dışarıda kalabilirsiniz.

Abinizin ilgi alanları sizi de yönlendirir. Gazetelerin verdiği karton maketleri oturup beraber yapar, tuttuğunuz takımın maçlarını beraber izler, küçük oyuncak adamlarla maç yaptırır, videocuya gider film kiralar, sonra oturup beraber izler ve bunun gibi bir sürü şeyi beraber yapabilirsiniz.

Evde belki bir de ablanız vardır ama eğer erkekseniz, abla asla abinin yerini tutmaz. Abla kızdır, kızlar erkekleri sevmez, erkekler kızların saçlarını çeker, kızlar erkeklerden gizli gruplaşır, onların oyunlarını bozmak için planlar yaparlar, erkekler de kızların saçlarını bir daha çekerler. Bu nedenle ne kadar çok sevseniz de ablanız sizin için karşı saftandır.

Karakter olarak farklı olsanız da abinizle çok şey paylaşabilirsiniz. Siz Supaplex, Monkey Island, Lure gibi zeka-mantık-adventure oyunlarını seviyorsanız o gelip "hocam bu zeka oyunları beni bayıyor, yok mu şöyle vurdulu-kırdılı bir şey" der ve onun istediği oyunları açar beraber oynarsınız. Arkadaşla oynamaktan farklıdır, sıra kavgası yoktur onunla. Bilakis beraber bir şeyler yapıyor olduğunuz için mutlu olursunuz.

Büyüdüğünüzde de abinin rolü değişmez. Koruyan, kollayan, bir yandan da hayatı öğretendir. İlk aşk acılarınızı yaşarken soluğu abinizin iş yerinde alabilirsiniz, size kola ısmarlar, birazcık para verir. Evde sizi mutsuz görürse alır dışarı çıkartır, sinemaya götürür, McDonald's ısmarlar. Evde doğum günlerinizi o düzenler, gider pasta-kola alır. Hatta sevgilinizle kavga ettiyseniz sizi karşısına alıp "Oğlum bunların aybaşısı olur, yılbaşısı olur. Dert etme bu kadar" diyen de yine odur.

Sonra bir gün gelir evlenir, başka bir şehre taşınır. Yıllarca aynı odayı, aynı ranzayı altı-üstlü paylaşmış olsanız da gidip bambaşka bir hayat kurar kendine. Artık eskisi kadar sık göremiyorsunuzdur onu çünkü başka sorumlulukları vardır. Görüşme sıklığınız ayda bire, bazen iki ayda bire düşer. Ama o abidir işte, o hep bildiğiniz sizden daha sert, sizden daha olgun, hayatı sizden daha kolay kabullenebilen, sizden daha az kırılgan adamdır. En kötü anlarınızda yine sizi gülümsetecek olandır, başınız sıkıştığında arayacağınızdır. Çocuklarını (yeğenlerinizi) kendi kardeşinizmiş gibi seveceğinizdir abi.

Candır, candan da ötedir.

----------spoiler-------------

Soğuktan çift atlet, çift çorap giydiğinizi görürse "Hocam sen de rahmetli dedemi geçtin yahu!" da der, demişliği vardır.

----------spoiler--------------

30 Ekim 2007 Salı

Uzun Uzun Feridun Düzağaç

Duygusal bir yakınlık hissettiğiniz için ya da yazacak bi' ton şeyiniz olduğu için hakkında bir türlü bir şeyler yazamadığınız insanlar vardır ya; işte Feridun Düzağaç da benim için öyle birisidir.

Doksanlı yılların sonu... O zamanlar tek müzik kanalı Kral TV. Arasıra da Best TV falan müzik yayını yapıyor ama ortalıkta dönen şeyler küçük bir havuzda toplanmış, merkezi belli, hitap ettiği kitlesi belli, herkesin kendisini 'megastar', 'hiperstar, 'überstar' gibi göstermeye çalıştığı klipler. Ayrıca müzisyenlerin konuk olduğu bir iki 'Talk-Show' var -ki düşünün ki bunlardan en çok reyting alanı o dönemde de İbo Show-.

Böyle zamanlarda onun da bir kaç klibi vardı, pek seyrek zamanlamalarla düşüyordu ekrana. Bu klipler -özellikle ilk albümündekiler- genellikle diğer kliplere nazaran daha az renkli (tercihen siyah-beyaz), ses kalitesi biraz daha düşük (prodüktörün satmazsa batmayalım felsefesi) ve daha az erotizm içeren klipler olduğu için hem televizyon kanalları tarafından sık sık yayınlanması tercih edilmemiş, hem de yayınlandığında da izleyicide yeterli ilgiyi uyandırmamıştı. Feridun Düzağaç, değerini daha sonra keşfedeceğim Lavinia, Buralar Soğuk ve Beyaz gibi üç önemli şarkısına klip çekmiş olmasına rağmen beni de ilk albümüyle bulamamıştı.

İlk renkli klibini Aşkın E Hâli'ne çekmişti üstad. O kokuşmuş, bugünün tikky'lerini andıran, hayatla en büyük derdi daha fazla eğlence, daha fazla coşku, tempo-forte olan tiplerin dinlediği şarkıcıların klipleri kadar aydınlık bir klip, yine o şarkıların kayıtları kadar güzel bir kayıt ama bütün bu keşmekeşlikten uzak, sanki size bir yandan o pırıltıyı verirken, klipteki duruşu, içindeki o kabarmış yüreği belli eden bakışları, sözü ve müziğiyle kalbimi içten içe oyan, klipteki saçlarını kestikçe kendisinde, zayıflığında, saç stilinde giderek kendimi daha da görmeye başladığım o adama hayranlık duymamam elimde değildi. Bir otobüs yolculuğuna çıkmadan önce ikinci albümü olan "Köprüden Önce Son Çıkış"ın kasedini aldığımı ve yol boyu defalarca dinlediğimi hatırlıyorum. (Şimdi I-Pod var yüklüyorsun sekiz bin şarkı, yolculuk sırasında en az altı binini es geçip, bin sekiz yüzünü yarım yarım dinleyip, iki yüzü çalarken de uyukluyorsun ya, işte öyle böyle değil o dönemler. Her saniyesini zihnine kazıyor, A yüzünden B yüzüne dinliyor, bitince bünyende oluşan sanki bir konferansa katılmışsın havasını hissediyor ve kasedini tekrar dinlemeye başlayınca aynı şeyleri en başından tekrar yaşıyorsun.)

Hiçbir şeyi senin kadar istemedim...

İlk albümü olan "Beni Rahatta Dinleyin"in kasedini alıp şarkılarını kısa süre içinde ezberlemem de uzun sürmedi. O zaman tabi böyle seksen tane müzik sitesi yok ki aratıp akorlarını bulasın. (Seksenin sayısal değerine takılmayın, pek çok anlamında) Oturup parmaklarım acıyana kadar akorlarını bulmaya, akorlarını çıkardıktan sonra da o şarkıları parmaklarım su toplayıp patlayana kadar çaldığımı hatırlıyorum.

Sen asla dün olmayan, bir yaşanmamış an...

Hani yazının başında dedim ya, müzik kanalı yok, Talk-Show yok, o yok bu yok, var olanın da zaten nereye hizmet ettiği belli diye... Böyle bir ortamda da Feridun Düzağaç'ı sadece albüm kapağındaki üç dört resminden, "yayınlansa da izlesem" diye odamda sürekli açık tuttuğum ve dönemin en iğrenç müziklerini sabahtan akşama izlemek zorunda kaldığım (örnek vereyim değil mi, yeri geldi: İbrahim Erkal - Sen Aldırma, Doğuş - Uyan, Gamsız,vs.) Kral TV'deki kliplerinden tanıyabiliyordum. Gazetelerin televizyon sayfalarında (ki o dönem gazetelerin her programda kimin konuk olacağını, hangi dizide hangi sürprizlerin yaşanacağını falan anlatan televizyon ekleri yoktu, genellikle spor sayfasından önceki sayfa bu görevi üstlenen tek sayfaydı) yayınlanacak talk-show'ları takip eder, o hafta tanıtılan, bahsi geçen programda kimin konuk olacağını merakla okurdum. [Unutmuyorum üstad o dönemde, bir seferinde TRT'de bir programa konuk olmuş ve tek gitarla şarkılarını çalmıştı. Ancak TRT resmiyeti içinde çekilen programda kendisinin Adanalı olduğu, üniversite mezunu olduğu, kayıt sürecinde kendisine yardım eden müzisyenlerin kimler olduğu gibi temel bilgiler dışında bir şey öğrenememiştik. (Şimdiki genç kızlar maşallah TV yıldızlarının donlarının rengine kadar her şeyi pek bi' rahat öğrenebiliyorlar, değil mi?)]

Dokunduğum en sıcak ağustos akşamısın...

İstanbul'da daha sık sahne alıyordu
belki ama o dönemde başkente çok nadir uğrar, bunların çoğu da alkollü mekânlarda olurdu. Yaşımız tutmadığından, ÖSS dönemimize denk geldiğinden, ertesi sabah dershanemiz olduğundan, denemeler, taramalar, anneler babalar yüzünden gidemezdik işte. Konser akşamları evde mutsuz mutsuz oturduğumu da hatırlıyorum. (Ankara'yı bilenler bilir, Karanfil Sokak'ın metro çıkışında kasetçiler doludur, duvarlarında şarkıcıların posterleri asılıdır. O dönem o duvarlar Murat Göğebakan'ından, Kıraç'ına bir sürü adamın posteri vardı, Feridun Düzağaç'ınki yoktu. Olsa zaten aşıracaktım, merak etmeyin.)

İçime saklan, hep orda kal
Her solukta duymalıyım seni
Umudumda kal, umrumda ol
Sensiz anlamsızım Sevgi...

Konu-komşu, abimlerin ablamların arkadaşları, eş-dost oturmaya geldiğinde "Hadi oğlum amcalara pipini göster"in yerini alan "Hadi oğlum getir de Beyhan Teyzenlere gitar çal" post-modern yaklaşımı yüzünden el-aleme maskara olduğum çok olmuş olsa da, her seferinde Feridun Düzağaç çalardım. [Tabi ne anlasın Beyhan Teyze değil mi? (Bunları okuyorsan ellerinden öpüyorum teyzeciğim)] Çevremdeki insanlar dinlesin diye o iki kasedi arkadaşlarıma verdiğimi, geri alamadığımı, alamadığım için kasetçiye gidip aynı kasetleri defalarca aldığımı hatırlıyorum. [Bu da içime oturmuştur, hep yenisini almak zorunda kaldığımdan, yıllar sonra Feridun Düzağaç'a kasedimi imzalatma imkânım olduğunda şöyle iyice yıpranmış, solmuş bir kaset kabı götürememiştim.]

Yüreğimdeki tüm çiçekleri sana kopardım...

O dönemde herkese soruyordum. "Feridun Düzağaç sever misin?" diye. "Evet" deyip de "iki albümü de var bende" diyenine denk gelmiyordum. Belki denk gelsem kızsa aşık, erkekse kanka olacaktık, olmadı. Kısfmet. [Kasetlerimi de böyle böyle kaptırdım. "Belki sever" diye veriyorsun, hacılıyor, üzerine çöküyor kasedin, olmaz ki.]

Işıklarla oynuyorum, karanlıklara kalarak
Gözlerimi açtığımda bana bakıyorsun ağlayarak

İşte o dönem canıma tak etti ve -artık nasıl bir medenî cesaretse- oturup uzun uzun bir mektup yazdım kendisine. Kendisini ne kadar çok sevdiğimi, müziğini, sözlerini, albüm kapaklarından eksik etmediği çok kısa da olsa denemelerini, aşklarımı, ayrılık acılarımı, ailemi, şunu bunu bir sürü şeyi yalapşap yazdım. Adres kısmına Prestij Müzik'in adresini, alıcı kısmına da Feridun Düzağaç yazarak gönderdim. Uzun süre cevap da bekledim, gelmedi.

Aşık olmuşum, dünyaya düşmüşüm
Kuş olmuşum, hep sevdaya uçmuşum
Yaşım başım almışım, sevmişim evlenmişim
Daha baba olmadan babamı yitirmişim
Acı çekmek kolaymış, alışmışım...

Televizyon kanallarının, müzik dergilerinin, radyoların, şunun bunun artmasıyla hakkında daha da çok şey öğrenebilir oldum. Örneğin evliymiş, bir kız çocuğu varmış. Eşinin adı Sevgi'ymiş ve aslında bir iki şarkısının içine gizlediği o "Sevgi" sözcüğü ne kadar manidarmış.

Sevgi sorular sorsan gizlemesem
Bana öğütler versen dinlemesem
Yüzüme dokunsan, hissetsem birer birer
Sigaramı yaksan boğulsak beraber...

Sevgi sıcacık sarsan üşümesem
Sensizliği asla düşünmesem
Soluğum olsan da seni yaşasam
Yeniden doğmak ister misin
Sevgi...

"Tüm Hakları Yalnızlığıma Aittir" adlı üçüncü albümünü alırken hayal kırıklığına uğramaktan çok korktuğumu hatırlıyorum. Sahip olduğum en güzel şeylerden biriydi o ve yitirmek istemiyordum. Birilerine benzemesinden, alıştığım, kabullendiğim şeyden başka bir şey olmasındandı bu korkum. Ama öyle olmadı. O albümü, tıpkı kendisinin, artık iyice renklenen televizyon dünyamızın çiçeği burnunda müzik kanallarının birinde tasvir ettiği gibi "Kent insanının yalnızlığını anlatan bir albüm"dü. Üstelik diğerlerine göre daha çok "tutmuş"tu. Bu da onu artık daha çok görebilecek, daha çok seyredebilecek, sağda solda daha çok dinleyebilecek olduğumuza bir işaretti. [O bahsettiğim Karanfil Sokak'taki kasetçilerin önünden geçerken artık Feridun Düzağaç duyabiliyordum ve bu sadece Feridun Düzağaç'ın, Universal Müzik'in ya da menajerin değil, aynı zamanda benim de başarımdı gibi hissediyordum, gençtim, sevmiştim.]

Gözlerini ver umudum olsunlar
Öyle güzel pırıltısı var, sönmez onlar...

O dönemlerde reşit olup konserlerine gitmeye başladım. Kimi zaman -özellikle başka gruplarla Ankara'ya geldiği festivallerde daha büyük bir kalabalıkla ama çoğu kez de belki üç yüz, dört yüz kişiyle beraber dinliyorduk onu. [Hatta dördüncü albümü çıkmadan önceki son Ankara konserinde elli ilâ yüz kişi arasında bir seyirci vardı. Bir sarhoş "Biz bizeyiz Feridun" diye bağırmıştı ve o da "biz zaten hep biz bizeydik" diyerek yüreğimi bir kez daha feth etmişti. (Heheyt yine coştum.)]

İçimden şehirler geçiyor
Her durakta duruyor inmiyorsun
Seni en sıcak ben öperdim, kim bilir!
Ama sen, bilmiyorsun...

Sonrasında "Orjinal - Alt Yazılı" albümü düştü piyasaya. Diğerlerine göre daha popüler sayılabilecek, daha geniş bir kitleye hitap etme olasılığı yüksek bu albüm Feridun Düzağaç'ı iyi tanımayanlar için "Feridun Düzağaç'a yakışmayan bir albüm" olarak tanımlandı uzun süre. Oysa onu iyi bilen -ki naçizane bu noktada bunu söylemeliyim- benim gibi kişiler için ise Feridun Düzağaç sanki yeni öğrendiği bir dilde ama yine kendini, yine o kabarmış yüreğini, yine o renkli klibindeki gibi o dünyanın içine girip de bambaşka bir şeyi anlatıyordu.

Okulu asıp oyuna kaçar bıraksam hâlâ
Ama çok düştü, incindi yoruldu
Dinlenmeli, kalbim doğrusu...

Tabi bu üslûp konserlerine alışık olmadığımız simaları da doldurdu. "Boş Ders Şarkısı"nın adını "Hocam" ya da "Hayat Bilgisi" sanan, Feridun Düzağaç şaheserleri olan "Buralar Soğuk", "İçimden Şehirler Geçiyor", "Yalnızlığım Sana Emanet", "Beyaz", "Ela" çalarken sıkılan gençler ısrarla "FD"leri, aslında bir Ezginin Günlüğü şarkısı olan "Düşler Sokağı"nı ister ve bu şarkılarda eğlenir oldular.

Bir film şeridi gibi geçiyorum şimdi
Olmayanlarımın içinden
Çok isteyince oluyordu hani
Söyle nerdesin, hiç gelmeyen...

Yine bir Ankara konseri öncesinde onunla tanışma fikrini kafama, kendi yazdığım ve yaklaşık olarak iki bin altı yüz seksen sekiz (bu sayı önemli) kişiden duyduğum "Senin tarzın Feridun Düzağaç'a benziyor" şarkılarını barındıran CD'mi (kasetten CD'ye geçiş yaşadık yazıda fark ederseniz.) cebime koyup konsere gittim, eğlendim. Sonrasında da öğrendim ki, isteyen hayranlarını kulise alıp tanışıyormuş üstad, bunu hep yapıyormuş. Hasıl-ı kelâm gittim, kapı önü nispeten kalabalık tabi. Kızlar heyecandan tir tir tirtiyor. İçeri girdim nihayet, imzalatacak hiçbir şeyim yok yanımda sevgilimin resmini imzalatacağım, bekliyorum. Ama tabi ben de en az kızlar kadar heyecanlıyım, tir tir tirtiyorum ben de. (İkinci kez yapıyorum, yazım hatası değil anlaşılsın diye) İmzayı aldım, sonra da CD'yi vermek istediğimi söyledim. "Aa çok güzel olur" dedi. "Yalnız telefonunu da yaz, e-mail'le uğraşmayalım" dedi. Ben de ona daha önce kendisine mektup yazdığımdan bahsettim ve -inanılmaz bir şekilde- adımı hatırladığını söyledi. O an dünyanın en mutlu insanıydım şüphesiz. CD'yi verip çıktım, sonra dışarıdaki kızlar "Ne oldu? Ne konuştunuz?" türünde sorular sordular elbet. Hatta bir tanesi "Sana telefonunu verdi mi?" diye de sordu. Hay Allah, ne yapacaksa...

Küçücükken kollarımdan taşıyordu yaşamak heyecanı
Parlaktı bütün renkler
Büyüdükçe adımlarım, nasırlaştıkça yüreğim küçüldü anlam
Cebime sığdı, tüm şehirler...

Bir sonraki konsere de gittim elbet, beni görünce direkt grubumuzun adını söyledi gülümseyerek. (Reklama girmesin, söylemeyeyim şimdi) İngilizce şarkılarımızı dinlemediğini eleştirel bir üslûpla dile getirdi kendisi.
Şarkılarda hoş şeylerin olduğunu, zaman zaman da kendisininkilere benzeyen tınılar yakaladığını söyleyerek şarkılarımın kendisininkileri andırdığını söyleyen bin altıyüz seksen dokuzuncu kişi oldu. Gerçekten o akşam, tarifsiz bir mutluluk içinde eve döndüğümü anlatmama gerek yok sanırım.

Bu gece dumanımda kaybolasım var
Bu gece kendimi unutasım var
Kuş olup uçamayasım, denize düşüp boğulasım var
Kendimden kurtulasım var...

Bu yazıyı yazmama başlamamın üzerinden saatler, onu dinlemeye başlamamın üzerinden yıllar geçti. Şu an bir albümünün çıktığını duysam koşa koşa gider alırım. Her albümünde eski "Feridun Düzağaç"tan biraz daha uzaklaştığını söyleyenler olsa da, ben onun bize her albümde o bildiğimiz "Feridun Düzağaç"ı başka başka dillerde, başka başka şekillerde anlatıyor olduğunu biliyorum.

İyiki varsın üstad, iyiki varsın...

28 Ekim 2007 Pazar

Kesmeşeker - Şeyler Arasında



Bugünlerde sıkça bıktığımı bu yarıştan
Anneme söyleme istersen
Zamanımın çoğunu orada burada
Geçirdiğimi biliyor zaten...

Uçuyorum bazan, haberiniz yok!
Best of'larım yüksekte, yayınımız yok...
Televizyonda hırslı çocuklar,
Bırakınız koşsunlar, zincir yettiği kadar...

Her şey değişmiş aynı kalmaya
Ayın yarısı kayıp bu ara
Bulmaya çıkmışız da
Sen yalan söylemişsin annene.

Yaptığım her şey bir şey için ama
O bir şey hiçbir şeyi değiştirmiyor...
Böylece bir yere varmadan geçtim,
Aranızdan... aranızdan...

Şeyler arasında bişeymişim ben
Aşık olsam şeytanlarım ağlar maziden
Deniz kumundan çok şehir tozuna
Aşina oldu yüzüm son zamanlarda.

Her şey değişmiş aynı kalmaya
Ayın yarısı kayıp bu ara
Bulmaya çıkmışız da
Sen yalan söylemişsin annene.
Yaptığım her şey bir şey için ama
O bir şey hiçbir şeyi değiştirmiyor...
Böylece bir yere varmadan geçtim,
Aranızdan... aranızdan...

Yaptığım her şey bir şey için ama
O bir şey hiçbir şeyi değiştirmiyor...
Böylece bir yere varmadan geçtim,
Aranızdan...

Hiç

Yaklaşık bir ay geldi geçti ve ben buraya hiçbir şey yazmadım. Bu bir ay içinde gerçekten üzüldüğüm, etkilendiğim, sevindiğim bir şey olmadığından ya da başımdan buraya yazacak kadar değerli hiçbir şey olmadığından mıydı bu, bilmiyorum. Gerçekten üşeniyor muydum, yoksa artık çok az kişinin okuyor olduğunu düşündüğüm bu sayfaya yazmaktan sıkılmış mıydım? Yazdıkça aslında kendimi tanımaktan çok başkalarına kendimi tanıtma gayretine mi kapılmıştım, yoksa sonu gelmeyen enteresan bir seride ya da yıllarımı almış olan bir romanda başarısızlığa uğramış olduğumu düşünüyor ve bu içten içe beni üzüyordu da çocukça bir öfkeyle kalemimi mi kırıyordum? İnanın bunları hiç mi hiç bilmiyorum.

Bugünlerde sıkça bıktığımı bu yarıştan
Anneme söyleme istersen
Zamanımın çoğunu orada burada
Geçirdiğimi biliyor zaten...

Son beş haftasonumun dördünü, bazısı iki gün süren dört oturumlu, bazısı aynı güne denk gelen tek oturumlu beş ayrı sınava girerek değerlendirdim. Aslında yazım gücünün hayatın ta kendisinden geliyor olduğunu bilsem de bu can sıkıcı süreç içinde her gün belki de onlarca kez elektronik posta kutumu açıp hiç ileti gelmediğine şahitlik etmek, siyahkahve'de ya da çeşitli sözlüklerde vakti zamanında yazdığım şeylerin yorum alıp almadığını kontrol etmek, televizyonda daha önce hiç ilgimi çekmemiş olan çeşitli spor müsabakalarını seyretmek ve aslında
'hiçbir şey yapmayarak' ya da en azından 'hiçbir şey yapmamaya çalışarak' zaman öldürmek gibi bir görev edindim kendime. Başarılı oldum.

Yaptığım her şey bir şey için ama
O bir şey hiçbir şeyi değiştirmiyor
Öylece bir yere varmadan
Geçtim aranızdan...

Bugün, belki hiçbir şey yapmamanın sıkıcılığını görmüş, belki dünyanın en güzel şeyinin kendini ifade edebilmek olduğunu anlamış, belki hiç kimsenin ve hatta kendimin bile farkında olmadığım bir küskünlüğün geçip gittiğini hissetmiş ya da belki de çok sevdiğim insanların baskılarına dayanamamış olduğumdan yazıyorum. Üstelik henüz bu satırları tamamlamamışken bile içimde hem en kısa zamanda tekrar buraya bir şeyler karalamak coşkusunu, hem de birkaç ay daha kendimi nadasa bırakmak isteğini aynı anda taşıyorum.

Her şey değişmiş aynı kalmaya
Ayın yarısı kayıp bu ara
Bulmaya çıkmışız da
Sen yalan söylemişsin annene
...

21 Eylül 2007 Cuma

Bişkek



Dün gece penceremde şarkılar yazdım sana
Bilmem duydun mu beni
Dün gece bir martıya fısıldadım ismini
Bilmem buldu mu seni.

Şimdi yalnızım dilimde eski bir şarkı
Yürüdüm bomboş sokaklarda
Seni ararken gözlerim doldu yine
Unutma beni uzaklarda

Beni sen anlardın tek sen
Sen de gittin neyleyim ben

2001 Mart, Ankara

Yıllar öncesinden kalan bu şarkıyı bugün birkaç kez dinledim. Yazdığım akşamı, kayıt edilmesinden önce geçen bir senede yaşadağım büyük sıkıntıları, şarkıların kayıt sürecinde bütün sıkıntılarımdan mucizevî bir şekilde arınışımı hatırlıyorum. Ancak tüm bu olan-biten içinde beni en çok mutlu eden şey, yıllar sonra bu şarkıyı artık hayatın alışılagelmiş dinginliğinde dinleyebiliyor olmam.

18 Eylül 2007 Salı

Bedel

Gecenin geç bir vakti, kafası haddinden fazla karışık bir adam eve dönmüştü. Dönüşünü öfkeyle beklemiş olan karısı, –neden bilinmez– adam eve geldiğinde çok istiyor olsa da onunla kavga etmekten kaçınmış ve tek söz söylemeden yatak odasına girmişti. Oysa gecenin sessizliği fazla uzun sürmeyecekti.

Adam, uyumadan önce kızını görmek istiyordu. Odasına girdiğinde onu ayısına sarılmış, yatağında otururken buldu.

-Sen uyumadın mı?
-Uyumadım, seni bekledim.
-İşlerim vardı canım, erken gelemedim.

Kızını öptü. Bir gün onun da bu kadar büyümüş olabileceğine inanmazdı. Oysa şimdi o, okul çağına gelmişti ve aslında olan-bitenin fazlasıyla farkındaydı.

-Baba?
-Efendim.
-Sen sigara mı içtin?
-Hayır canım içmedim, ama kokusu üzerime sinmiş olabilir.
-Baba?
-Efendim bi’tanem.
-Annemle ayrılacak mısınız?
-Bu da nereden çıktı?
-Annem telefondaki arkadaşına öyle söyledi.

Adam, karısının –sandığının aksine– yeterince sakin olmadığını o zaman anladı. “Sen uyu, meleğim” dedi kızına. “Merak etme, her şey yolunda.”

***

O akşamı iş arkadaşlarından birinin evinde geçirmişti oysaki. İş çıkışı toplanmışlar, gülüşüp eğlenmişler ve saat ilerleyip kalabalık seyrelinceye kadar çakırkeyf olmuşlardı. “Bu gece burada kal” demişti kadın. “Berk ve Nurten de kalacaklar.”

***

Kızının üzerini örttükten sonra koridora çıktı. Eşinin hediyesi olan ve ailenin bütün fertlerinin yer aldığı yağlı boya tablo asılıydı duvarda. Dördüncü evlilik yıldönümleri için eşinin hediyesiydi. Henüz her şey bu kadar karmaşıklaşmamışken, hâlâ birbirlerini çok seven iki sevgiliyken hiç şüphesiz çok daha fazla şey ifade ediyordu bu tablo. Şimdi ise o tabloda sanki güzel günlerin, o süslü, boyalı mutlulukların giderek solmakta olduğunu görüyor ve karşısında kendi hâline bütün küstahlığıyla gülümsemekte olan çehresine iğrenerek bakıyordu.

Yatak odasına girdiğinde karısının sırtını kapıya dönmüş, uzanmakta olduğunu gördü. Küskünlüğünü kırmanın zor olacağını biliyor, söze nasıl başlaması gerektiğini bilmiyordu. Bir süre odada oyalandı, ceketini dolaba astı, cüzdanını komodinin üzerine koydu.

“Bize ne oluyor Ayla?” diye sordu ona. Kadın beklediği üzere ilk seferde karşılık vermedi. “Ayla uyumadığını biliyorum, lütfen konuş benimle!“. Bir süre daha karşılık alamadı. Neden sonra “Uyumaya çalışıyorum Kemal, lütfen yine tartışmayalım.” dedi kadın. Nitekim evliliklerinin ihtiyacı olan son şey, gecenin bir vakti, hem de kızları yan odada uyumaktayken girişecekleri bir tartışmaydı.

***

Kalabalık dağılmış, Bahar’ın evinde Berk ve Nurten’den başkası kalmamıştı. Gece boyunca bir şekilde müsaade alıp evine dönmeyi aklından geçirdiyse de, her seferinde Bahar ona engel olmuştu. Şimdi o Nurten’le mutfağa girdiğinde, kendisi Berk’le salonda yalnız kalmıştı.

-Berk, saat geç oldu. Ben artık kalkayım da, Melisa’yı göreyim uyumadan.
-Yahu ne kadar pimpirikli adammışsın be kardeşim! Melisa kocaman kız oldu, uyur kendi başına. Hem dur bakalım, bu gece daha neler olacak kimbilir!

Berk bunları söylerken sinsi sinsi gülümsüyordu. İçtiği şaraptan olacak, gözleri zaman zaman kayıyor, yerli yersiz kahkahalar atıyordu.

***

-Beni düşünmüyorsan, kızını düşün. Kaç kere kalkıp yanıma geldi seni sormaya biliyor musun?
-Seni telefonda duymuş Ayla, elbette gelir. Biraz daha dikkatli olamaz mıydın?
-Olamazdım efendim! Bunları akşamı başka kadınların kollarında geçirmeden düşünecektin!
-Ne saçmalıyorsun sen ya! Ne kadını?
-İnkâr etmeye çalışma Kemal, gözümden iyice düşüyorsun.
-Ayla saçmalama, beni tanımıyor musun? Ben öyle biri miyim?

Karısı cevap vermedi. Bu suskunluk, kocasının söylediklerini kabullenmiş olmasından değil, söyleyeceklerinin tesir etmeyeceğini bilmesinden kaynaklanıyordu.

***

Berk ve Nurten karşı kanepede oturuyorlardı. Berk elini Nurten’in beline dolamış, onu konuşma aralarında boynundan ve yanaklarından öpüyor, dudaklarına minik öpücükler konduruyordu. Hatta aldığı alkolün de etkisiyle zaman zaman kontrolünü kaybediyor ve kadının balık etli vücudunu okşamaya, kalçalarını, göğüslerini sıkmaya da çalışıyordu ama Nurten ona izin vermiyordu. Ondan yüz bulamayınca da, biraz utancından biraz da şansını zorlamak için “Ben bu kadına aşığım” diyordu ve gülüşüyorlardı. “Dilber yahu” diye de ekliyordu. “Fıstık gibi!”

Bahar’ın kendisine “Bir kadeh daha doldurayım mı?” diye sorduğunu duyduğunda o kadehin bir dönüm noktası olacağını sezebiliyordu. Sanki o kadehi içse, kendisini Bahar’ın kollarından kurtaracak gücünü yitirecek, gece boyunca karşı koymaya çalıştığı şeye yenilecekti. Ona ‘teşekkür ederim, almayayım’ demeye hazırlanırken kadının, yanıt beklemeksizin şarabı kadehine doldurmakta olduğunu fark etti.

***

-Kadının kim olduğunu bilmek bile istemiyorum Kemal. Lütfen tek kelime etme.
-Hayatım, akşam iş yerinden arkadaşlarla toplandık, inan aklından geçenlerin hiçbirisi yaşanmadı.
-Sana güvenemiyorum Kemal, bundan sonra da güvenebileceğimi sanmıyorum. Artık hiçbir şey eskisi gibi değil, anlıyor musun? Hiçbir şey!

Karısının ağlamak üzere olduğunu görüyor; ancak böyle zamanlarda ağlamayacak kadar güçlü bir kadın olduğunu da biliyordu.
-Ayla gayret gösterelim, kestirip atmakla düzelecek mi her şey?
-Üzgünüm Kemal, böyle olsun istemezdim ama bunu yürütemeyeceğim.
-Ayla ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu?
-Lütfen ısrar etme, her şey daha da çirkinleşmeden bitirelim. Yarın ilk iş bir avukat bulacağım, sana da tavsiyem bu işi uzamadan bitirmemize yardımcı olman.

Kemal öfkelenmişti. Sinirinden terlemiş, yüzü kıpkırmızı kesilmişti.

-Peki ya Melisa, ona hiç mi acımıyorsun?
-Kemal beni aldattın! Sorunlarımızın hepsini çözebilirdik, inan; ama beni aldattın!

Ona karşılık vermedi. Dolaptan ceketini aldı, komodinin üzerindeki cüzdanını cebine koydu ve kapıya yöneldi. Tam çıkacakken arkasını dönüp “Öyle olsun Ayla” dedi. “Ama inan, seni gerçekten aldatmadım. Sen aslında beni terk etmek istediğin için bunu bahane ediyorsun.”

***

Bahar yanıbaşında çırılçıplak uyuyordu. Çarşaf üzerinden sıyrılmış, bronz teni, yuvarlak omuzları gecenin karanlığına sızıyordu. Yarım saat kadar öncesinde deliler gibi seviştiği, vücudunun her yanında bambaşka bir güzellik bulduğu kadın, artık onun için hiçbir şey ifade etmiyordu.

Parmaklarının arasında hayatında ilk kez dumanını ciğerlerine göndermekte olduğu sigarası, sol elinin yüzük parmağında artık neyi temsil ediyor olduğunu daha iyi anlamaya başladığı altın parçası ve kalbinde tarifi mümkün olmayan bir sıkıntı ile günahlarının bedelsiz kalıp kalmayacağını sorguluyordu.

“Bir babanın çocuklarına yapabileceği en büyük iyilik, onların annelerini sevmektir.”
Theodore Hesburgh

30 Ağustos 2007 Perşembe

Küskünüm


Çocukmuşum, konuşmuşum ölçmeden
İncinmişim incitmişim seni…
Bakışların korkmuş gözlerimden
Uçuvermişsin birgün ellerimden

Farkı kalmamış gördüğüm şehirlerin
Tadı kalmamış kurduğum hayallerin
İsmin kalmış her anışım acı bana…
Yitirmişim… yitirmişim seni sevgi…

Küskünüm dünyaya… gelme üstüme
Küskünüm gözlerine bakma gözlerime
Ellerini uzatma tutarım belki de…
İncinirsin sonra inciniriz…

2002 Şubat, Ankara...

20 Ağustos 2007 Pazartesi

Ayrılık Akşamı

Yağmurlu havaları eskiden beri sevmezdi. Gökten düşen ilk yağmur damlası, yüreğine bir telaş düşürüp, ona eve çağrılmadan önce arkadaşlarıyla biraz daha fazla, biraz daha keyfini çıkartarak oynaması gerektiğini hatırlatırdı hep. Balkona çıkan annesinin sesi yağmur damlalarına karışırken yüreğine o taşın oturmasına, boğazında bir şeylerin düğümlenmesine, aslında gizli gizli ağlıyor olduğu anlaşılmasın diye arkadaşlarının yüzüne bakamıyor olmasına sebep olurdu. Yahut da hâlâ bir parça gücü varsa "Lütfen, birazcık daha!" diye seslenirdi yukarıya.

Oysa bugün, tam da o günlerin üzerinden yıllar geçmişken, önüne geçemediği şeyleri biraz olsun kabullenebilmeyi öğrendiğini sanıyordu. Radyoyu açmış, silecekleri en son derecesinde çalıştırmıştı. Ara sıra dikiz aynasından ona bakıyor, onun kendileriyle havaalanına kadar gelmek isteyen arkadaşlarıyla sohbetlerine kulak veriyor ve aslında düşünmesi gereken şeyleri bir kenara atıp detaylarla oyalıyordu zihnini. Birkaç saat içinde, tanıdığı, bildiği ve sevdiği her şeyi geride bırakarak onlardan uzun bir süreliğine uzaklaşacak olan arka koltuktaki adam gibi, o da kabullenmesi gereken gerçeği önemsemiyordu.

Biliyordu ki, artık eve geldiğinde onunla hiç konuşmayan, televizyonun başına geçip geç saatlere kadar haberleri izleyen birisi olmayacaktı evde. O odasında ders çalışırken, odasına hiç uğramasa bile salonda oturduğundan emin olduğu o adamın varlığı kaplamayacaktı hiçbir yeri. Eve geç geldiği gecelerde o dönene kadar bekleyen sert adam, kapıdan içeri adımı attığında da tek söz söylemeden yatmayacaktı artık.

Düşüncelerinden sıyrılmak için radyonun sesini birazcık daha açtı. Yine billur sesli kadın türkücü, o kahrolasıca türküyü söylüyordu. Farkında değildi ama bazı duyguları çok yoğun yaşadığı anlarda dinlediği her şarkı zihnine kazınır ve onları her dinlediğinde kendisine aynı duyguyu, aynı yoğunlukta yaşatırlardı. Bunu da öğrenecekti ve bütün şarkıların aslında aşk için yazılmıyor olduğunu da o an anlayacaktı. Yine de o akşam bu duyguyu kaldıramadı, radyoyu kapattı.

***

Kocaman bir pencerenin önünde, havaalanının o boğuk, neden olduğunu bilmediği bir şekilde puslu havasını soluyor, nefessiz kalıyordu. Hemen ilerisinde, o çok sevdiği adamı taşıyan ve karşısında kendisini küçücük hissettiren apartman büyüklüğündeki uçak az sonra yerinden kalkacak ve onu kocaman bir gerçeklikle baş başa bırakacaktı. Belki de ilk kez o an pişman oldu onunla beraber zaman geçirme fırsatlarını uyku, televizyon, bilgisayar gibi bahanelerle harcadığına, nedensiz yere de olsa ona sarılmaktan utandığına, hoşlandığı pek çok kızdan esirgemediği "seni seviyorum"unu ondan esirgediğine... Yine de o akşam, tıpkı yıllar öncesindeki gibi bir çocuktu. Yüreğine o taş çoktan oturmuş, boğazında bir şeyler çoktan düğümlenmişti bile. "Lütfen, birazcık daha!" diyemedi. Sadece yağmuru yararak havalanan uçağa içinden çocukça küfürler etti, hepsi bu.

15 Ağustos 2007 Çarşamba

Good

Yaşadığı her şeye rağmen iyi kalmış, hayat onu nereye sürüklerse sürüklesin yüzündeki tebessümünü korumuş, hep kötülere denk gelip de hâlâ bir şeylere inancını koruyabilmiş insanları seviyorum.

27 Temmuz 2007 Cuma

'I Just Shot John Lennon'

8 Aralık 1980 Pazartesi... New York'ta, Dakota binasının önünde, belki de insanlık tarihinin kaderini değiştirecek olduğunun farkında bile olmayan bir akıl hastası, kurbanını beklemekteydi. Bir cebinde Sallinger'ın The Catcher in the Rye kitabı, diğer cebinde Smith-Wesson marka bir silah ve elinde kurbanına imzalatmak için yanında getirdiği Double Fantasy albümü vardı.

Onu kapıda gördüğünde, imza almak için etrafını saran diğer hayranların arasına karıştı. "John, bunu imzalayabilir misin?" diye sordu ona. John çıkalı henüz bir ay bile olmamış albümünü imzalarken başka bir hayranı da, ertesi gün bütün gazetelerin sayfalarını süsleyecek olan, John Lennon ve katilinin içinde bulunduğu o kareyi ölümsüzleştiriyordu. Albümü, gün bitmeden katili olacak olan adama geri veren John, içinde kendisini eşinin beklediği limuzinine yürüdü ve "Walking on Thin Ice" şarkısının kaydı için son bir kez daha stüdyosuna doğru yol almaya koyuldu.

Mark David Chapman, Lennonlar'ın limuzini uzaklaşırken tedirgindi. Daha sonra ifadesinde de belirteceği üzere kişiliğinin bir yüzü okuduğu kitabın kahramanı olan Holden Caulfield'di ve John Lennon'ı o an vurmamış olma nedeni de, kişiliğinin bu yüzünün diğer yüzüne baskın gelmiş olmasıydı. İçindeki Holden Caulfield, cebinde bir silah olduğunun anlaşılması korkusuyla titremişti. Oysa henüz limuzin görünürden kaybolmadan, kişiliğinin diğer yüzü büyük bir hata yaptığını, orada beklemesi ve Lennon'u ne pahasına olursa olsun öldürmesi gerektiğini söyleyecekti. Kişiliğinin diğer yüzü -yine kendi ifadesine göre- şeytandı...

John ve Yoko o akşam bir yerlerde yemek yemeyi düşünseler de vazgeçmişler ve John'un oğlu Sean'u yatmadan önce görme isteği üzerine akşam on bir sularında eve dönmüşlerdi. O saate kadar, kişiliğinin iki yüzü arasında gelgitler yaşamış olan Mark, Yoko önünden geçerken ona başıyla selam verdi ve John'un arkasında durarak ona "Mr. Lennon" diye seslenerek beş el ateş etti. O beş mermiden, dördü John'u buldu, kalan tek mermi -belki de insanlık adına- reddetti o bedenin bütünlüğünü bozmayı. John merdivenlere yığılmış, Yoko ağlayarak vücudundan, ağzından kanlar fışkırmakta olan kocasına sarılmışken, Mark ise olan bitene bütün soğukkanlılığıyla şahitlik ediyordu. Apartmanın kapı görevlisi yanına gelip "Ne yaptığını sanıyorsun?" dediğinde bile verdiği cevap bu genç adamın şeytanın ta kendisi olduğunu kanaat getirmemize yetecek cinstendi: "I just shot John Lennon!*"

Apartman görevlisinin olayı polise bildirdiğini gören Mark, hiçbir şeye müdahale etmemiş, olay yerinden uzaklaşmamış ve olduğu yere oturup kişiliğinin diğer yüzünü daha iyi kavramak adına Sallinger'a sarılmıştı. Olay yerine gelen iki polis memurundan biri Mark'ın bileklerine kelepçe takarken, diğeri John Lennon'a koşmuştu. Hastaneye yetiştirilen Lennon'un o narin kalbi durmuştu ve bir daha atmayacaktı. Mark David Chapman tam da planladığı üzere John Lennon'un şöhretini çalarak dünyanın gündeminde kendine bir yer edinmişti. Barışı, insanlığı, dünyanın ancak ve ancak sevgiyle yaşanabilir bir hâle gelebileceğini savunanların nefretini kazanırken, masa altından birileri de ona alkış tutmuşlardı.

O günün üzerinden yirmi yediden fazla yıl, onlarca savaş, insanlık suçu sayılabilecek yüzlerce olay, onun yerini dolduramayan binlerce müzisyen ve daha niceleri geldi geçti. Birileri yine dünyanın bir yerlerine ekmek yerine demokrasi götürmeyi seçti, giden her demokrasi parçası binlerce ölümü getirdi, demokrasiler sınavlar verdi, savaşı destekleyen ülkelerin yandaşı hükümetler ezici oy oranlarıyla yeniden seçildiler. Belki de bunların hepsi çok normal, sadece benim anlam veremediğim şeyler. Ancak bütün bu olan biten yaşanırken, er ya da geç öldürülebileceğini bilen bir cesur daha çıksın, olan biteni eleştirsin, yeri gelsin 'deli'yi oynasın, yeri gelsin insanları ne kadar akıllı olduğuna inandırsın, var olana bir alternatif oluştursun ve insanın bitmek bilmeyen 'doğruyu arama' tutkusunda ona yardımcı olsun isterdim.

*John Lennon'u vurdum, hepsi bu.

Fragile

Günlerdir buraya hiçbir şey yazmıyorum. Pek çoğunuz bunun yazacak hiçbir şeyim olmadığından kaynaklandığını düşünmüş olabilirsiniz. Oysa insan en çok, bir şeyleri yazmayı çok çok isteyip de, kendini o şeyleri yazmaya yetersiz hissettiğinde susuyor.

Zayıfız, kırılganız...

14 Temmuz 2007 Cumartesi

Giden Gidene

On dakika içinde, yedi günlüğüne limanımdan ayrılmış olacağım. Açık denizde, püfür püfür esen rüzgârın altında biriktireceğim duyguları dönünce paylaşırım sizinle. Öpüyorum...

13 Temmuz 2007 Cuma

Mehmet Emir Kardeş


Çağrı junior'un basına yansıyan ilk resmi... Amcasına kurban olsun onun süt kokusuna! :)

Not: Tıklayınca büyüyor, büyüdükçe dudakların tatlılığı ortaya çıkıyor...

12 Temmuz 2007 Perşembe

Perdeler

Bugün size daha önce hiç kimseye anlatmadığım bir sırrımı anlatacağım. Birkaç yıl önce, bir dönem odama davetsiz misafirler geldi ve gittiler. Hepsinin yüzünde, adını hiçbir canlının tam olarak koyamayacağı aynı soğukluk vardı. Gözlerinin altları haddinden fazla mavi, geniş alınları buruşuktu ve istisnasız hepsinin yanakları dokunduğunuzda parmaklarınızı uyuşturabilecek kadar soğuk olurdu.

Aslında böyle şeylere eskiden beri inanmazdım. Ta ki birkaç yıl öncesinde, Sir William Buckett'ın hayalini gördüğümü düşündüğüm geceye kadar... On beşinci yüzyılda Londra'da bir malikânenin sahibiymiş. Göz alıcı bir bahçe, her biri ayrı bir işe koşan sayısız hizmetliler, içinde rahatlıkla kaybolabileceğiniz bir bina ve etrafında, her biri kadını olabilmek için çırpınan İngiliz hanımefendileri... Bir gece yarısı, bütün bu olan bitenden sıkılıp çatı katındaki odasında arsenik içerek intihar etmiş.

Kendisine çay ikram ettim, gülümsedi. Teşekkür ederek, artık fani şeylerin tadını alamadığından bahsetti. O günlerde reddettiği kadınlardan birini bulsa dudaklarından öpmek istermiş...

Ertesi gece ve ondan sonrakinde de hep Sir Buckett'ın gelmesini bekledim. Tıpkı ziyaretime geldiği gece gibi, açık penceremden içeri süzülmesini ve kendisiyle uyuyana kadar malikânesinden, Ortaçağ İngilteresi'nden falan konuşmak istedim. Uykuya karşı koyamadığımı gördüğü anda, yine penceremden karanlığa süzülmesi gerektiği bilebilecek kadar beyefendi biri olsa da, ziyaretime bir daha gelmedi...

Artık dönmesinden ümidimi kestiğim bir gece, müzik dinliyordum. Bilgisayarımın ekranının ışığı giderek keskinleşti ve bakmaya tahammül edemediğim anda da, bir ışık hüzmesi ile odama başka bir davetsiz misafir geldi. Kendisini Edgar Stamlitz olarak tanıtan bu adam, söylediğine göre Avusturya'nın değerini bilmediği bir bilim adamı olarak yaşamış. Her ne kadar somut olarak ortaya bir şeyler koyamamış olsa da, enerji, astoronomi ve fizik kuralları hakkında teoriler üretmeye çalışmış. Söylediğine göre çevresinde kendisini anlayan, söylediklerini ciddiye alan kimseler olmamış. Büyük bir yalnızlık içinde geçirdiği hayatını, trajik bir kaza sonunda kaybetmiş. Bir gece, evinin merdivenlerinden inerken tansiyonu düşmüş ve aşağı yuvarlanmış. Cansız bedenini ancak üç gün sonra, temizliğe gelen kadın bulmuş. Ölümüne de en çok o kadın üzülmüş.

İşin ilginç yanı tüm bunları bana anlatırken gülümsemesini sürdürdü. Benim yüreğim ise hakkında hiçbir şey bilmediğim bu adamın anlattıkları karşısında yufkalaşmıştı. "Yaşadıklarınız için çok üzgünüm" diyebildim. Buz gibi parmaklarını omzuma dokundurdu ve artık üzülmenin bir anlamı olmadığını söyledi. Üzülmek, sevinmek gibi şeyleri hissetmiyormuş artık. Yine de bir yerlere heykelini dikmiş olsalar, mutlaka gidip karşısında oturmak ve akşam esintisi altında onu izlemek istermiş.

Edgar'ın ziyaretime bir daha gelmeyeceğinden emindim. Çünkü ayrılmadan önce bunu kendisi bizzat söylemişti ve geçirdiğimiz kısa zamanda onu tanıyabildiysem sözüne güvenilir bir insandı.

O geceden sonraki merakım, bir sonraki ziyaretçimin kim olacağı oldu. Geceleri geç saate kadar uyumuyor, sürekli penceremi ve bilgisayarımı açık tutuyordum. Ancak yeni ziyaretçim onu beklediğim süre içinde ziyaretime gelmedi.

Uykuya dalmak üzere olduğum bir gece, dolabımda gürültüler duydum ve bütün normal insanlar gibi ilk önce içimde büyük bir korku hissettim. Eğer Sir Buckett'ı ve Edgar'ı tanımamış olsaydım, o kapağı sesler kesilene kadar da açmazdım. Üstelik sesler de içindeki şeyin büyük bir canavar ya da beni bir şekilde öldürmeye gelmiş bir katilmişçesine gelmiyordu. Nitekim kapağı açtığımda gördüğüm yüz, her ne kadar soğuk ve mavi de olsa, küçücük ellere sahip bir kız çocuğuna aitti.














Dışarı çıkınca bolca öksürmesini, havayı derin derin içine çekmesini bekliyordum. Oysa o, odama adımını atar atmaz kendisini tanıttı ve isminin kendisinin bile hiçbir zaman anlayamadığı ve artık anlamasına gerek kalmadığı şekillerle yazıldığını ve aslında "Sheng-Hui Kong" olarak telaffuz edildiğini söyledi. Dünyanın en kalabalık ülkesinde doğmuş, babasından bolca dayak yemiş, genelde evin en soğuk odasında uyutulmuş. Hep bir küçük kardeşi olmasını istemiş ama annesinden duyduğuna göre o dönemlerde, hükümdarları her ailenin sadece bir tek çocuğu olmasına izin veriyormuş. Kendisine neden kötü davranıldığını da, ancak geçirdiği sıtma hastalığı sonucu ihtiyaç duyduğu ilaçları temin etmeyen babasının kasıtlı ihmali sonucu can verdiğinde anlamış. Bugüne kadar defalarca gitmiş görmüş kendisinden sonra doğan erkek kardeşini. Onu pembe yanaklarından öpmeye de çalışmış ama dudakları, artık bir çocuğun yanaklarının tadını alamazmış.

Diğerlerinin aksine onun gitmesini hiç istemedim. Oysa uyku iyice sıkıştırmıştı ve neredeyse güneş doğacaktı. Kendisine belli etmedim ama tatlı Sheng ne kadar üzüldüğümü bile bile, hem Sir Buckett'ta, hem de Edgar'da gördüğüme benzer bir gülümsemeyle yeniden girdi dolaba. Ertesi sabah onu orada bulamadım.

Birkaç günümü Sheng için üzülerek geçirdim. Onu düşündükçe, insanların kendi kanlarından gelen birine karşı gösterdikleri acımasızlıklarını gördüm. Dünyanın en vahşi hayvanlarıydık belki de...

Eğer küçük Tale, birkaç gün daha erken gelmiş olsaydı, tahammül edemeyeceğim bir ruh hâline bürünebilir, belki de cinnet geçirebilirdim. Tahmin ediyorum ki, kendisi de bunu bildiği için, ancak Sheng için üzülmeyi bırakıp, kendimi hayatın akışına bıraktığımı gördükten sonra ziyaretime geldi.

Onu karşımda gördüğümde korkmadım diyemem. Oysa onun da yüzünde, önceki ziyaretçileriminkine benzer bir tebessüm vardı. Yine de bu ufaklık, damarlarımın tıkanmasına, soluksuz kalmama sebep oldu. Tamamen zararsız olduğunu anlamamın ardından bana kendisinden bahsetti. Çevresindeki herkesin koyu renkli olduğu bir yerde doğmuş, en büyük dertleri yemek bulmakmış. Devlet büyükleri savaş istiyorlarmış, ülkede yiyecekten çok silah görüyorlarmış. Bazen arkadaşlarıyla beraber, bazen de babasıyla yemek aramaya çıkıyormuş. Ama yemek diye bulup yedikleri şeylerin birinden zehirlenmiş, on gün dayanabilmiş. O öldü diye annesinden başka kimsecikler de üzülmemiş.

Yanaklarına dokunmama izin verdi. Önceden uyarmış olmasına rağmen bir çırpıda götürdüm parmaklarımı. Buz gibiydi, soğukluğu elimi acıttı. Daha da beteri o kadar zayıftı ki, neredeyse yüzüne, vücuduna bakmak gelmiyordu insanın içinden. Ona yemek getirmek istediğimi, dolabımda tatlı tatlı şekerler olduğunu söyledim. O da diğer misafirlerim gibi teklifimi reddetti. Artık bazı şeyler için çok geçti.

Tale için üzüntüm Sheng'e olan üzüntümden kısa sürdü. Galiba artık vahşetimize alışıyordum. Böyle gelmişti ya, sanki ben ne yaparsam yapayım böyle de gidecekti. Artık yeni bir ziyaretçimin olacağından da neredeyse emindim. Önemli olan, yeterince hazırlıksız olmamdı. Çünkü bu garip misafirler, ancak hazırlıksız olduğumu gördüğümde geliyorlardı.

Grace Millie Hamilton... Bütün ziyaretçilerim içinde aklımda en çok yer edeni. Gözlerinde ölmüş olduğuna imkân tanımayacağınız sıcacık bakışları, her bir tanesinde hayatın anlamını bir kez daha bulacağınız yumuşacık saçları, dokunmaya kıyamayacağınız güzel yanakları... Tıpkı öncekiler gibi donuk, soğuk da olsa bakmaya doyamayacağım güzelliği ile odama geldiğinde, artık kim gelirse gelsin etkilenmeyeceğimi düşünmeye başlamıştım bile. Oysa o, ismini söylerken, hayat dolu bakışlarını üzerime yöneltmişken kalbim ufalandı, parçalara ayrıldı. Sonra yeniden birleşti, bana bir şeyler anlatmak ister gibi çarptı.

Millie bekârdı, hep bekâr kalmıştı. Sadece bir kez âşık olmuştu ve hayatının son gününe kadar da aynı adamı sevmişti. Oysa aşkı onun kalbini kırmaktan öteye gitmemişti. Söylediğine göre zaten oldum olası dayanıksız bir kızdı. En ufak hastalığı bile günlerce onu yatağa mahkûm ederdi. Zavallı kalbi de, aşk acısına dayanamamış ve onu genç yaşında hasta etmişti. Günlerce yüksek ateşle yattığından, öksürdüğünde ağzından kan geldiğinden bahsetti. Ona dokunmak istedim. Ona sarılıp yaşadığı her şeyi unutturmak, her şeyin geçmişte kaldığına, kötü kaderin artık onun yakasını bıraktığına inandırmak istedim. Her hasta olduğunda iyi olması için canım pahasına uğraşacağımı, ona bir dert gelmesin diye yeri geldiğinde en ağır sıkıntıları çekmeye razı olduğumu, üzerine titreyeceğimi bilsin istedim. Onu hayatımın son gününe kadar kalbimde taşıyacağımı ve bir gün tıpkı kendisi gibi bir ölü olduğumda bile hiç bilmediğimiz insanların odalarında buluşabileceğimizi söyledim. Ama her şey için olduğu gibi, artık aşk için de çok geçti. Gördüğü bütün yüzler onun için artık aynıydı. Göğsümü delmek üzere olan kalbimi fark ediyordu ama onunki artık yerinde değildi.

Odamdan ayrılmadan önce üzerimi örttü. Uyumuyor olduğumu fark etmiş miydi, bilmiyorum. O gidene kadar beklediğimi ve gözyaşlarımı ancak o gittikten sonra akıttığımı hatırlıyorum.

O günden sonra başka ziyaretçim olmadı. Ben ise hâlâ yatağımda, odamın her köşesinde bir ses bekliyorum. Bir kez daha, hiç tanımadığım ama her seferinde benimsediğim yüzlerden birinin gelip aslında yıllar önce gördüklerimin sadece bir hayal olmadığını göstermelerini istiyorum. Her seferinde başka bir şey düşündürüp, artık iyice nasırlaşmaya başlamış, iyiden iyiye taşlaşmış, giderek gördüğüm ölülerinkine benzemiş kalbimi yumuşatsınlar ve bana yaşayan bir ölü olmadığımı, zihnimde, tam da algımın önünde, insanların düşündüğünün aksine bir perde olmadığını göstersinler istiyorum.

10 Temmuz 2007 Salı

Kurt Vonnegut - Mezbaha No. 5

Oğullarıma, ne olursa olsun asla bir katliama dahil olmamalarını ve düşmanların katledildiğine dair haberler aldıklarında da tatmin veya coşku duymamalarını söyledim.

***

Katliam makineleri üreten şirketler için çalışmamalarını ve böylesi makinelere ihtiyacımız olduğunu düşünen insanları küçümsediklerini dile getirmelerini de söyledim onlara.

***

"Tanrım, değiştiremeyeceğim şeyleri kabul etmek için dinginlik, değiştirebileceğim şeyleri değiştirmek için cesaret ve aradaki farkı anlamak için de bilgelik ihsan eyle bana."

Billy Pilgrim'in değiştiremeyeceği şeyler arasında geçmiş, bugün ve gelecek de vardı.

***

Başka bir defasında Rosewater'ın bir psikiyatra şunları söylediğini duydu Billy: "Bana öyle geliyor ki, siz psikiyatrların yeni yeni bir sürü şahane yalan uydurmanız gerekecek. Aksi takdirde insanlar artık yaşamaya devam etmek istemeyecekler."

***

Hayatta kalmak konusunda İngiliz şöyle demişti: "Eğer dış görünüşünüzle gurur duymamaya başlarsanız, ölüp gidersiniz." Birkaç kişinin şu şekilde öldüğüne şahit olmuştu: "Başlarını dik tutmamaya başladılar, sonra tıraş olmamaya ve yıkanmamaya, sonra yataktan hiç çıkmamaya, sonra da konuşmamaya. En sonunda ölüp gittiler. Bu konuda söylenecek te bir şey var: Ölmenin son derece kolay ve acımasız bir yoludur bu." Hadi geçmiş olsun.

Deep

Eğer bir gün bir başarı öyküsü yazacak olursam, gemimi oturduğu karadan nasıl kurtardığımı, fırtınalardan geçirip durgun denizlere, üzerinde martıların uçtuğu, yunusların yanımız sıra yüzdüğü maviliklere nasıl çıkardığımı anlatacağım.

Belki o zaman biraz olsun anlamaya başlarım kendimi...

Küçüğüm

Sanırım her kız çocuğu gibi, o da babasına bir parça âşıktı.

Onu bildim bileli elleri küçücük. Sanki başka birinin, daha kuvvetli, daha güçlü elleri olan birinin, ellerini tutmasına ihtiyacı vardı hep. Sanki ailesinin içinde daha bir sakınılan, daha bir sevilendi. Sanki o hiç büyümeyecek, hep evin orta yerinde, salondaki halının üzerinde, herkes başka bir işle uğraşıyorken bebekleriyle büyüyecek, aklına estikçe şarkılar söyleyecek ve en kötü zamanlarda bile yüzlerine tebessüm düşürecekti evdekilerin. Saçlarını okşayacaktı babası, yanaklarından öpecekti annesi. Üzerine yağan yağmurları durduracaklardı beraber, gözyaşlarını sileceklerdi.

Oysa hayatlar parça parça... Kız bir köşesinden tutuyor hayatı, bir tarafına bakıp oldu diyor, öbür taraftan, hiç beklemediği bir yerden bir tahta düşüyor, tutamıyor. Başka bir şeyi alıp yerine koyamıyor. Ağlıyor, alıştığını sanıyor ama gün geliyor, belki günün en güzel anında bir şekilde aklına geliyor, nefesi kesiliyor, göğsü daralıyor... Atamıyor.

Sonra gün geliyor, güneşi görüyor kız. Yüzüne vuran ışıkta kendisine bakıyor. Büyüdüğünü görüyor, gülümsüyor. Sonunda bitmenin de olduğu bir yolda, herkes gibi kendisinin de yürüdüğünü fark ediyor. Yoluna çıkan çiçekleri kokluyor, üzerine yağan yağmurları kovuyor. Ve o küçük kızımız, elleri hep küçücük kalsa da büyüyor...

Bunu sadece ben mi biliyorum, yoksa bütün dünya farkındaydı da, üstesinden gelemediğim küstahlığımla bu tespiti kendime mi yakıştırıyorum, bilmiyorum. Tek bildiğim, o kız içinde bir yerlerde, bir parça da olsa, babasına hâlâ âşık...

Empty

Kendi içinde kaybolmuş bir denizim. Yüzeyimin altında kocaman bir habitat...

Geç ısınıyorum, geç soğuyorum. Ne unutmayı becerebiliyorum, ne de kolayca sevmeyi. Statükoyu seviyorum, belki de kabuğumdan günlerce çıkmam birisi gelip elinde çubuk dürtmese. Isınmışken üşümek, üşüyorken ısınmak bile istemiyorum...

Açlığımın sınırlarını zorladığım olmuştur. Uykusuzluğumun da... Günlerce konuşmadığım ve günlerce gülmediğim... Kabuğumu seviyorum, yalnızlığımı da...

Birkaç gündür kendi kendimleyim, beynim bitmek bilmez bir nadasta. Bırakınız yazmayı, hiçbir şey düşünmüyorum bile. Zihnim günübirlik uğraşıların dışında hiçbir şeyi plânlamıyor. Boşum... İçimde de, dışardan görümdüğüm kadar yalınım.

Bazen nezaket örneği kelimelerin doğru olanlarını seçemiyorum. Konuşmanın orta yerinde bütün kıyafetlerimi çıkarıp kimsenin bilmediği kuzey doğuya koşmak istiyorum. güneş arkamdan vursun, soyulsun derim. İçimden benimle tıpatıp aynı başka bir ben daha çıksın. Bir kez daha göreyim bazı yazgıların ne kadar zor değiştirilebileceğini. Kendime kızayım, ağız dolusu söveyim de yine en sonunda, en çok kendimi seveyim...

Hayat, ölüm ve yaşamak... Hâlâ hangi köşesine daha yakınım bu üçgenin bilmiyorum. Ama sanırım hayattayım...

4 Temmuz 2007 Çarşamba

H. Mete Kardeş - Secret Smile

Dünyanın en tatlı çocuklarından biri olan yeğenim: H.Mete Kardeş.

Tembel

Üç gündür evde yalnızım ve evi gitgide bir çöp ev hâline getirmeye başladığımı düşünüyorum. İlk gün mutfakta yemek yedim, sofrayı öylece bıraktım. Ertesi gün acıktığımda, üzerinde önceki günün bulaşıkları yığılı olan mutfak masası bir seçenek değildi, ben de balkona geçtim. Bugünse, yemek yiyebileceğim bir yer kalmadı. Kara kara düşünüyorum 'ne yapsam?' diye.

Dünyanın en güzel şeyi tembellik. İçine girdikçe, etkisine daha çok kapılıyor insan.


2 Temmuz 2007 Pazartesi

Six Feet Under

Ne kadar yaşıyoruz? Ne kadar biliyoruz değerini soluduğumuz havanın, gördüğümüz güzelliklerin? Ne kadar farkındayız gülümseyen bir çocuğun, poposunu kıvıra kıvıra yürüyen bir kedinin, hiç tanımadığımız birinin bizi bir şekilde fark etmesinin, birinden 'teşekkür ederim' sözünü duymanın, birilerine hiç sıkılmadan 'seni seviyorum' demenin, gece herkesin uyuduğu saatte duygusallaşmanın, sabah hiç kimsenin uyanmamış olduğu saatte pencereye açıp gökyüzüne bakmanın, yağmurda ıslanmanın, kaptopu oynamanın, şehrin kışlarının ayaz sabahlarında tir tir titremenin, bir çocuğun gözündeki iki damla yaşın, aslında herkesin bir parça aciz, bir parça diğerlerine muhtaç olmasının güzelliğinin? Kendimizle savaşımızın, etiğin, estetiğin, onurun, gururun, fedakârlığın, şefkatin ve daha bir sürü şeyin...

Gün geliyor, belki hasta yatağında, belki trafikte... Belki kalp krizinden, belki böbrek yetmezliğinden... Her şeyi bir bir bırakıp gidiyor insan. Bir yanımız falan da kalmıyor bıraktığımız yerde. Uçuyoruz, birkaç gram hafifliyoruz, yine de ağırlaşıyor bedenimiz soğudukça... Kuşları göremiyoruz artık, bir akvaryuma sıkıştırılmış sandığımız koca bir habitat'tan mahrum kalıyoruz. Kimsenin gülümsemesini görmüyoruz, kimse ağlarken omzumuzu veremiyoruz. Bize ne kadar muhtaç olsalar da, sevdiklerimizin için o an, orada olamıyoruz. Artık sevemiyoruz....

Kocaman bir hayatı kısacık bir dizi yapmışlar, gece gece beni düşüncelere salmışlar...


30 Haziran 2007 Cumartesi

KPSS, ÖSYM... En güzeli MFÖ, ACDC

Son bir senedir bugüne hazırlanabilmek için uğraşıyorum. "Sınava daha çok var" ya da "son ay bi' bakarım toptan" demeden, ara ara tempomu iyice artırıp, zaman zaman da kendimi gevşetip, sevdiğim şeyleri yapıp içimdeki çocuğu şımartarak bugüne geldim. Bana ihtiyacı olan insanlardan "sınavlara hazırlanıyorum" dememeyi tercih ederek yardımımı da esirgemedim, laf aramızda.

Kader denilen şey, garip bir şey... Hep umulmadık, kafanızın başka hiçbir şeye yönelmemesi gereken anlarda önünüze bir engel çıkartıyor, siz boğuşuyorsunuz, aklınızın bir köşesi bir noktada sabitlenmişken, kalan kısmını asıl hedefiniz için yoruyorsunuz. Peki ya sonuç?

Henüz on yaşında, anadolu liseleri sınavlarına hazırlanıyorken annem beyin kanaması geçirdi ve o günden sonra da bu kader denilen şey peşimi hiç bırakmadı. O dönem, dünyada hiç kimseye güvenemeyeceğim kadar güvendiğim birinden beni, kendisine en çok ihtiyacım olan anda bir süreliğine alıkoydu. O eve ilk geldiği gün, elimde bir tarih kitabı vardı ve anadolu liseleri sınavına sadece bir-iki ay. Geçirmiş olduğum annesiz sekiz ay ise geçmişti, gerideydi.

Bir talihsizlik hep olacaktır ya, oldu da. Lise yıllarımda, üniversite yıllarımda hep sınav dönemlerimde, doğum günlerimde, kendimce özel saydığım, takvimde hiç kimse için özel olmasa da bir şeyleri değiştirmek, daha güzel yapmak için karar aldığım bütün özel günlerimde de bir talihsizlik geldi, bizi buldu ve adına yaşam coşkusu da denilen o şeyi aldı benden. Daha az eğlenen, daha çok düşünen, daha sıkılgan, ümit etmeyi sadece kendisine acı çektirmek için seçen, karamsar bir adam çıkardı bedenimden. Peki sonuç ne?

Yarın, 30 Haziran 2007... Annemi yine tüm şefkatiyle göreceğim gün. Kahvaltımı hazırlayacak, arkamdan dualar edecek, bütün anlayışlı, güleryüzlü hâlinde olacak, o an benden önemli hiçbir şeyin olmadığını bana hissettirecek. Babam sabah kalkacak, yine kendinden emin "sen yaparsın, heyecanlanma" diyecek, mutlaka normalde olduğundan çok harçlık verecek, çıkışta ne yapacağımla ilgilenecek, geç kalmamamı falan söyleyecek ve tüm bunları yaparken gözlerinde bana ne kadar çok güvendiğini göreceğim. Peki sonuç ne olacak?

Sınav sabahları, her ne kadar annemin saatini de kurmuş olsak da, kendi saatimi de mutlaka kurarım. Az önce de kurdum yine saatimi... Annemin beni kaldıracağı saatten on beş dakika kadar sonrasına. Son iki ayda yaşadığımız ve belki de ailemizin artık bir kaderi olmuş olan bütün sıkıntılara rağmen gücümü toplamalıyım. Annemin sesiyle uyanmalı, her ne kadar göstermelerinin o güne has olduğunu bilsem de, anne ve babamın içlerindeki duygularla büyülendiğimi onlara hissettirmeli, bana güveniyor olmalarının sınavda müthiş bir fark yaratacağına inanmasam da kendime benim de güveniyor olduğumu onlara gösterebilmeliyim.

Sonuçlar ise hep muamma. Ya batıyorsun ya da yüzeyde bir süre daha dalgalanmaya devam ediyorsun. Yine de güçlü olduğunu görmediğinde ve onlara da gösteremediğinde sıfırsın. En kötü sonuç da bu olsa gerek...

Anne, baba... Oğlunuz büyüdü, yarın sınavlara da girecek...

Not: Eşek kadar oldum, hâlâ tarih çalışmak zorundayım. Coğrafya da cabası...

29 Haziran 2007 Cuma

Portakal Kabuğu

Dünyayı kendime daha iyi bir yer yapabileceğime inandığım için onu hep sorguluyorum. Bir yerlerini beğenmiyorum, bir tarafına hep kusur buluyorum. İnsanlara bakıyorum, neden böyle olduklarını sorguluyorum, kimilerini çok seviyorum, kimilerine anlam veremiyorum. Yine de kimseye bütünüyle nefret beslemiyorum, onlarda beğenmediğim şeyleri hayatıma sokmamaya gayret ediyorum sadece. Mümkün olduğunca az hata yapmaya çalışıyor, mümkün olduğunca kafamdaki mükemmelliğe yakınlaştığımı hissediyorum.

Sonra bir bakıyorum hayatın ayrıntılarında takılıp kalmışım. O kendime çok daha iyi bir yer yapmaya çalıştığım dünya, ufacık tefecik rahatsızlıklarla bezenmiş, kararmış, azıcık ateş altında kalmış portakal kabuğuna benzemiş. Tadı azıcık güzel, ama asla o portakalı sularını ellerinden, yanaklarından damlata damlata yiyen adamlarınki kadar güzel değil.

Birazcık hunharca yaşamak gerek bazen. Kirlenmek güzeldir, değil mi?

27 Haziran 2007 Çarşamba

Özüt

Üniversitedeki hocalarımdan biri, bir gün "Her insanın içinde başka hiç kimsede olmayan, sadece o insana has, sadece ona özel, onun kimliğinin özünü oluşturan bir şey vardır." demişti. "Tandığım her yeni insanda, bütün öğrencilerimde hep onu arıyorum. Sadece o bir tek şey için, tanıdığım herkese değer veriyorum" diye de eklemişti.

Dersleri boyunca "Acaba bendeki o şeyin ne olduğunu görebilecek mi?" diye gözlerdim onu. Zaman zaman ben söz almış konuşurken ellerini çenesine götürür, bazen şakaklarını kaşır, çoğu kez de ben sözümü bitirdikten sonra bir iki saniye duraklayıp söylediklerim hakkındaki düşünceleri o anlık duraklama sonrasında dile getirirdi. Ben ise o anlık duraklamanın, bende aradığı, beni ben yapan o şeye olan arayışında attığı bir adım olarak düşünürdüm.

Şimdi o günlerin üzerinden uzun zaman geçti. Bendeki o şeyi, belki Metin Hoca buldu. Belki her gün, bazıları o şeyin ne olduğu hakkında bir fikir yürütüyor, belki kimisi gerçekten buluyor, kimisi bulduğunu sanıyor, kimisi hiç iplemiyor. Ama ben, rüzgarın sürüklediği neşeli geminin kaptanı o şeyin ne olduğunu hâlâ bulabilmiş değilim.

Heart Shaped Box

Ben kapalı bir kutuyum. Pek çok kişi sadece bir tek yüzümü biliyor. Dostlarım bir gün beni tanıdıklarını düşündülerse de, bu birkaç nedenle olmuştur: Ya çok neşeli, her sohbetten bir komedi çıkartabilen, bütün kusurlarına gülüp, hayatın kendisine oynadığı oyunların arka planına kendince müzikler yerleştirebilen, biraz pervasız, biraz vurdumduymaz hâlimi görmüş, benimsemişlerdir; ya müziklerimi, yazılarımı incelemişler, hayatı algılayışımdaki sancıları, yalnızlıklarımı, yitirilmişliklerimi, yazgımı sorgulayışımı görmüşler ve beni anladıklarını düşünmüşler; ya da çevremizde kimsenin olmadığı, kendimi tamamen kendilerine adayabildiğim dakikalarda bizzat benim ağzımdan beni dinlemişler, aslında bütün kalbimle inandığım şeylerin olduğuna, onları dile getirirken sesimin nasıl titrediğine, çocuk kalbimle ve bütün saflığımla dünyanın bir gün çok çok iyi bir yer olabileceğine olan inancıma şahit olmuşlardır da, beni tanıdıklarını düşünmüşlerdir. Oysa düşünüyorum da ne yazılarımı okuyan, müziklerimi tanıyanlarla görüşüp dost olmaya ve neşeli yönümü göstermeye, ne beni neşeli bilenlere daha inançlı, daha çocuk yüzümü göstermeye, ne de bir gün oturup kalbimi açtığım insanlarla bir daha görüşmeye cesaret edebilmişimdir. Hayatım sanki insanlara bütün yüzlerimi göstermekten çekinerek, beni daha kolay algılayabilecekleri hâlimi gözlerinin önüne sermek, idraki ve intibakı daha zor olanları ise şapkamın içinde saklamakla geldi geçiyor.

Sanırım bir iki tane de olsa gerçek dostlarım var. Onlar da karmaşık hayatımın iç içe geçmiş vektörlerinin bileşkesini görmüş olanlardır. Ve geri kalanlar için tamamen kapalı bir kutuyum ben...