30 Haziran 2007 Cumartesi

KPSS, ÖSYM... En güzeli MFÖ, ACDC

Son bir senedir bugüne hazırlanabilmek için uğraşıyorum. "Sınava daha çok var" ya da "son ay bi' bakarım toptan" demeden, ara ara tempomu iyice artırıp, zaman zaman da kendimi gevşetip, sevdiğim şeyleri yapıp içimdeki çocuğu şımartarak bugüne geldim. Bana ihtiyacı olan insanlardan "sınavlara hazırlanıyorum" dememeyi tercih ederek yardımımı da esirgemedim, laf aramızda.

Kader denilen şey, garip bir şey... Hep umulmadık, kafanızın başka hiçbir şeye yönelmemesi gereken anlarda önünüze bir engel çıkartıyor, siz boğuşuyorsunuz, aklınızın bir köşesi bir noktada sabitlenmişken, kalan kısmını asıl hedefiniz için yoruyorsunuz. Peki ya sonuç?

Henüz on yaşında, anadolu liseleri sınavlarına hazırlanıyorken annem beyin kanaması geçirdi ve o günden sonra da bu kader denilen şey peşimi hiç bırakmadı. O dönem, dünyada hiç kimseye güvenemeyeceğim kadar güvendiğim birinden beni, kendisine en çok ihtiyacım olan anda bir süreliğine alıkoydu. O eve ilk geldiği gün, elimde bir tarih kitabı vardı ve anadolu liseleri sınavına sadece bir-iki ay. Geçirmiş olduğum annesiz sekiz ay ise geçmişti, gerideydi.

Bir talihsizlik hep olacaktır ya, oldu da. Lise yıllarımda, üniversite yıllarımda hep sınav dönemlerimde, doğum günlerimde, kendimce özel saydığım, takvimde hiç kimse için özel olmasa da bir şeyleri değiştirmek, daha güzel yapmak için karar aldığım bütün özel günlerimde de bir talihsizlik geldi, bizi buldu ve adına yaşam coşkusu da denilen o şeyi aldı benden. Daha az eğlenen, daha çok düşünen, daha sıkılgan, ümit etmeyi sadece kendisine acı çektirmek için seçen, karamsar bir adam çıkardı bedenimden. Peki sonuç ne?

Yarın, 30 Haziran 2007... Annemi yine tüm şefkatiyle göreceğim gün. Kahvaltımı hazırlayacak, arkamdan dualar edecek, bütün anlayışlı, güleryüzlü hâlinde olacak, o an benden önemli hiçbir şeyin olmadığını bana hissettirecek. Babam sabah kalkacak, yine kendinden emin "sen yaparsın, heyecanlanma" diyecek, mutlaka normalde olduğundan çok harçlık verecek, çıkışta ne yapacağımla ilgilenecek, geç kalmamamı falan söyleyecek ve tüm bunları yaparken gözlerinde bana ne kadar çok güvendiğini göreceğim. Peki sonuç ne olacak?

Sınav sabahları, her ne kadar annemin saatini de kurmuş olsak da, kendi saatimi de mutlaka kurarım. Az önce de kurdum yine saatimi... Annemin beni kaldıracağı saatten on beş dakika kadar sonrasına. Son iki ayda yaşadığımız ve belki de ailemizin artık bir kaderi olmuş olan bütün sıkıntılara rağmen gücümü toplamalıyım. Annemin sesiyle uyanmalı, her ne kadar göstermelerinin o güne has olduğunu bilsem de, anne ve babamın içlerindeki duygularla büyülendiğimi onlara hissettirmeli, bana güveniyor olmalarının sınavda müthiş bir fark yaratacağına inanmasam da kendime benim de güveniyor olduğumu onlara gösterebilmeliyim.

Sonuçlar ise hep muamma. Ya batıyorsun ya da yüzeyde bir süre daha dalgalanmaya devam ediyorsun. Yine de güçlü olduğunu görmediğinde ve onlara da gösteremediğinde sıfırsın. En kötü sonuç da bu olsa gerek...

Anne, baba... Oğlunuz büyüdü, yarın sınavlara da girecek...

Not: Eşek kadar oldum, hâlâ tarih çalışmak zorundayım. Coğrafya da cabası...

29 Haziran 2007 Cuma

Portakal Kabuğu

Dünyayı kendime daha iyi bir yer yapabileceğime inandığım için onu hep sorguluyorum. Bir yerlerini beğenmiyorum, bir tarafına hep kusur buluyorum. İnsanlara bakıyorum, neden böyle olduklarını sorguluyorum, kimilerini çok seviyorum, kimilerine anlam veremiyorum. Yine de kimseye bütünüyle nefret beslemiyorum, onlarda beğenmediğim şeyleri hayatıma sokmamaya gayret ediyorum sadece. Mümkün olduğunca az hata yapmaya çalışıyor, mümkün olduğunca kafamdaki mükemmelliğe yakınlaştığımı hissediyorum.

Sonra bir bakıyorum hayatın ayrıntılarında takılıp kalmışım. O kendime çok daha iyi bir yer yapmaya çalıştığım dünya, ufacık tefecik rahatsızlıklarla bezenmiş, kararmış, azıcık ateş altında kalmış portakal kabuğuna benzemiş. Tadı azıcık güzel, ama asla o portakalı sularını ellerinden, yanaklarından damlata damlata yiyen adamlarınki kadar güzel değil.

Birazcık hunharca yaşamak gerek bazen. Kirlenmek güzeldir, değil mi?

27 Haziran 2007 Çarşamba

Özüt

Üniversitedeki hocalarımdan biri, bir gün "Her insanın içinde başka hiç kimsede olmayan, sadece o insana has, sadece ona özel, onun kimliğinin özünü oluşturan bir şey vardır." demişti. "Tandığım her yeni insanda, bütün öğrencilerimde hep onu arıyorum. Sadece o bir tek şey için, tanıdığım herkese değer veriyorum" diye de eklemişti.

Dersleri boyunca "Acaba bendeki o şeyin ne olduğunu görebilecek mi?" diye gözlerdim onu. Zaman zaman ben söz almış konuşurken ellerini çenesine götürür, bazen şakaklarını kaşır, çoğu kez de ben sözümü bitirdikten sonra bir iki saniye duraklayıp söylediklerim hakkındaki düşünceleri o anlık duraklama sonrasında dile getirirdi. Ben ise o anlık duraklamanın, bende aradığı, beni ben yapan o şeye olan arayışında attığı bir adım olarak düşünürdüm.

Şimdi o günlerin üzerinden uzun zaman geçti. Bendeki o şeyi, belki Metin Hoca buldu. Belki her gün, bazıları o şeyin ne olduğu hakkında bir fikir yürütüyor, belki kimisi gerçekten buluyor, kimisi bulduğunu sanıyor, kimisi hiç iplemiyor. Ama ben, rüzgarın sürüklediği neşeli geminin kaptanı o şeyin ne olduğunu hâlâ bulabilmiş değilim.

Heart Shaped Box

Ben kapalı bir kutuyum. Pek çok kişi sadece bir tek yüzümü biliyor. Dostlarım bir gün beni tanıdıklarını düşündülerse de, bu birkaç nedenle olmuştur: Ya çok neşeli, her sohbetten bir komedi çıkartabilen, bütün kusurlarına gülüp, hayatın kendisine oynadığı oyunların arka planına kendince müzikler yerleştirebilen, biraz pervasız, biraz vurdumduymaz hâlimi görmüş, benimsemişlerdir; ya müziklerimi, yazılarımı incelemişler, hayatı algılayışımdaki sancıları, yalnızlıklarımı, yitirilmişliklerimi, yazgımı sorgulayışımı görmüşler ve beni anladıklarını düşünmüşler; ya da çevremizde kimsenin olmadığı, kendimi tamamen kendilerine adayabildiğim dakikalarda bizzat benim ağzımdan beni dinlemişler, aslında bütün kalbimle inandığım şeylerin olduğuna, onları dile getirirken sesimin nasıl titrediğine, çocuk kalbimle ve bütün saflığımla dünyanın bir gün çok çok iyi bir yer olabileceğine olan inancıma şahit olmuşlardır da, beni tanıdıklarını düşünmüşlerdir. Oysa düşünüyorum da ne yazılarımı okuyan, müziklerimi tanıyanlarla görüşüp dost olmaya ve neşeli yönümü göstermeye, ne beni neşeli bilenlere daha inançlı, daha çocuk yüzümü göstermeye, ne de bir gün oturup kalbimi açtığım insanlarla bir daha görüşmeye cesaret edebilmişimdir. Hayatım sanki insanlara bütün yüzlerimi göstermekten çekinerek, beni daha kolay algılayabilecekleri hâlimi gözlerinin önüne sermek, idraki ve intibakı daha zor olanları ise şapkamın içinde saklamakla geldi geçiyor.

Sanırım bir iki tane de olsa gerçek dostlarım var. Onlar da karmaşık hayatımın iç içe geçmiş vektörlerinin bileşkesini görmüş olanlardır. Ve geri kalanlar için tamamen kapalı bir kutuyum ben...

26 Haziran 2007 Salı

Batsın Bu Dünya!

Dünyada bana sıkıntı veren şeyleri düşünüyorum: Evde misafir varken gönlümce takılamamak, misafirin çocukları bilgisayarıma saldırdığında yufka yüreğimi dinlemek ve onlarla saatlerimi harcamak, benden bir şeyler yapmamı bekleyen insanların tek kaş hareketiyle o şeyi yapmaya koyulmak, akşam saat yedide arayıp beni buluşmaya davet eden arkadaşlara hazırlanma sürem, giyecek ütülü bir şeyimin olup olmadığı gibi kriterleri gözden geçirdikten sonra vereceğim cevabı bulmaya çalışrken duyduğum "abi, iki dakikada kızılaydasın" ya da "bi' tişört giy gel, burada herkes rölaks" gibi gaza getirici cümlelere direnememek, blog'uma yazmaya karar verip, saçma sapan şeyler yazıp, yazdıklarımdan pişman olduktan sonra sayfayı kapat tuşunun yeterli olmaması, yazdıklarımı bir de otomatik kaydedici zıkkımı yüzünden "gönderileri düzenle" kısmından silmem gerekmesi, yazdığım her şeye bir başlık bulmak zorunda olmak, başlık bulamadığım şeylerin yazının ilk birkaç kelimesi ile temsil edilmesi...

Hayat ne zormuş!

'Anne, ben tikky oldum!'

Birkaç gündür kendime yeni yeni giyecekler alıyorum. Ayakkabı, tişörtler, bir şapka... Hatta birilerinden hediye almaktan utanan, çekinen biri olsam da, ilk kez ortaya çıkardığım bencilliğimi takınarak, bana saat hediye etmeyi düşünen aile fertlerimi zorda bırakacak bir kararla değeri yüz milyonlarla ölçülen bir saat beğendim. En kısa zamanda odama bir duvar saati, masama da yeni bir kalemlik alacağım. Neler oluyor bana hiç bilmiyorum? Galiba bir yerlerde bastırdığım bir hüzün var, bir 'tikky' gibi mağazalara saldırıyorum.

Bak şimdi de üzüldüm şu tikky'lere, meğerse ne çok hüzünleri varmış ki harca harca bitmiyor!

24 Haziran 2007 Pazar

Berber Muhabbetleri

Berberimin bir çırağı var. Bir türlü aşamadığım resmiyetimden olsa gerek, henüz on sekizinde bu delikanlıya "n'aber Murat?" veya "Bu ne hâl böyle, çok mu yoruyor usta seni?" gibi samimi laflar söylememem. Onunla sanki ben bir Türk Büyükelçiliği'nde saygıdeğer bir ateşe, kendisi de öğle yemeğimi yiyebilmek için gittiğim lüks restoranın şef garsonuymuşcasına yapay, resmî ve soğuk bir muhabbet içerisindeyim.

Dedim ya dün saçlarımı kestirdim diye, ben sıra beklerken tıraş olan adamın Murat'la konuşmalarına dikkat ettim. "Murat, oğlum, nerdeydin geçen hafta?", "Murat sen lise terktin değil mi?" ya da "Yahu Murat, senin bu kollarındaki kesikler de nereden çıktı böyle?" gibi şeyler soruyor adam. Murat da bütün samimiyetiyle saygısından kusur etmeden cevaplıyor sorularını.

Anlattığına göre Çinçin Mahallesi'nde oturuyor Murat, bir sürü kardeşi var. Ortaokuldan öğretmenlerinin zoruyla, son birkaç ayda okula gitmeyerek, zayıf derslerini kurulda geçerek bitirmiş. Çocukluğundan beri çalışıyor. Önce bir hurdacının yanında çalışmış, sonra Ankara'nın küçük atölye işletmelerinin bulunduğu Siteler'de ve daha bir sürü yerde... En son da benim berberin yanında çalışmaya başlamış, berber de onu çıraklık okuluna gönderiyor. Dersleri sevmiyor, söylediğine göre aklına girmiyor, her şeyi unutuyor. Devamsızlık yapıp hepsi kendisi gibi Müslüm, Ferdi, Orhan dinleyen arkadaşlarıyla delikanlılık yapıyor, içiyor. Berberden duyduğum kadarıyla arkadaşları tiner çekiyor, onun deyimiyle Murat içlerinde en normali. Tabi müzik dinlerken kendinden geçince kollarına attığı jiletlerin izlerini saymazsak.

Kendi kazandığı parayla bir sivri burun, süet ayakkabı almış, 40 YTL'ye. Tıraş olan adamın ricası üzerine getirdi gösterdi. Kumaş pantolonunu, gömleğini giyip sevdiği kızla buluşacakmış. "Ben böyle kot tişört gelsem sizin oralara, beni yabancılar mı insanlar?" dedi adam, "abi ne demek gel, misafirimizsin başımın üstünde yerin var" dedi Murat. Sabahları mahallesinde camı kırılan araçların olduğunu gördüğünü, içlerinden oto teypleri başta olmak üzere bulabildikleri değerli şeylerin çalınmış olduğunu da eklemeyi unutmadı. Ankara'nın Teksas'ıymış oralar.

Onlar konuşurken kendimi, içine kapanıp kaldığım dünyamı daha net görme fırsatım oldu. Onlar konuştukça biraz daha kapanıp kaldım, biraz daha yalnız kaldım. Hayat bir yerlerde yaşanıyor birileri tarafından. Bizse köşemize çekilmiş, onunla ilgili gözlemler yaparak, çıkarımlarda bulunarak, bildiklerimizi büyük bir sahtelikte birbirimizle paylaşarak rahatlatıyoruz vicdanlarımızı...



Rockstar

Dün saçlarımı kestirdim. Kısa saçlı hâlim bana hep bir rockstar olabileceğim hayalinin hâlâ gerçekçi olduğu günlerimi hatırlatıyor, beni heyecanlandırıyor. Yine de ayın yarısında kısa kalan saçlarımın, kalan yarısında uzamasına ve beni bu hayallerimden koparmasına göz yumuyorum. Biliyorum ki hayat da böyle; bazı şeylere inanıyorsun, o inancınla bir şeylere tutunuyorsun ama inancını yaşatacak şey o tutundukların olmuyor. Pek çok kez kendinle, aynada gördüğün o küskün insanla başbaşasın ve yalnızsın. Bunu zaman zaman hatırlamakta fayda var sanırım.




23 Haziran 2007 Cumartesi

Şeyler Arasında

Sanırım bu şehirden en çok yaz aylarında nefret ediyorum. Herkes bir yerlere gidiyor, herkesin kendilerinden başka kimseyi ilgilendirmeyen planları var, hiçbirine dahil değilim, henüz yaz için belirli planlar yapabilecek kadar da rayında değil hayatım. Ama bu şehirden en çok yaz aylarında nefret etmemin nedeni bunların hiçbirisi değil.

Markete alışverişe, saç tıraşı olmak için berbere, arkadaşlarla buluşmak için otobüs durağına gideceğim ve hiçbirinde sıra beklemeyeceğim. Gittiğim yerlerin hiçbirisinde, kışın görmeye alıştığım kadar çok olmayacak o yüzlerden. Her gittiğim yer, bana bir parça daha yalnızlığımı, bir parça daha kimsesizliğimi hatırlatacak. Baktığımda görmeye alıştığım kalabalık silinecek, tüm insanlar sanki doğru olan buymuş gibi uzakta olacak, ben ise çok büyük bir yanlış yapıyor olup olmadığımı sorgulayarak yine bu şehirde, yine bu boşlukta olacağım.

Dikkat ediyorum da, o çok özlediğim denize gitmek de gelmiyor içimden, artık deniz kokusunu da alamıyorum gittiğim yerlerde. Sahiller dolmuş, insanların kuru gürültüleri dünyanın en güzel sesini, dalga seslerini bile bastırıyor. Gemileri özlüyorum. Denizin orta yerinde tek başına, dimdik ayakta duran ve bana umut veren, bana aslında benim de kendi gemimi okyanusun ortasında yürütebileceğimi anlatan, özenle süslenmiş, işlemeli, tahtası en kalitelisinden olmasa da göz alıcı güzelliğe sahip gemileri özlüyorum.

Sonbahar gelsin, yine aynı kalabalık dolsun şehre. Benimle aynı yalnızlığı paylaşan, tıpkı benim gibi ona tahammül edemeyen insanlar olsun çevremde. Hep beraber nefret ederken aynı şeyden, birazcık daha ait hissedelim kendimizi ona. O kalabalıkta bir şey olayım, şeyler arasında...

22 Haziran 2007 Cuma

Empati

Bugün Jale ile kalabalık trafikte sıradan şerit değiştirmelerimden birini yaparken acı bir fren sesi duydum. Sağ arkamda lacivert bir küçük kasa araba, içinde de üniversite öğrencisi olduğunu düşündüğüm bir genç kız vardı. Jale'nin gayet uzağında durabilmiş olsa da, yüzündeki şoku görebildim kızın ve anlık bir empati ile aynı şoku ben de yaşadım. O an elimle 'özür dilerim' işareti yapmak (ki nasıl oluyor bilmiyorum), mahcubiyetimi göstermek için bir jest takınmak ve hatta inip iyi olup olmadığını sormak istedim. Eve kadar da bunları yapamamış olmanın sıkıntısı ile sürdüm Jale'yi.

Sanırım
empati kurabilmeyi -birazcık daha- başarabilmiş bir toplum olsaydık, 'muhasır medeniyetler seviyesi'ne çoktan varmış olacaktır.

Ayrıca evet, arabamızın adı Jale.

21 Haziran 2007 Perşembe

Makarna

Giyeceklerimi askıya asmaya, kitaplarımı derli toplu tutmaya, odamı sık sık toparlamaya, zaman zaman sokağa çıkmaya, sokağa çıktıysam eve dönmeye, hatta zaman zaman sınavlarda soruları çözmeye, uyanmaya, tuvalete gitmeye ve hatta yemek yemeye üşendiğim oluyor.

Ama canım gerçekten istiyorsa, saat kaç olursa olsun, makarna pişirmeye asla üşenmiyorum.

Haz

Mutlaka yapmam gereken bir işim olduğunda, yaptığım diğer şeylerden normal zamanlardakine göre daha fazla zevk alıyorum. Ders çalışmam gerekiyorken en anlamsız internet sitelerini gezmekten, yetiştirmem gereken bir çeviri olduğunda televizyonda timsahlarla ilgili belgesel izlemekten ve erken kalkmak için uyumam gerekiyorsa MSN'den sağa sola saçma sapan -ama komik- ikonlar göndermekten aldığım hazzı, herhangi bir zamanda kitap okurken, televizyonda spor müsabakası izlerken, sevdiğim insanlarla pişpirik oynarken alamıyorum.

Tanrı arada sırada dürtsün beni, unutmasın...

Tutsak

Çocukluğumdan beri -içimden- kendimle ve insanlarla sık sık konuşurum. Onlara aslında hiç söyleyemeyeceğim şeyleri söyler, aslında hiç yapmayacağım şeyleri yaptığımı hayal eder, onları ilk gördüğüm yerde bu düşüncelerimi gerçekleştirme kararı alır ancak kısa bir süre sonra da bu kararlarımı aşırı duygusallıkla verdiğim anlık tepkiler olarak görürüm. Büyüdükçe bile, her ne kadar bu konuşmalarımın hiçbir zaman ses tellerimde titreşip dışarı çıkacak kelimelere bürünmeyeceğini bilsem de bu huyumdan vazgeçmedim. Gemimde oturup, gökyüzüne bakarken kurduğum bütün bu düşler, bana en sonunda ne kadar yalnız olduğumu hatırlatsalar da, aslında beni yalnızlığımdan koparıp alan şeylermiş meğer.

En iyi dostlarım kalbimin içinde ve sadece benim istediğim şekilde görünmek gibi bir tutsaklıkta yaşıyorlar..

İnsan ve Doğa

Dünyanın en vahşi hayvanı insandır benim gözümde. Diğer canlıları yok ediyor, kaynaklarını bilinçsizce tüketiyor, kendi nesline bile gözünü kırpmadan kıyıyor... Yakın bir tarihte doğa ile savaşını, belki de yüzyıllar sonra 'bir zamanlar dünya üzerinde insanlar yaşamışlardı' diye anılacak bir felaket ile sonuçlanacak şekilde kaybedecek.

Düşünüyorum da kendi doğamla savaşımda da bu kadar aciz değil miyim?

Çizgi Film

Hâlâ çizgi filmlerden kopamamış koca bir adam olduğumdan mıdır bilinmez, hayattaki insanlardan da en az çizgi film karakterleri kadar basit olmalarını bekliyorum. Sevinirlerse gözleri açılsın, gülsünler; üzülürlerse yüzleri düşsün, dudakları büzülsün. Ya iyi olsunlar, ya kötü... Ve artık beni bu kadar yormaktan vazgeçsinler.

Bir de kafamı Tom karıştırır, bu kadar kötüyken bu kadar sevimli nasıl olabiliyor?

Kitap

Yakın tarihi dizilerden, kibarlığı sokaktaki insanlardan, görgüyü sadece aileden, tutkuyu sevgiliden, aşkı filmlerden, sanatı belediyenin sağa sola diktiği heykellerden, acıyı çiğ köfteden, hikâyeleri mahalledeki ağabeylerden öğrenenlere inat kitap okuyorum. Büyüyeceğim, adam olacağım.

20 Haziran 2007 Çarşamba

İnsan

Herkesin beğendiğinden nefret etmek, kimsenin beğenmediğini yere göğe sığdıramamak gibi takıntıları olan insanları, kalabalık bir otobüste boş yer olmasına rağmen ayakta durmayı tercih edip de bütün yerler doluyken kendisine yer vermeyenlere vicdan azabı çektirmek için dik dik bakan insanlara benzetiyorum. Böyle insanlarla karşılaşınca da kendimi, karşı çıktıkları bütün felsefelerin en hakiki savunucusu olarak buluyorum.

Hepimiz az da olsa birbirimize benziyoruz, değil mi?

TV-Radio

Bazen televizyon izleyebilecek kadar aptal, bazen de televizyon izlemeyi çok güzel bir şekilde başarabilecek kadar zeki hissediyorum. Bazı dizilerin bir sahnelerini bile kaçırmadan izleyip, bazılarına burnumu çok fena kıvırıyorum. Bazen televizyon dinleyicisi olduğumu fark edip sıkılmadan radyo da dinleyebileceğimi düşünüp seviniyor, bazen de bütün bunları yaparken harcadığım zamanı düşünüp üzülüyorum. Bütün bunları yaparken sevdiğim televizyon dizilerinin akışından kopmuyorum.

Ben bir süper kahramanım...

Hayır

Zamanımı benden başka kişiler için ayırmayı sevmiyorum. Dünyanın en büyük keyiflerden biri hiçbir şey yapmadan tembellik yapmaksa bu hakkımı kullandığımı gören birinin, bir işin ucundan tutmamı istemesini bir küfür olarak algılıyorum, dudaklarım büzülüyor, kulaklarım kızarıyor. Bazen de bu duygu hiç olmadık bir şekilde açığa çıkıyor, insanları üzüyorum ve sonrasında pişman olarak benden istediklerinin iki katını yaparak gönüllerini almaya çalışıyorum.

Sanırım en büyük meziyet 'hayır' demeyi öğrenebilmek...

Uyku

Gece uykuya direnmeyi seviyorum. Bazen anlamsız şeylerle oyalanarak, bazen gözlerim kapanıyor da olsa birkaç sayfa daha okumak için çırpınarak yatma saatimi geciktirmek hoşuma gidiyor. Hatta zaman zaman yatmış olduğum hâlde saatin erken olduğuna kanaat getirip kalkıp bir şeyler atıştırdığım, normal vakitte göz bile atmayacağım televizyon programlarını merakla izlediğim, dünyanın sonunun nasıl geleceği, anonim şarkıların gerçek bestecilerinin nasıl göründükleri, o an dünya üzerinde kaç kişinin benimle aynı şeyi düşündüğü gibi cevaplarını bulamayacağım sorular üzerinde düşündüğüm oluyor.

Sonra sabah oluyor, uyanıyorum ve birazcık daha uyumak istiyorum, uyumasam da gözlerimi sıkı sıkı kapatıp yatağımın içinde bekliyorum. Böyle bir dünyaya uyanmamalı...

Tıp

Dikkat ediyorum da, bacaklarım vücuduma göre daha çabuk soğuyor, daha çabuk ısınıyor. Hafifçe üşüsem mutlaka hapşuruyorum, burnum üşüyünce akıyor, soğuktan sıcağa geçince gözlerim yaşarıyor. Alerjim olsa gerek, toza, baharata dayanamıyorum, burnum içli içli kaşınıyor. Bir kez ameliyat oldum, yara izim yok.

Keşke kalbimi de bu kadar iyi tanıyabilseydim...

19 Haziran 2007 Salı

Dipsiz Kuyu

Kurukafalarla süslenmiş siyah tişörtler giysem yine yazın en sıcak gününde, en sert müzikleri dinlesem, kendi kusmuğumda boğulana kadar içsem. Yeniden çok kızabilsem bazı şeylere, yeniden öfke duysam. Bana benzemeyen, beni anlamayan, benim gibi olmayanlar tez elden ölsün isteyebilsem. Bir şeyler oldu yumuşadı kalbim eskisinden de çok, belki de ihtiyarladım. Dün otobüste kimseyi rahatsız etmemek için dinlediğim müziğin sesini kendimin bile zor duyabileceği kadar az açmış olduğumu fark ettim.

Duyarlılaştıkça bunalıyorum, bunaldıkça hassaslaşıyorum. Birilerine çok fena sövesim var...

Nirvana Örme

Lise çıkışlarında görürdüm tabelasını bu dükkânın. İçimi garip bir trajikomedi kaplardı. Şimdi büyüyüp hayallerimin hiçbirinin gerçekleşmemiş olduğunu görünce daha iyi anlıyorum o günlerdeki ruh halimi. Sanırım korkuyordum ve tüm korkularım gerçek oldu. Koskoca bir felsefe, bizim ülkemizde ancak bir biçki-dikiş dükkânına isim olabiliyor, ötesine gitmiyor. O zamanlar müzisyen olmak isterdim, bir süre de yazarlık hayalimi kovaladım. Oysa şimdi sadece kendi gemimin kaptanıyım.

Dünya hayallerimizi sığdıramayacağımız kadar küçük bir yermiş...

Hollywood

Yapmacık üzüntüleri sevmiyorum. Kahkahayla gülerken birden durulanları, gülmek istediği halde kahkahasını bastıranları anlamıyorum. En gürültülüsünden bir kahkaha atmadım epeydir, doya doya ağlamadım da. Giderek hayatın sıradanlığına benzedim. Oysa bir Hollywood filmi olsam, önce ölümden dönsem, sonra aşık olsam, aşkımı yitirsem, ölmek istesem; ama en sonunda kemanlı bir müzik eşliğinde deniz kızımın dudağına bir öpücük kondursam.

Çok film seyrettin oğlum...

Kahve

3'ü bir aradalardan hoşlanmıyorum. Zaman zaman Kolombiya'ya yerleşip bir tarla satın almayı ve kahve yetiştirmeyi düşünüyorum. Tek tek toplayıp, çekirdeklerini bardağımda ezip, koyuluğunu istediğim gibi ayarlamadıkça içtiğim şey kahve gibi gelmeyecek, gelmiyor da.

Hayattaki bu sahteliklerden sıkıldım, nefesim kesiliyor.

Masallar

Sevdiğim şeylerin bir listesini yaptım: Makarna, aşk, şarap, deniz, çikolata, sokakta tanımadığım insanları incelemek, spor, çocuklar, kum, salata, bir şeylere kimse görmüyorken çığlıklar atarak sevinmek, uçan balon, top, yanımda birini beklerken okuyacak kitap bulundurmak, yalnızlığı algılayış biçimim, tanımadığım birinin ölümüne üzülmek, arkadaşlarıma hiç utanmadan 'seni seviyorum' dediğimde beni yanlış anlamaları, masallar... Vazgeçilmezler listem ise boş.

Masallara gerçekten inanıyorum, hep masallardaki gibi bir mutluluğu hayal ediyorum ancak gerçek olabileceğine inandıkça kendimi bir parça daha uzak kalmış hissediyorum ondan.

Üç nokta

Özenle hazırladığım yemekten birkaç kaşık alıp sıkıldım. Bir fincan içip de başladığım günleri bana çok sevdiren kahvemden de ancak bir iki yudum alabildim. Sanki bir şey düğümlenmiş boğazımda, öksürmekle çıkmıyor. Rengini, kokusunu, boyutunu, her şeyini biliyorum sanki ama kendime itiraf etmekten korkuyorum.

Denizi olmayan şehirleri sevmiyorum...


Deniz kumu, yosun kokusu...

Keyif için yemeyi seven bütün depresif insanlar gibi sabah kahvaltısı benim için de bir eziyet. Uyanalı birkaç saat oldu olmasına ama hâlâ ne yemek istediğimi bilmiyorum. Bir parça deniz kumu, bir parça yosun kokusu istiyorum; ancak içinde bulunduğum beton yığınları beni parça parça kemirirken yemek kokusu duymak midemi bulandırıyor. Yanımda deniz kızı sevgilim olsa, ona yemek pişirmeye üşenmezdim.

Aye


Dünya'nın en yalnız insanlarının biz kaptanlar olduğunu düşünürüm hep. Denizin ortasındayken, suların çekilip adım attığım her yerin bir parça daha kara olmasını düşlüyorum. Bir yandan da sadece martı seslerini duyarak ilerlediğim rotada karşıma türlü güzelliklerin çıkacağını, beni hem çok sevip hem de bir o kadar çok tiksindiğim bu hayata biraz daha sıkıca bağlayabileceklerini hayal ediyorum.

Biliyorum, saçmalıyorum...