31 Mayıs 2012 Perşembe

Yağmur

Ankara’da, evimizde, küçük bir bahçede büyüyor çocukluğum
Yaz akşamı, balkonumuzda, insanlar toplanmış gülüyor…

Ne kadar da mutluyduk, daracık sokaklarda,
Yağmurlar yağsa da, o komşu çocuklarla.
İstanbul yolu boyu dizilmiş arabalar,
Eskiden plastikti bildiğim tüm toplar.

Yine ben yine, hala aynı çocuğum…

Anlattığım onca şey, sevdiğim tüm şiirler, akıyor yağmur gibi.
Sanki seni beklemişler gibi yıllardır kalbimin tozlu raflarında.

Ne kadar mutluymuşuz, o yağmurun altında,
Yanağımdan öpmüşsün, belli ki üşümüşsün,
Üstümüz sırılsıklam, keşke hep böyle kalsam,
Aklımda bak o akşam.

Yine ben yine, hala aynı çocuğum...

31 Mayıs 2012
Aksaray/İstanbul


[Şarkılarım sanırım geri dönüyor]

29 Mayıs 2012 Salı

Aksaray, Vatan Caddesi, Alibeyköy vb.

Sabah kahvaltılarımı hacıyağı kokuları arasında Araplarla yapıyorum. Entariler içinde, takkeli, gümrah sakallı Araplar. Kokuya alıştım, görüntüye de fazla takılmıyorum. Otelde kalan birkaç Avrupalı turiste takım elbisemin içinde vaha gibi gözüküyor olmalıyım ki "Bon jour" diyorlar bana. "Bon jour anasını satıyım, bon jour"

Bir travesti, kapalı kadınlar, delikanlı abiler... İçlerinde ben, minibüste kendime bir yer bulmuşum. Elimde "Paul Auster - Kış Günlüğü". Tezatlar kitabı ya ömrüm, okuyorum. Cinsellik, ateizm türlü türlü konu var. Bir iki satırına göz atsa yanımdaki Eyüp civarında beni bi' temiz döverler, kısmet.

Şubede bir odam var. Her zamanki kolonyamın şişesi değişmiş, kokusu aynı. Mint şekerlerim, takvimim... Kara kaplı laptop, kötü mouse... Farklı şube, rutin aynı.

Alibeyköy... Yiğidin harman olduğu yer. En meşhur şeyi şehirlerarası otobüslerin yolcu indirme terminalleri....

Temizlik görevlimiz Ziynet Hanım, akşamüzeri çıkarken "Allah rahatlık versin" dedi. Nasıl derin bir yatıştaysam artık. Gerçi ben de kendisine sabah Atiye Hanım diye seslenecektim. Gideni yolla...

Otelin sahibi İbo Müdürüm. Siyah gömlek, beyaz pantolon, yumurta topuk... Saç/göğüs kılı oranı 1. İnanılmaz diye ikisini de sergiliyor. Arnavutköy sakini... Paraya kıysa seni beni komple satın alır.

Saat 12 koridorlarda Araplar çene çalıyor. Çıkıp annemin o güzel vecizesini söylemek geliyor içimden: "Yatın uyuyun, geç oldu, sabah kalkamazsınız"

O değil de cuma Kesmeşeker var.


26 Mayıs 2012 Cumartesi

Andy Whitfield - Spartacus

Not: Fena halde spoiler içerir.

Can sıkıntısından kendimi dizilere verdiğim bu dönemimde sıkça izledim onu. Spartacus dizisinin başkahramanı... 



İnsan oynadığı rolü hayatında da sahiplenir mi, kişiliği o role çok uygun olduğu için mi o rol ona verilmiştir, bilmem. Ama bu adamı izlerken özel hayatında da belki adam öldürmeyen, elinde bir kılıçla yarı çıplak gezmeyen, ama Spartacus gibi onurlu bir adam olduğunu hayal ettim.


Dizide çok sevdiği bir karısı var Spartacus'ün. Sura... Romalılar kadını kaçırıp köle tüccarlarına satıyor. Spartacus bir yandan Arena'da hayatta kalmaya, bir yandan karısından bir haber almaya çalışıyor. Onun hayatta olduğunu öğrendiği her saniye, kendi hayatına daha da sıkı sarılıyor.

Bölümler ilerledikçe bu adamla aramda garip bir bağ oluştu. Bu bağın belki günümüzü anlatan bir dizinin kahramanıyla aranızda kurulması normaldir. Ancak elinde kılıç, kıçında el kadar bir bezle savaşan bir adamın, uyarlama adı altında yarı uydurulmuş bir senaryoda size tanıdık gelmesi, yakın gelmesi çok garip. Bir aile dostu gibi akşamları kapısını çalıp tavla oynama isteğinizi uyandıran birisi bu adam.

"Kanserden öldü onun başrol oyuncusu biliyorsun, değil mi?" dedi ablam. Şok oldum. Sanki hiç ölmeyecek biriydi. Spartacus'tü, Capua Şampiyonuydu. Arena da onu kimse deviremiyordu. Yağmuru getiren adamdı, Theokoles'i parçalara ayırmıştı. Bir hata olmalıydı. Ama hata yoktu. Andy Whitfield 40 yaşını doldurmadan aramızdan ayrılmıştı.

Sezon finalini izleyene kadar araştırmak gelmedi içimden. O kılıç sallarken bir vesile ile ölecek, diziden ayrılacakmış gibi geldi hep. İzlerken daha bir acıklı gelmeye başladı gördüklerim. Spartacus ölmedi. İnadına yaşadı.

İnternetteki fotoğraflarında hep çok yakışıklı görünüyor. Sanki ölüm bir süreçmiş gibi, 'önce yakışıklı zamanlarımız geçecek, çirkinleşeceğiz, tuvaletimizi tutamayacağız, her yanımız pörsüyecek ve öyle öleceğiz'miş gibi bir algıda ölümüne bir kez daha şaşıyorum. 

Lenf kanseri diyor hastalığına Wikipedia. Bir ara geçti sanılmış, sonra durumu kötüleşmiş. Bir sabah ölümünü şu şekilde duyurmuşlar "Whitfield's wife issued a statement, saying her husband died on a 'sunny sydney morning' in the arms of his loving wife". 

Araştırmalarım yanıltmadı, o bir Spartacus'tü. Sura için savaşan, "kadınını dudaklarından son kez öpebilmek, ona dokunabilmek için kaç adam öldürürsün? Yüz bin mi?" repliğinin sahibi adamdı o. 

İki çocuğuna ölmeden önce "ben bir kelebek olup uçacağım. Sizi bir yerlerden hep izliyor olacağım" demiş. Keşke dizide baba olduğunu da görseydik, belki o zaman onu daha iyi anlayabilirdik.

Belki her ölüm bir parça erken ama onunki çok erken olmuş gibi. Tam da kariyerinde tepe noktaları görmüş, güzel bir aile kurmuş, iki çocuğunun yetişmesini izlerken aramızda ayrılmış Andy. Ne denir ki!

22 Mayıs 2012 Salı

Eurovision Samimiyetsizliği

Hastayım. Dizlerim titriyor, üşütmüşüm sanırım. Vücudum çok kırılgan. Eskisinden daha güzel bir oteldeyim. İlk gün yabancılaması, belki bir öncekinde tıkıştırdığın eşyaları birer günahmış gibi tek tek çıkarmak, özenle sermek... Bilmiyorum.

Üzerimde iğrenç bir eurovision samimiyetsizliği var. Hem mutluyum, hem mutsuzum. Aynı anda hem en komik esprileri yaparım, hem de huysuzluk eder halime ağlatırım.

Şubedeki masamda iki şişe kolonya vardı. Hep aynı markadan alırım, ama değişiklik olsun diye aldığım şişe ruhumu daralttı. Sevmediklerime o şişeden ikram ediyordum. En azından bu konuda samimiyim.

İlk geceler yatıp uyuması zor. Bilen bilir. Bilmeyen de pek anlamaz. Bilmediği halde anlamaya çalışanlar olur, sevilir.

"Daha kötülerini gördüm" dedim, doğruydu. Hasta hasta yolculuk ettiğim de oldu, rapor yetiştirdiğim de. Zonguldak'ın ilk günlerinde, hangi ilacın iyi geleceğini bilmeden, öksüre tıksıra çalıştığım da. "Geçer..."

Geçiyor.

17 Mayıs 2012 Perşembe

Zonguldak

Bazı şeylerin muhasebesi zor. Ne aldın, ne verdin? ... Ne kaldı?

Karakış... Otelin duvarını delecek sandığım dalgalar... Kar, çamur... Kötü yollar, bitmeyen bir soruşturma... Küçücük bir şehre sıkışmış insanlar, küçücük bir şehirde ben... Maden işçileri, dolandırıcılar, telefon dinleme kayıtları, ifadeler... 

Kayıp günler... Sorsanız "nasıl geçti" sorusuna cevap bulamayacağım bir dönem. Hayattan çalınmış anlar ve niceleri... Şimdi çok uzaktan bakarken onlara, yeni yeni idrak ediyorum. Ne verdim? Ne aldım?

Birkaç kez anlatılıp, belki sonra unutulacak hikayeler, kendimi gülmekten -ama komik oldukları için değil, paylaşılmış oldukları için gülmekten- alıkoyamayacağım ama bir süre sonra sıkacak onlarca anı... Hiç ödül almayacak altmış sayfalık bir rapor, 10 yıl sonra, zamanı geldiğinde, ben kimbilir neredeyken yakılacak 21 klasör evrak... 

Öyle ya, peki ne kaldı?

Dünya iyisi insanlar, gerçek birkaç dost... Bir vesile tanıdığım insanlar... Dokunduğum hayatlar, elimin uzandığı insanlar... İnsan olduğumu hissettiren, çok sevdiğim güzel insanlar...

İstanbul'da, bir sahil kahvesinde, o hep hayalini kurduğum ve nihayet gerçekleştirebildiğim öğle tatilinde kitap okuma seanslarımda fark ediyorum. Bir şekilde bitti, bir şekilde mutluyum. Çok şey verdim, çok şey aldım. Bir şeyler bana kaldı.




3 Mayıs 2012 Perşembe

Ninni

Belki çok büyük bir şey değil. Belki gerçek bile olmayacak. Belki ben bu gece ümitlendiğimde, kendimi önemli hissettiğimle kalacağım, sonra hayat yine eskisi gibi akmaya devam edecek, mühim değil.

Dramlardan mutluluk çıkarmak gibi bu belki. Bir trajediye el uzatmaktansa fotoğrafını çeken bir fotoğrafçının ikiyüzlülüğü gibi... Elimden ötesi gelmedi. Sene 2006'ydı. Ben hayatın akışı içerisinde, kendi geleceğimi kurmaya çalışırken olmuştu her şey. Bir bebek vardı. Onu bebek görmemişler, incitmişlerdi.

Benim kalbim hassastır. Haddinden yüksek sese, haksızlığa, onur kırıklıklarına, haysiyetsizliğe, adaletsizliğe gelmez. O gün de gelemedi. Belki elimde bir kılıç olsa asar keserdim. Hakkı olana hakkını teslim eder, zalimlere acımazdım. Elimde bir tek gitarım vardı.

Ben bir şarkı yazdım. O kızın ağzından bir şarkı... Kimse duymadı, kimse dinlemedi. Küçük bir kız vardı, uzaktaydı. Onu görmüştüm belki, belki elimden gelen her şeyi yapmak istemiştim de, elimden bir şey gelmemişti. Ben bir şarkı yazmıştım. Söylesin diye de başka bir kıza, bir müzisyen kıza vermiştim.

Yıllar geçti. Bir vesile dinleyen biri, bir vesileyle bir filmde kullanmak istemiş. Şimdi 6 yıl sonra o şarkıyı tekrar dinliyorum. Gururlanıyor, utanıyorum. Utanıyor, gururlanıyorum.

http://herkesdinlesin.com/mp3.asp?uid=2229&id=4924