28 Haziran 2009 Pazar

Pavluchenko

Igor Pavluchenko, polisler apartman kapısının önünde belirdiklerinde dairelerden birine hırsız girmiş olabileceğini düşündü. Saatlerdir elinde tutuyor olduğu bıçağı mutfak tezgahına bırakmak üzere pencerenin önünden ayrıldığında apartmana az önce giren polislerin kapısını çaldığını duydu. Anlaşılan bir hırsızlık olayı değildi bu. Karısının parçalanmış vücudundan sızan kanlarla boyanmış halının üzerine çekinmeden basarak kapıyı gitti. Bıçak hala avuçlarındaydı.

Kapıyı açtığında polislerden genç olanının gözlerinin faltaşı gibi açıldığını, diğerinin çabuk bir hareketle bıçağı elinden düşürmek için üzerine hamle yaptığını gördü. Olanlara bir anlam veremiyordu, "lütfen..." diyebildi sadece. Birkaç saniye içinde yere düşmüş, çenesini zemine çarpmıştı. Elinden düşen bıçağını bir poşete koymaya çalışan genç polis, suratına bir tükürük savurdu. Igor ne olduğunu anlayamaya çalışıyordu ki, polis kendisini saçlarından tutarak ayağa kaldırdı. "Nasıl yaptın bunu o... çocuğu? Söyle nasıl yaptın?" derken yüzünü, Irina Pavluchenko'ya doğru çevirmişti.

Irina'yla mahkemedeki işine girdikten sonra tanışmıştı. Irina'nın ev sahibiyle yaşadığı bir anlaşmazlık tanışmalarına vesile olmuştu. Duruşma boyunca, bu uzun boylu, buğday tenli kızı izlemiş olan Igor, onunla bir şekilde tanışmayı başarmıştı. Birkaç buluşmanın ardından da, onu kendisine aşık etmiş ve 10 yıldır sürdüregetirdikleri ilişkileri böylece başlamıştı.

Irina, Igor'un ilk aşkıydı. Belki onu bu kadar tutkuyla sevmesi, üzerine bu kadar titremesi bu yüzdendi. Canı sıkıldığında yanında olmaya çalışıyor, mutlu olduğunda onunla paylaşmadan edemiyordu. Hayatıyla ilgili ne varsa ona anlatıyor, dakikalarca, belki de saatlerce konuşuyordu.

Oysa Irina, Igor gibi değildi. Konuşmayı sevmiyordu. Bu yönü onu, hep bir parça gizemli kılıyordu. Tıpkı şu an yerde yatmakta olan, üzerindeki geceliği delik deşik olmuş, siyah saçları alnından sızan kanlarla topak topak olmuş kadın gibi bir şeyler saklıyordu. Onu bu kadar çekici yapan, bu bilinmezliğiydi.

Igor her şeyi hatırlıyordu. Eve geldikten sonra mutfağa girmiş, çıkardığı seslere uyanan karısıyla salonda karşılaşmış, ona bildiklerini, yeni farkına varmış olduklarını anlatmış, özür dilemiş ve bıçağı kadının narin vücuduna defalarca batırmıştı. Irina çığlıklar içinde can vermiş, Igor da kendisine başı ağrıdığı zamanlarda yaptığı gibi bir fincan kahve hazırlamıştı. Bir süre pencereden sokağı izlemiş, biraz uyuklamış, uyandığında da televizyonu açmıştı. Televizyonun saçtığı ışıkla aydınlanan odada, karısına bakmış, ona "böyle olmasını istemezdim ben de" gibisinden birkaç cümle kurmuştu.

Aslında her şey karısından şüphe duyması gerektiğini hissettiği an başlamıştı. Öncesinde mutlu bir evliliği olan, dışardan bakanların imrendiği bir adamdı. Gülümsüyor, etrafındakilere enerji veriyordu. Karısıyla katıldığı davetlerde bir beyefendi oluyor, sanki dünyanın en büyük piyangosunu kazanmış bir insan edasıyla geziniyordu. Sonra bir gün karısına sürekli mektuplar gönderen Marina adlı arkadaşının bir erkek olabileceğinden şüphelenmiş ve mektupların gönderildiği adrese kısa süreli ziyaretler yapmıştı. Karısının bu adreste yaşayan bir adamla ilişkisinin olduğunu öğrenmesi uzun sürmedi.

Irina ve ölüm bağdaştırılamayacak cinsten şeyler gibi gelmişti ona önceleri. Irina canlıydı. 10 yıldır her sevişmelerinde ona hayat dolu birisi olduğunu gösteriyordu. Ama yanıldığı bir nokta vardı. Irina zaman zaman ölüme benziyordu. Yaşadığı hayattan, dolaştığı sokaklardan kopuyor, yüzüne ölümün soğukluğu, ruhuna ölümün bilinmezliği çöküyordu. O gün kim olduğunu hiç bilmediği ve önemsemediği o adamın evinden çıkan kadına en çok yakışacak şeydi ölüm.

Irina bir kişi tarafından öldürülecekse, bu kişi hiç şüphesiz kendisi olmalıydı. Bu duygusal verilmiş bir karar, içinde büyümesine karşı koyamadığı bir tutku değildi, bir görevdi sadece. Bu işi pekala bir uzmana bırakabilirdi ama Irina bu dünyada son bir yüze bakacaksa, o yüz kocasının yüzü olmalıydı.

Ona "neden?" diye sormak geçmişti aklından. Ama sonrasında vazgeçmişti. Bir soruyla, yıllardır pek de konuşmayan karısı kendisini savunmak üzere saatlerce bitmeyecek bir konuşmaya başlayabilirdi. Hem konuşma sırasında kendisini suçlayacağından emindi, ki bu durumda Igor da kendisini savunmak üzere birkaç cümle sarf edecek ve tartışma uzayıp gidecekti. En güzeli, bu görevi ona pek de hissettirmeden yerine getirmekti.

Polislere olayın nasıl geliştiğini anlatırken, kusursuz cinayetini onlara tek nokta atlamadan aktarırken, ve hatta apartmandan çıkartılıp karakola götürülürken şaşkınlığı geçmemişti. 10 yıllık karısını öldürmek, haklı sebeplere dayandırdığında pekala en doğal hakkı olmalıydı. Anlam veremeyen bakışlarını evine çevirdi. İnce bir rüzgar saçlarını okşarken karısının yüzündeki ölgün bakışın sonsuza dek kaybolduğunu düşünüp gülümsedi.
28.06.2009
Ankara

4 Haziran 2009 Perşembe

Eski

Sadece bedenlerimizi değil, ruhlarımızı da ısıtabilmek için ailece aynı odada bulunmamızı gerektiren sobalı evimizde geçirdiğimiz yıllardan bir gündü. TRT, Adile Naşit’in cenaze töreninden birkaç kare göstermişti. O dönemde ölümü tam anlamıyla kavrayamayacak küçüktüm. Dolayısıyla üzülmüş olmam, aslında herkesi taklit etmemdendi. Oysa o gün, bütün üzüntümü unutturacak bir sonla bitecekti. Babam eve kucağında bir kutuyla gelecek ve “Bakın, size ne aldım!” diyecekti.

Ağabeyimle babam, adının video olduğunu öğrendiğim o küçük kutuyu akşam boyu kurcalamışlar, durup durup “ince ayar”, “reset” gibi kelimeler kullanmışlardı. Tamamı ile yabancısı olduğum bu kavramların, hayatımın bir dönemi boyunca en çok kullanacaklarım olacağını nereden bilebilirdim ki! Onları büyük bir merak ve sabırla öylece izlemiş, ertesi sabah ağabeyimle bir “videocu”nun yolunu tutmuştuk.

Ne çok film vardı bilmediğim! Neredeyse mahallemizin bakkal dükkânı kadar büyüktü içerisi. İlk kez gidiyor olmanın çekingenliğini hissetmeden, filmdeki birkaç kareyi ancak barındırabilen ambalajları tek tek incelemiş, hangisini seçeceğimi bilememiştim. Kasetlerin çok pahalı olduğunu düşünüp, belki de var olan tek hakkımı kullanıyor olduğuma inanıyorken “Merak etme” demişti ağabeyim. “Bunu iade edince, başka film de alırız.”

Hâlâ hatırladığımda yüzüme bir parça buruk tebessüm düşürebilmeyi başarabilen kişilerle de bu sayede tanıştım. Çok komik bir adam vardı, gülünce üst damağı, otuz iki dişi görünüyordu. Biraz saftı, biraz sakardı. “İnek Şaban” diyorlardı ona. Arada bir küfür ediyordu etmesine ama ne annem, ne de babam kızıyorlardı Şaban’a. Şakacı, şapşal bir hâli ama pırlanta gibi parıldayan, onu ekran karşısında izlerken içimizi ısıtan bir kalbi vardı.

Sonra ne iyi insanlardı şu Zeki ve Metin! Her filminde en az iki insana yardım etmezlerse gece rahat uyuyamıyorlardı. Gün geliyor peşinden bütün İstanbul’u gezdikleri bilete vuran büyük ikramiyeyi gözlerini kırpmadan kötü adamlara verip mahalleliyi kurtarıyorlar, gün geliyor çok sevdikleri ustaları kasabayı terk etmesin diye ona suda yüzen bir ev yapıyorlardı. Sonra bazen birbirlerine küsüyor, bazen kırılıyorlardı. Ama filmin sonunda olan bitene sünger çekip birbirlerine öyle sıkı sarılıyorlardı ki, ablam ağladığı belli olmasın diye banyoya koşuyordu.

Büyümüş, okullu olmuş, bütün kısıtlamalara rağmen filmlerimden kopamamıştım. Her birini defalarca kez izlemiş olmama rağmen filmleri videocudan kiralıyor, yahut da yayınlanacakları günleri öğrenip televizyonun başına geçiyordum. O dönemler evimizde tek televizyon olduğundan evdekiler de mecburen ailenin bu en küçük ferdinin seçimlerine ayak uyduruyor ve o filmleri izliyorlardı.

Pek çok çocuk gibi ben de Adile Naşit ile Münir Özkul’u evli sanırdım. Bazen turşu suyu yüzünden kavga edip ayrılıyorlar, bazen de her birinin üçer dörder çocuğu olmasına rağmen bir araya geliyorlardı. Ama sonunda mutlaka gülüyorlar, mutlaka gülümsetiyorlardı. O filmleri izlerken daha da iyi anlıyordum insanların Adile Naşit’in vefaatına neden bu kadar çok üzüldüklerini. Ağlarken bile gözlerinden ışık saçan bir melekti o!

Çocukluktan çıktığımda fark ettim ki, dünyanın en duygusal insanı Filiz Akın’mış, pek çok erkek ona tatlı sözler söylemek, kalbini çalmak için sıraya girerlermiş. Sahiden siyah beyaz filmlerde, yüzünün tatlı pembeliği gizlenmişken bile ne kadar güzeldi! Bu uğurda her birimiz birer Ediz Hun, Ekrem Bora olup, bir kadını tam da onların sevdiği kadar sevmeli, o kadına en az onların konuştuğu gibi tatlı tatlı konuşmalıydık. Aşkımız o kadar büyük olmalıydı ki, dünya üzerinde onu satın alabilecek hiçbir para, bizi sevgimizden vazgeçirebilecek hiçbir güç olmamalıydı.

Bu film nerede koptu bilmiyorum. Çekirdek bir ailenin, beş ferdini aynı paydada buluşturan, küçüğünden büyüğüne herkese hitap etmeyi başabilen yapımların sona ermesiyle evimize ikinci televizyon da girmiş oldu. Önce genç-yaşlı kutuplaştık, şimdi ise her odada bir televizyonumuz mevcut. Oysa şimdi, tam da o günün üzerinden yıllar geçmişken, bir şansımın daha olmasını ve babamın yine eve gelip bizi bir arada tutabilecek, içinde yerlerini –belki de– hiçbir zaman dolduramayacağımız o gülen yüzleri barındıran filmleri izleyebileceğimiz, bize o duyguları tekrar yaşatabilecek bir şeyler getirmesini çok istiyorum.

Uçan Balonlarım

Hayatımın hatırlayabildiğim ilk uçan balonunu üç buçuk yaşımdayken almışlardı ve elimden kaçıp gitmesi birkaç saniye sürmüştü sadece. Gökyüzüne doğru yükselmiş ve belirli bir noktadan sonra da gözden kaybolmuştu. O zamana kadar bana yaşatılan en büyük heyecandı bu. Düşeceğimden korktukları için koşmama, terleyip hasta olacağımdan korktukları için top oynamama, -hâlâ nasıl gerçekleştiğini bilmediğim bir şekilde- başıma güneş geçeceğinden korktukları için dışarıda uzun süre oynamama izin vermeyen ailem, balonum yükselirken ona doğru bakmama hiç ses çıkarmamışlardı. Onu doya doya izlemiştim.

Bir sonraki balonuma biraz daha iyi sahip çıktım. Bu sefer –yanılmıyorsam- bir on dakika kadar tuttum elimde. Ama onunla oynamak, onu gökyüzüne yükselirken izlemekle tamamlanmayınca anlamsız gelmiş ve onu yine bırakmıştım gökyüzüme. Her seferinde, çocukluğumun mavi renkte, tepesi neden olduğunu anlamadığım bir şekilde kötü kokan bordo renkli bir boyayla kaplı balonumun salına salına bulutlara yükselmesini keyifle izledim.

Hiç yaşamadığım özgürlüğümü yaşatıyorlardı bana balonlarım. Gökyüzüne çıkarken havayla dans ediyor, bulutlara ulaştıklarında onlara sarılıyor, akşam ay dedeyle konuşuyor ve patlamamak için yıldızların sivri köşelerinden kaçıyorlardı. Ben de her gece yatmadan önce, tıpkı balonlarım gibi gökyüzüne yükseldiğimi düşlüyor, pamuk pamuk bulutlara, beni beşiğinde sallar gibi kucağında uyutan ay dedeye dokunuyor ve bir parça daha özgür kalıyordum.

Sonra bir gün, kim olduğunu bile hatırlamadığım birisi, bana balonların belirli bir mesafeden sonra patladığını söyledi. İnanmamıştım. Balonlarımın hepsinin yukarıda bir yerde yanyana dizilip beni beklediğini biliyordum çünkü. Sonra bir kişiden daha duydum aynı şeyi. Annem de babam da doğruladılar bunu. Balonlar, gerçekten patlıyordu. Yine de inanmadım. Madem patlıyorlardı, neden onları elimden kaçırdığım yere düşmüyordu parçaları…

Artık büyüdüm. Balonların, içlerine doldurulan ve havadan daha hafif olan bir gaz yüzünden uçtuklarını ve belli yüksekliğe ulaştıktan sonra da artan basınca dayanamayarak patladıklarını biliyorum. Ama yine de, balonlarımı gökyüzüne bıraktığım yerlerde dolaşırken parçalarını göremeyince gülümsüyorum. Ve biliyorum ki, hâlâ bir parça özgür, bir parça çocuk içim.
27.09.2006