28 Haziran 2013 Cuma

Şükran

Karacaahmet... Hiç gitmedim, yerini bile bilmiyorum. Karşıda olduğunu duydum, o kadar.

Vapurla geçiyoruz karşıya. Yaşamak için bu şehri seçtiğime memnun olduğum anlardan biri bu. Keyifli bir deniz yolculuğu, aklımda cenaze yok.

1955 devresi... Benden kabaca 50 yıl kıdemli. Zülfikar Türker Üstad.

3 cenaze aynı anda kalkacak, 3 musalla taşı var. Kimler üstadın yakını bilemiyoruz. Bir tek bizler, aynı ocakta, ondan 50 yıl sonra çalışmaya başlayan meslektaşları takım elbiseliyiz.

Yanımıza birisi gelip "afedersiniz, siz Müfettiş misiniz?" diye soruyor. Üstadımızmış. Yanında da başka bir üstadımız var, Metin Selçuk. Tanışıyoruz.

"İlk üstadımdı benim" diyor Metin Üstad. Refakatine verildiği ilk günleri anlatıyor. Anılarını paylaşıyorlar bizimle, rahmetli üstadın zaman zaman yaptığı çıkışlardan tebessümle bahsediyorlar. Aralarındaki sohbetten, 50 yıl içinde refakat sohbetlerinde çok fazla bir şeyin değişmemiş olduğunu görüyorum. Bir ocak bu, herkes aynı kazandan içiyor.

Namazı müteakip üstadın defnedileceği yere yürüyoruz. Üstümüzde deli bir sıcak, üzerimizde takım elbiselerimiz var.

Kalbimin çarptığını hissedip sıcağa yormak istiyorum. Ama biliyorum, korkuyorum.

Mezarbaşında insanlar ağlıyorlar. İçli içli Kuran okuyor hoca efendi. Tabut açılıyor, kefen toprağa veriliyor.

Sık sık arkamı dönüyorum, sık sık bu anı hayatım boyunca hiç yaşamadığımı fark edip korkuyorum. Sevdiklerimi düşünüyor, onlara sahip olduğum için ne kadar şanslı olduğumu hissediyorum. Beni bir oğul olarak doya doya görmeye ömürleri yetti, şimdi koca olarak görecekleri için mutlu oluyorum. Belki bir gün baba olarak görmelerini de arzuluyorum. Yine de bembeyaz kefenin üzerine dökülen toprak tanelerinin kalbimin üzerine örtüldüğünü hissetmeden duramıyorum. Üstadın torunu, -belki de gelini, inanın hiç bilmiyorum- ağlıyor. Ben daha çok korkuyorum.

Belki bu kadar etkilendiğimi çevredekiler hissetmedi, defin işleminden sonra da hiçbir şey olmamış, sanki az önce belki de insan hayatının en etkileyici, en çarpıcı anlarına tanıklık etmemişiz gibi gerisingeri yürüyoruz aynı yolu, ayrılıyoruz mezarlıktan. Yine işten, yine sabit görevlerden, teftişten konuşarak.

Bir yumru kalıyor boğazımda. Ne mutlu annem, babam, ablam, tam da o akşam İstanbul'a, evimizi görmeye geliyorlar. Koca bir aileyiz artık. Akşam onlara koca koca sarılıyorum. 6 kişi beraber gülerek, sohbet ederek yediğimiz akşam yemeği için şükrediyorum.

Kimbilir belki bir gün, benim cenazemde de benden yıllarca kıdemsiz arkadaşlar olacak, bugünleri, bu satırları birilerinden işitecek ve içlerinde garip bir huzur, garip bir şükran duygusu hissedecekler.

Unutmamalı; her insan ölecek yaştadır.

13 Haziran 2013 Perşembe

Koza

Sarı ve lacivert iki oturaktılar. Belki o dönem boyları belime yükseliyordu, şimdi belki dizime varmaz. Ters çevirince kova oluyorlar, tüm oyuncaklarımı içlerine alıyorlardı.

Demirleri gıcırdayan, eski bir somyamız vardı, onun altında dururlardı. "Dikkat et" derdi annem onları yerlerinden her çıkartışımda. "Somyanın telleri elini kesmesin"

Tüm dünyamın sıkıştığı iki küçük oturaktı onlar. Üzerine döküldüğü halının sınırlarını hiç taşmayan oyuncaklarım...

Arabalar giderdi o halının üzerinde, küçük oyuncak adamlar yürürdü. Yollar kurardım, köprüler yapardım. Ne bir ağaç kesilirdi, ne de bir canlı incinirdi. Boylu boyunca sürerdim halıda o arabaları.

Büyüdükçe iki küçük oturağa sığmaz oldu dünya. Karanlıkları var, zahmeti var. Korkuları, pişmanlıkları var. Ölüsü, dirisi var. Bazen iyi sandığın kötü çıkıyor, bazen yendim sandığın seni yeniyor. Yenileniyor, asla bilmiyorsun sınır nedir? Nerede başlar, nerede biter?

Başka bir otel odası... Önümde yine karanlık yollar. Çok gezdim, artık sanki biliyorum. Tüm insanlar öyle ya da böyle birbirine benziyor. Artık sokağa çıkıp onları tanımak istemiyorum. Tanımam gerektiği kadarını tanıdım, sevebileceğim kadar sevdim onları. Bitti...

Artık küçük bir kozanın içine iki kişi girmek, orada ölmek istiyorum.