1 Kasım 2012 Perşembe

30 Yaş

Depremin yıldönümü... Erciş'e yol alıyoruz. 3 personelimiz, öğle vakti bir kahvehanede zaman öldürürken bina başlarına yıkılıyor. Depremin, kayıplarının yıldönümü.

Van'da olduğu gibi bina yıkıntıları karşılıyor bizi. Arabayla aralarından geçiyoruz. Gözlerim şubeyi arıyor, kaçıyorum sanki tüm o görüntülerden, insanlardan. Şube pazaryerinin önünde, mahşer kalabalığı var. İçlerinden geçip şubenin üst katına, müdür odasına çıkıyoruz.

Başkan Bey'le beraberiz, az sonra mevlidin okutulacağı Halk Eğitim Merkezine geçeceğiz. Şube Müdürleriyle birlikte kalkıp salona gidiyoruz.

"Personelimizin ailesi..." diye tanıştırıyor Başkan Bey. On yaşlarında bir oğlan, yürümeyi yeni sökmüş bir kız... Annelerine başınız sağ olsun diyorum ama bakamıyorum çocuklara.

Mevlid okunuyor, kalkıyoruz. Başkan Bey çocukları öpüyor, sarılıyor. Kahretsin ki ben sokulamıyorum, kaldırmıyor yüreğim. Sanki sarılsam onlara, dayanamayıp ağlayacağım. Uzaktan gülümsüyorum sadece. Müdür Bey'e bakıyorum, o da uzak duruyor. 

Hikayesini sonradan anlattı, cenazede o 10 yaşındaki çocuğun "amca bizim babamız öldü, bize siz bakar mısınız?" dediğini, o an o çocuğa sarılıp nasıl ağladığını.

Şehir, insanlar, sokaklar... Her yer, her şey, herkes hissiz. Hepsi gözlerinde büyük bir hüzün taşıyorlar. Her şey boş geliyor sanki, ailelerine, sevdiklerine sarılıyorlar, onlara tutunuyorlar. Uğruna savaştıkları, kavgalar ettikleri, belki birbirlerini kırdıkları, üzdükleri her şeyin bir anda sona erebileceğini, bambaşka yepyeni savaşların başlayabileceğini biliyorlar. 

Ocak ortasına kadar çadırda kaldıklarını anlatıyor Müdür Bey. Yağmur yağdığında çadırın içine dolan yağmur sularından. Onları önce boşaltıp, sonra uyuduklarından. Çadırın geldiği ilk günün fotoğraflarını gösteriyor. En son neye sahip olduğumda bu kadar mutlu olduğumu düşünüyorum o fotoğrafa, gülümsemelerine bakarken. 

Prefabrik evlerin gelişinden, günler sonra alınan ilk duştan, yiyecek kıtlığından ve güzel bir yemek bulduklarında patlayana kadar yediklerinden... Göçük altından çıkardıkları insanlardan... Göçük altında kalmış bedenlerden...

Akşam prefabrik konutlarında misafir oluyorum. Bölge Başkanımız bir prefabrikte, Müdür Bey ayrı bir prefabrikte kalıyorlar. Küçücük yaşam alanları bunlar. Bir klozet, bir lavabo ve bir duşakabinin bulunduğu, banyosuna iki kişinin girmesinin imkansız olduğu, günü kurtaran yaşam alanları. İçerisi serin, hatta soğuk. 

Oturup yer sofrasında Arap Tava yiyoruz. Bir yandan da televizyondaki programlardan kendimize eğlenceler seçiyoruz. Her şey güzel giderken "tesadüf oldu" diyorum. "Bugün benim doğum günüm" Kutluyorlar. 30 yaşıma, sanki o son yaşı o akşamda almışçasına basıyorum. 

Otele bırakıyorlar beni sonra. Odama çıkıyorum. Ablamın, abimin doğum günü mesajlarını okuyorum. Hoş, 30 yaşına basınca doğum gününü kutlayanlar da azalıyor. O mesajları okurken ağlıyorum. Belki tüm gün gördüklerime, görüp de sustuklarıma, insanlığıma, insanlığımdan olan utancımla ağlıyorum. 

Bir pazartesi akşamı, Van'da 30 yaşıma basıyorum.

17 Ekim 2012 Çarşamba

Hi Van!


Dün Van Şubesi'ne sayıma geldim. Saat 5'e doğru Bölge Başkanlığına geldim, Başkan Bey yokmuş bir bölüm müdürü ile oturduk. Gelir gelmez "yoldan geldiniz, yemek yediniz mi? karnınız aç mıdır?" diye sordu. 5 yıllık teftiş hayatımda ilk kez sayım öncesi böyle bir güzellik işittim. Sayım sırasında tansiyonun düşmesi halini iyi bilirsiniz...

Burada depremde hasar gören binalar için, bina sahiplerine ödeme yapılıyor. Bunun için Şubeye bağlı bir büro açmışlar. Büro, bildiğiniz 'upgrade edilmiş bir konteynır'da faaliyet gösteriyor. Sayıma gittim oraya haliyle, elektrikler kesilmiş, voltaj yetmiyormuş gibi sebeplerle ışıklar iki saniye arayla yanıp sönüyor. Düzensiz aralıklarla titreyen florasan lambalar, bir karanlık bir aydınlık... Florasanların o cızırtılı sesi, personelin bir aydınlanan bir kararan simaları... Nasıl bir gerilim filminin sahnesi bu derken sayım yapacağım aklıma geldi. Elektrik yok, personelin 16.45'te aldığı bir kasa dökümü var. Biri kasasını devretmemiş söylenene göre, 400 TL noksanı var. Hiçbir bilgisayar çalışmıyor. Büronun yöneticisi "paraları sayalım biz üstad" diyor. "Neyle tutturacağız" diyorum. Döküm yok, kasa mevcudu nedir bilmiyoruz. "Öyle kafadan say, sakla kasaya yarın bakarsın." demiyor da değil içimden bir ses.

Çözüm olarak yandaki lokantadan bir mum getirdiler. Yanıp sönen, titreyen ışıkları tamamen kapattık ve güç kaynağının bize verdiği o kıt enerjiyle 1 (yazıyla bir) bilgisayarı faal hale getirmeyi başardık. Hemen bir kasa dökümü aldık ve mum ışığında teftiş tarihinin en romantik sayımını yaptık. Finart dökümleri de malumunuz çok silik çıkar nokta vuruşludan. Muma yaklaştırırken alev almasından korkuyorum. Personel paraları makinede sayıp kenara koyarken mumun üzerinden falan geçiriyor. "Bir mali mesuliyet sebebi olarak paraların sayım sırasında yanması" çığırını açmamıza ramak kalıyor.

Neyse efendim 400 TL noksanımızı tespit ediyoruz. Personel arkadaşımız noksanını güç bela kesiyor, devirler yapılıyor. Güç kaynağı flat line vermeden sayımı noktalıyoruz. Personel "müfettiş bey yarın gün ışığında ben noksanın sebebini araştırırım" diyor. Gülsem mi, ağlasam mı...

1 Eylül 2012 Cumartesi

"Mavi Donun Var Mı? Yaz, Kendisi Getirecek!"

Uzun zamandır Ankara'ya gitmemiştim. 9 gün tatil, kendi yatağın, terliksiz basılan halı, anne yemeği, Bahçeli, Tunalı, vb. Çok güzel bir haftasonu, güzel bir final derken Haseki'deyim. Bana verilen odanın banyo kapısının arkasına asılı duran dona bakıyorum.

Rengi mavi, önünde bir fiyonk var. Bedeni XXL. Kapının arkasında öylece duruyor. Hiçbir temizlikçi dokunmamış, sanki odanın bir parçası oluvermiş. Dalından koparılamayan nadide bir çiçek gibi asılı duruyor kapının arkasında.

Belli ki benden önce kalan Araplardan birine ait. Yani oldukça esmer bir kıça ev sahipliği yapmış zamanında. Banyodaki telefonun üzerinde de garip ruj lekeleri görüyorum. Tahminimde yanılmamışım. Kapalı, yeşil tuhaf elbiseli, bol makyajlı, koca popolu bir Arap Bacının donu bu!

Size bu satırları yazarken üst katta bir cinayet işlendi sanırım. Bu cinayet durmadan bağıran 5 yaşındaki bir çocuğun tepesine düşürülen dolapla gerçekleşti gelen seslerden anladığım kadarıyla. Hayırlısı...

İstanbul'da son haftalar... Günler eridi gitti. Özleyeceğim.

20 Ağustos 2012 Pazartesi

Dalgalı Denizler

"Dalgalı denizde, insan bazen hiçbir şey yapmayıp sırtüstü uzanıp dalgaların geçmesini beklemeli" dedi. Haklı...

Zor günler... Bilinçdışının tasfiyesi, yıllardır batık alacaklar, toksik varlıklar... Kendi çöplüğüm... Başkalarının çöplerini bile doldurduğum kendi çöplüğüm...

Kızgınlığım çok büyük... Elime geçirsem öldüresiye dövmek istediğim insanlar hala var. Sözüm ona kibar, beyefendi falan bir insanım. Bazen kendimden korkuyorum.

Yaz geçsin. Kış gelsin. Geçsin... Bu şey her neyse bitsin.

7 Ağustos 2012 Salı

Çocukluğumun Kahramanı Red Kit


Tek kanal TRT, her şey büyük bir düzen içinde… Müzik eğlence programı cuma akşamı, haberler her akşam sekizde. Pazar sabahları Barış Manço Moda 81300, sonrasında sıkıcı pazar konserleri, akşam onda ise kovboylar-apaçiler… İstiklâl Marşı, kapanış. Bizler bize küçücük bir kutunun içinde sunulan dünyada sonsuzluklar arayan çocuklardık.

Tom ve Jerry, Temel Reis, Bugs Bunny, Asteriks, Şirinler… Gözümüzü kırpmadan, tek sahnesini bile kaçırmaya tahammülsüz izlerdik onları. Artık ezberlediğimiz bölümler, belki birbirinin benzeri ama bizi her seferinde aynı heyecanlandıran, aynı güldüren kahramanlar…

Bana içlerinde en heyecan verici geleni hep o olmuştur, neden bilmem. Diğerlerinin aksine daha uzun bölümleri, tam anlamıyla anlayabilmem için abimden yardım almamı gerektiren cümleleri, yerlisi atlısı, haydudu bankacısı, kocaman dünyaların anahtarıydı benim için Red Kit.

Gölgesinden hızlı silah çekiyordu. Bazen kalabalığın içinde, belki bir salonda, haydudun teki silahını çekmişken biri ateş ediyor, haydudu elinden vurup silahını düşürüyor, kimse kimin ateş ettiğini anlamıyordu. Çizer bize Red Kit’i gösterdiğinde, silahından tüten dumandan anlıyorduk ateş edeni. O iyiydi, iyiler hep kazanıyordu.

Atı Düldül konuşuyordu ve Rintintin adında şapşal bir köpekle arkadaştı. Karşısında ise çoğu kez Vahşi Batı’nın beceriksiz haydutları Daltonları buluyordu. Onları onlarca kez hapse tıkıyor ama Daltonlar bir yolunu bulup kaçıyor ve ortalığa korku salmaya devam ediyorlardı. Kahramanımız kimi maceralarda atı sayesinde kötüleri yeniyor, kimi maceralarda ise Rintintin’in bir sakarlığı suçluları ortaya çıkartıyordu. Belki Daltonlar hapse giriyorlar, belki Joe Dalton sinirinden şapkasını çiğniyordu. Ama Red Kit’te kimse ölmüyor, sonsuz acılar çekmiyordu. Parmaklar arkasında kalan Daltonları izlerken bile yüzlerimize bir tebessüm düşürmeyi başarıyorlardı.

Keyifle izlediğim çizgi filmin, çizgi romanlarına ancak okul çağında ulaşabilmiştim. Bir gazetenin, yaz tatiline denk getirerek, saman kağıda basılı olarak verdiği on bir bölümlük seriyi tek bölüm atlamadan biriktirmiş, her seferinde yeni şeyler fark ederek yaz boyu okumuştum.

Vahşi Batı’nın en acımasız kadını Kalamiti Jane, kimse ölmediği için hayatını hep umut etmek ve kötü giyimiyle çocukluk korkularımızı tetiklemekle geçiren cenaze levazımatçısı, Dalton kardeşlerin kendilerinden daha ürkütücü ve zalim anneleri, tüm kasaba düşman olsa da Red Kit’in hep çok iyi geçindiği Kızılderililer ve niceleri…

Geçen haftasonu, İstanbul’da İstiklal Caddesi’nde bir sergide denk geldim onlara yeniden. Çocukluğumun saklı hazineleri gözlerimin önünde beliriverdi birden. Bir iki saatliğine de olsa çocukluğuma, eski evimize, küçük televizyonumuzu koyduğumuz misafir odamıza, o yaz tatiline döndüm. O zamanlar saman kağıdı kokuları arasında aradığım sonsuzluğu, otuz yaşımda bu sefer bir sergide aradım. Belki yine bulamadım, ama çocukça mutlu oldum.













              Sergi ile ilgili ayrıntılar için:

                

17 Temmuz 2012 Salı

Pembe Mezarlık, Kahverengi Çarşaf... Hasseki Be Üstad!

Bir gece bu vakitler, saat 1 civarı yatmışım. Hani kuş uykusu da denir böyle dürtseler uyanacağın, yarı rüya yarı gerçek, biraz Zeki Müren'i biraz işi gücü, önceki gün baktığın kredinin kefilini falan hayal meyal hatırladığın anlar vardır ya. İşte onların birinde kapım açılıyor, içeri iki adam giriyor. O ara rüyadayım ben, uyanıp "eyvah!!! eyvah!!!!!" diyorum. Lan neyin eyvahı adamlar odanda. "Pardon" deyip çıkıyorlar. Uykumun içine ediliyor, saat 2, yer Aksaray civarı.

Arkadaş böyle bodos nerede görülmüş. Babam bile yatak odasına girmeden kapıyı tıklatıyor, bu adamlar ne istemiş de haşırt diye girmişler meçhul.

Sonra dün gece gelmişim otele saat 12. 1'e kadar internet ıvır zıvır uyumamak için türlü terane. Çarşafı açıp bakıyorum bir kahverengi leke... Kokusuz. Bilmiyorum belki kokusu geçti gitti. Kendi duruyor. Sözüm ona yeni oda, mis çarşaf.

Gizli Hedef'teki Ontario haritasına benziyor, saat olmuş 3. Otur babam otur. Yeni çarşaf bekle de değiştirsinler. "6 ay turne, 6 ay Ankara" demişlerdi bana oysa. Bunu diyen üstad bile sabite geçti, kime sorsam şimdi hesabını.

Otelde bi odama girip adamakıllı öpmedikleri kaldı beni. Hala buradayım. Ulan öyle bir tembellik ki araştırdım, daha iyisini buldum, gene de dötü yaydım oturuyorum. Bugün odama bıraktıkları havlunun arka yüzü simsiyahtı. Arapların kanı siyah mı akıyor?

Yine de güzel hayat. İki üç güne sıkıştırılmış mutluluk seansları. Gülen yüzler, gerçekten iyi, çok çok iyi insanlar...

Yatıcam da çarşaf aklımdan gitmiyor.

25 Haziran 2012 Pazartesi

Neden Urfa

"Cevabını bilmediğin sorular sorma kendine!"

Takva filminin en sevdiğim repliğidir bu. Sağlam bir özettir, nettir. Hiç tutamadığımız bir anne nasihatıdır. Terli terli içtiğimiz sular, halının üzerinde değil inadına betonda sürdüğümüz arabalar gibi.

Günlerdir, belki haftalardır aynı soruyla geziyorum kafamda: Neden? Neden ben? Neden tüm bu olan biten? Tek bir cevap bulamıyorum. "Birileri öyle istedi" diye belki, bilmiyorum. Düşünüyorum, yürüyorum. Duruyorum, düşünüyorum. Zaman geçiyor.

Neden ben demişken otelin yanında bir kebapçı var: Neden Urfa? Sonundaki soru işaretini ben yakıştırdım, belki de ünlemdir. Diğer adı da Baboş Kebapmış. Hangi isim kıtlığında bu adı koydular bilmiyorum. Belki onların da kafası karışıktı, bulamadılar düzgün bir isim. Hem yöresel kıyafetli urfalı davulcu, hem de bir palyaço çağırdılar açılışa kim bilir! İbo'nun oğlu İdo'ya benzer bir tip, birkaç üst düzey bürokrat... Öyle bir cümbüş ki, bir ben eksiktim, tam oldum.

Yan odama bir aile taşındı bu akşam. Adam tam bir achtung insanı. ara ara çocuklarını hizaya çekiyor da oturduğum yerden ben bile sıçrıyorum. Babam mülayim adamdır benim, düşmüş kolunu incitmiş de üzülürüm diye söylememiş. Ben de ona kazayı söylememiştim, ödeştik sayılır.

Bu ara çok susuyorum. Kimseyi aramak konuşmak gelmiyor içimden. Kendimce, kendime göre bir limanım var, sığındım kaldım. Haftada iki gün, birer saat iç dünyayla yüzleş, sonra hafta boyu savaş... Bitmek bilmeyen mesailer, yaz sıcağı ceketler kravatlar... Az kaldı. Güneşlenirken uyuyakalıp ıstakoz gibi uyanacağım.

Neden Urfa biliyor musunuz? Ben hala arıyorum. [En sağda temsili Nasrettin Hoca var!]

19 Haziran 2012 Salı

Hafif Hasarlı Bir Kaza, Ağır Hasarlı Bir Ruh


Koltuk çok rahat ama batıyor. 10 yıldır bu oturduğum beşinci koltuk böyle. Beşinci uzman... Dört hayalkırıklığı ve şimdi karşımda belki de başka şekilde ama mutlaka yüzleşmem gereken aynı gerçekler.

Bir süre gitmek istemiyorum oradan. İçimden hiçbir şey gelmiyor. Onlarca soru, onlarca arayış... Kafa karışıklığı, ümitsizlik...

Arabamı bulup direksiyonun başına geçiyorum. Nişantaşı'nda trafik ışıklarında bekliyorum. Sola kırıyorum sonra. Bir şiddet savuruyor beni. Arkamda bir çimento kamyonu fırlatıp atıyor arabayı kenara. Sakinimdir ben. Sesimi yükselttiğim de nadirdir. Yine aynı sükunetle kontağı kapatıp iniyorum aşağıya.

Kamyoncu inmiyor koltuğundan. O kadar yüksek bir kamyon ki, adamı seçemiyorum bile içinde. Görünce fark ediyorum ki öylece oturuyor. Bunu bir umarsızlık olarak yorumluyorum önce. Eliyle solu gösterip "niye kırıyorsun" diyor. "Sen de haklısın" diyorum. "Canımız sağ olsun."

İnmemekte kararlı. "Tutanak tutalım" diyorum. "Varsa tut, yok bende tutanak" diyor. "Buluruz bir tutanak" diyorum. Yine de aşağı adımını atmıyor. "Polis mi çağıralım?" diyorum. İniyor bunun üzerine. Umarsızlık yerini hafif bir öfkeye bırakıyor adamda.

İnince fark ediyorum ki kısa boylu, ellili yaşlarının başlarında bir amca. Sanki dört çocuğu var, karısı ev hanımı. Bağcılar'da, belki Alibeyköy'de oturuyor, bilmiyorum.

"Şu ileriye dökeceğim çimentoyu" diyor bana. "Orada tutarız tutanağı..." O kadar isteksiz ki tutanak konusunda, ısrar etme isteğimi dahi öldürüyor. "Peki" diyorum. "Orada tutalım..."

Nişantaşı'nın dar sokaklarına giriyor, ara sokakların birindeki inşaatın önünde duruyor. Ancak sokak o kadar dar ki, bizim amcanınkinden başka üç çimento kamyonunu daha nasıl almış merak ediyorum. Ben de yokluktan kaldırımın üstüne çıkıyorum. Deli bir rüzgar, akıl almaz bir gürültü var. Amca kamyonuyla yanaşmaya, çimentosunu dökmeye çalışıyor, ben de sinirden ellerim titrerken rüzgar altında uçuşan tutanağı doldurmaya.

Kamyonuna yanaşıp "tutanak tutacağız, gelsene" diyorum. Korktuğu şey yinelenen insan tepkileri veriyor, kaçma isteği içinde ama bir yandan da orada duruyor öyle. "Benim hasarım yok, hatalı da sensin. Yaptırsan hasarını?" diyor. "Yahu tutanak olursa yaptırıp kaskodan alacağım" diyorum. "İyi, peki, tamam!" diyor. Ehliyetini veriyor. "Tutanak olursa ehliyetimden düşecek ama..." diyor.

Sinirleniyorum. Aslında bu kadar sinirleneceğimi kontağı ilk kapatışımda beklemiyordum. Ama bildiğin öfkeleniyorum. "İyi tamam tutanak falan tutmayalım, ama hakkımı da helal etmiyorum" diyorum. Arabaya binip kapıyı çekiyorum. Arkamdan yetişip "niye helal etmiyorsun? İstiyorsan tut tutanağı. Ama ben ekmeğimi ehliyetimden kazanıyorum" diyor.

Bir adama bakıyorum, bir çevremize bakıyorum. Nişantaşı'ndayız. İnsanların iç çamaşırından az hallice kıyafetlerle gezme özgürlüğüne sahip oldukları, kızların aşırı makyajlı, süslü, bin dolarlık çantalı, erkeklerin seçkin iş adamı, patron oldukları bir yer burası... Adamın o kamyondan inmeyişinin sadece bir umarsızlıktan kaynaklanmadığını, belki de hayatında ilk kez karşılaştığı insan manzaraları arasında boya lekeli tişörtüyle, kavruk teniyle o sosyokültürel çevreye inmek istemediğini, en ilkel insancıl güdüyle utandığını hissediyorum. Çarptığı arabadan inen adam, ben, takım elbiseli, kravatlı... Belki benden bile korktu. Patronundan, ehliyetinden düşülecek puandan öte, güçsüzlüğünden korktu, kim bilir.

"Helal olsun hakkım" diyorum. "Sen de helal et de gidelim..."

17 Haziran 2012 Pazar

III. Zonguldak Seferi

Cuma akşam üzeri... Otobüsüme 15 dakika kadar kalmış. Tam kapatıyorum bilgisayarı telefonum çalıyor. Nezaretime muavin verilmiş, pazartesi Zonguldak'a gideceğiz.

Bir şeylere karar vermek için 15 dakika var. Eve gitmeyeli ay olmuş, ertesi akşam Ankara'da katılmam gereken bir düğün var. Planları değiştirmiyorum, Ankara'ya gideceğim. Alibeyköy terminaline yol alırken bir telefon daha geliyor. Nezaretime bir muavin daha verilmiş. Salı da Zonguldak'tayız.

Haftasonu düğün, aile saadeti... Pazar İstanbul'a dönüş derken pazartesi İstanbul'dan sabah 8'de başlıyor yolculuk. Kartal'dan alıyorum Emin'i. Nişanlısını da evine bırakıyoruz. Yol güzel, sohbet güzel.

Ereğli'de mola veriyoruz. Güneş, deniz... Son gelişimde daha serindi hava. Şimdi güneş iyiden iyiye ısıtıyor. Nemli, deniz kokuyor her yer. Necmi Üstadı görüyoruz. Aynı babacanlığıyla karşılıyor bizi.

Ereğli-Zonguldak arası yollar yine kötü. Sonunda varıyoruz. Her şey bıraktığım gibi sanki, üzerine birkaç parça güneş vurmuş, o kadar.

Şubeye gidip Müdür Bey'i ziyaret ediyoruz. Aylarca çalıştığımız, tüm ruhsal devinimlerimizi geçirdiğimiz, koca koca emekler verdiğimiz oda yıkılmış, yerine operasyon servisi kurulmuş. Garip bir his bu... Bir yandan burada işimizi tamamen bitirdiğimizi, görevimizi tamamladığımızı anlatıyor, bir yandan da hepimiz için hayatın yepyeni bir sayfa açtığını anlatıyor sanki.

Yorucu geçen sayım, otel bulma telaşı derken Dedeman'a geceyarısı varabiliyorum. Müdür Bey ve Yüksel Bey yatmamış beni beklemişler. Günün ilk ışıklarına kadar sohbet ediyoruz. Zonguldak'ın kazandırdığı dostlardan onlar.

Ertesi gün hasta uyanıyorum. Tüm gün otel odasında kalıyorum. Yerimden kalkacak mecalim yok. Doktor geliyor odaya, tansiyon ölçüyor, ağzıma termometre sokuyor derken "kafanıza taktığınız bir şey mi var?" diye soruyor. Ölümcül bu soru... Kafana taktığın bir şey yoksa bile dert olur her şey. Yol, sayım, iş güç... Özlü bir söz vardır ya "sen mi kurtaracaksın Bankayı be abi!"

Bankayı kendimce kurtarıp ertesi gün dönüyorum İstanbul'a. Hayat kaldığı yerden, bir kez daha devam ediyor.

3 Haziran 2012 Pazar

İnanılmaz Bir Dün: Kesmeşeker Konseri

Heyecanı günler öncesinden sardı. Haftasonu Ankara'ya dönme planları iptal edildi, doktor randevuları ertelendi. Aklım fikrim Cuma akşamında. Kadıköy'de, Karga Bar'da. Erzurum'dayken, Zonguldak'tayken, Kastamonu'dayken kaçırdığım onlarca konserin üstüne bu sefer kararlıyım.

Yetişemem kaygısıyla erkenden çıkıyorum yola. Heyecandan daha yakın olan yukardaki durak yerine aşağıdakine yürüyorum. Zaten Kadıköy'e bir Fenerbahçe için böyle gidilir, bir de Kesmeşeker.

Eminönü'nde kalkmak bilmeyen Kadıköy vapuru. Gözüm hep saatimde. "Hangi şarkıyla girerler? Geç kalırsam hangisini kaçırırım?"

Tabii Kesmeşeker benim için dünyaca ünlü gruplara denk. Sanıyorum ki Kadıköy'de Karga Bar nerede diye kime sorsam "evet, evet Kesmeşeker çıkacak bu akşam. Şu parıltılı bina" cevabını alacağım. Kimseler bilmiyor. "Barlar Sokağı'ndaymış" diyorum, "Burada 3 tane barlar sokağı var" diyor çokbilmiş bir bar önü fedaisi.

Yürüyorum. Saat 9'u geçti. Kesin Metin Kurt Yalnızlığı çalınıyor şu an ve ben kaçırıyorum hissiyle yürüyorum. Yürümek de denemez buna, utanmasam koşacağım.

Kan ter içerisinde anlatılan sokağı buluyorum. Her köşe başında sorduğum adamlar "iki sokak sonra sol", "öbür sokağın köşesi" gibi şeyler söylediler. Ama yok işte! Bir tanesi şu ilerdeki bina diyor, o binaya gelince "geçmişsiniz, şu arkadaki bina" diyorlar. Dedim ya benim için Kesmeşeker bambaşka bir şey, kapısında tabelası olmayan bir barda çıkacağını düşünemiyorum bile.

Önce "birileri beni yiyor" sanıyorum. Çünkü burası daracık, sıkışık bir bar. "Konser en üst katta" diyorlar. Eğer en üst kattan sihirli fasulye filiziyle gökyüzüne çıkılmayacaksa konser alanı ancak uçsuz bucaksız bir azınlığı taşıyabilecek büyüklükte olmalı.

"Konser on buçukta başlayacak, onda alacağız içeri" diyor kapıdaki. Şükür bir şey kaçırmadım. Bir şeyler içecek zamanım bile var.

İnsanı o bekleme faslı yıkıyor işte. Tek başına, anlamsız bir şekilde, üstelik bir masada bile değil, direkt  barda, bar taburesinde... Yeraltı'nda Engin Günaydın'ın arkadaşlarını beklerken içip içip sızdığı sahne geliyor gözümün önüne. Akıp gitsin istiyorum zaman. Yanımda bir adam rakı içiyor, insanlar girip çıkıyorlar bara. "Farkında mısınız? Az sonra Kesmeşeker çalacak!" diye bağırmak geliyor içimden. Yaşam onların bilmediği bir yerde başlıyor!

Saat onda yukarıdayım. Dar merdivenlerden tırmanıyorum. Kibarlık bir kenara, herkesten önce oraya ulaşmak için itiş kakış yapabilecek sabırsızlıktayım. Yukarı çıkınca görüyorum. Sahne parıldıyor. Enstrümanlar dizili... Her şey hazır. Buram buram Kesmeşeker kokuyor ortalık.

İnsanlar toplanıyor. Sahne önündeyim. Etrafım kalabalıklaşıyor. 2008'den ODTÜ'den tanıdık simalar var. Sanki hepsi, tıpkı hiç tanımadığım Kesmeşeker müzisyenleri gibi, biraz yabancı ama "biz"den.

Konser başlıyor. İlk şarkı "Para, Pul vs." Tüm şarkıları, konsere gelen herkes ezbere biliyor gibi. Kalabalık, büyük bir koroyuz. Hemen yan tarafımızda ekibin eski üyeleri var. Burada olmak bir rüya gibi. Tek derdimiz aşk demiş miydim?

Öyle bir gece ki, en sevdiğim Kesmeşeker şarkıları çalındı mı hatırlamıyorum bile. Dizlerim titremiş dinlerken, birkaç sözüne eşlik edemem belki diye korkmuşum sanki. Ama düşününce, şimdi bile hatırlayamıyorum "Mr.Brown" dinledik mi, "Sıcak ve Kurak" çalındı mı.

Konser sonrası hiçbir yere gitmek istemiyorum. Ama konser bitiyor, müzisyenler gidiyor, kapılar kapanıyor. İçimde büyük bir coşkunun ardından kalan hissizlik, üst katta Dünyanın sayılı gruplarından birinin çaldığının farkında olmayan o kalabalığından arasından geçip Kadıköy sokaklarına çıkıyorum. Belki biraz bencilce ama uçsuz bucaksız bir azınlıkta, herkesin bilmediği, herkesin anlamadığı bir şeyleri görüyor ve anlıyor olmaktan mutlu olduğumu hissediyorum.

Üstünden iki gün geçti. Şimdi düşününce yıllardır görmediğin ama hep aklında olan, söylediklerini düşündüğün, kendince anlamlar çıkardığın, hayatının önemli kararlarını onun öğretileriyle şekillendirdiğin, onun hayatı algılayış şekline özendiğin, ve hatta belki içten içe kıskandığın bir dostu yıllar sonra görmek, onunla konuşmak, dertleşmek gibi bir Kesmeşeker konseri... Bitiyor. Her güzel şey gibi...

31 Mayıs 2012 Perşembe

Yağmur

Ankara’da, evimizde, küçük bir bahçede büyüyor çocukluğum
Yaz akşamı, balkonumuzda, insanlar toplanmış gülüyor…

Ne kadar da mutluyduk, daracık sokaklarda,
Yağmurlar yağsa da, o komşu çocuklarla.
İstanbul yolu boyu dizilmiş arabalar,
Eskiden plastikti bildiğim tüm toplar.

Yine ben yine, hala aynı çocuğum…

Anlattığım onca şey, sevdiğim tüm şiirler, akıyor yağmur gibi.
Sanki seni beklemişler gibi yıllardır kalbimin tozlu raflarında.

Ne kadar mutluymuşuz, o yağmurun altında,
Yanağımdan öpmüşsün, belli ki üşümüşsün,
Üstümüz sırılsıklam, keşke hep böyle kalsam,
Aklımda bak o akşam.

Yine ben yine, hala aynı çocuğum...

31 Mayıs 2012
Aksaray/İstanbul


[Şarkılarım sanırım geri dönüyor]

29 Mayıs 2012 Salı

Aksaray, Vatan Caddesi, Alibeyköy vb.

Sabah kahvaltılarımı hacıyağı kokuları arasında Araplarla yapıyorum. Entariler içinde, takkeli, gümrah sakallı Araplar. Kokuya alıştım, görüntüye de fazla takılmıyorum. Otelde kalan birkaç Avrupalı turiste takım elbisemin içinde vaha gibi gözüküyor olmalıyım ki "Bon jour" diyorlar bana. "Bon jour anasını satıyım, bon jour"

Bir travesti, kapalı kadınlar, delikanlı abiler... İçlerinde ben, minibüste kendime bir yer bulmuşum. Elimde "Paul Auster - Kış Günlüğü". Tezatlar kitabı ya ömrüm, okuyorum. Cinsellik, ateizm türlü türlü konu var. Bir iki satırına göz atsa yanımdaki Eyüp civarında beni bi' temiz döverler, kısmet.

Şubede bir odam var. Her zamanki kolonyamın şişesi değişmiş, kokusu aynı. Mint şekerlerim, takvimim... Kara kaplı laptop, kötü mouse... Farklı şube, rutin aynı.

Alibeyköy... Yiğidin harman olduğu yer. En meşhur şeyi şehirlerarası otobüslerin yolcu indirme terminalleri....

Temizlik görevlimiz Ziynet Hanım, akşamüzeri çıkarken "Allah rahatlık versin" dedi. Nasıl derin bir yatıştaysam artık. Gerçi ben de kendisine sabah Atiye Hanım diye seslenecektim. Gideni yolla...

Otelin sahibi İbo Müdürüm. Siyah gömlek, beyaz pantolon, yumurta topuk... Saç/göğüs kılı oranı 1. İnanılmaz diye ikisini de sergiliyor. Arnavutköy sakini... Paraya kıysa seni beni komple satın alır.

Saat 12 koridorlarda Araplar çene çalıyor. Çıkıp annemin o güzel vecizesini söylemek geliyor içimden: "Yatın uyuyun, geç oldu, sabah kalkamazsınız"

O değil de cuma Kesmeşeker var.


26 Mayıs 2012 Cumartesi

Andy Whitfield - Spartacus

Not: Fena halde spoiler içerir.

Can sıkıntısından kendimi dizilere verdiğim bu dönemimde sıkça izledim onu. Spartacus dizisinin başkahramanı... 



İnsan oynadığı rolü hayatında da sahiplenir mi, kişiliği o role çok uygun olduğu için mi o rol ona verilmiştir, bilmem. Ama bu adamı izlerken özel hayatında da belki adam öldürmeyen, elinde bir kılıçla yarı çıplak gezmeyen, ama Spartacus gibi onurlu bir adam olduğunu hayal ettim.


Dizide çok sevdiği bir karısı var Spartacus'ün. Sura... Romalılar kadını kaçırıp köle tüccarlarına satıyor. Spartacus bir yandan Arena'da hayatta kalmaya, bir yandan karısından bir haber almaya çalışıyor. Onun hayatta olduğunu öğrendiği her saniye, kendi hayatına daha da sıkı sarılıyor.

Bölümler ilerledikçe bu adamla aramda garip bir bağ oluştu. Bu bağın belki günümüzü anlatan bir dizinin kahramanıyla aranızda kurulması normaldir. Ancak elinde kılıç, kıçında el kadar bir bezle savaşan bir adamın, uyarlama adı altında yarı uydurulmuş bir senaryoda size tanıdık gelmesi, yakın gelmesi çok garip. Bir aile dostu gibi akşamları kapısını çalıp tavla oynama isteğinizi uyandıran birisi bu adam.

"Kanserden öldü onun başrol oyuncusu biliyorsun, değil mi?" dedi ablam. Şok oldum. Sanki hiç ölmeyecek biriydi. Spartacus'tü, Capua Şampiyonuydu. Arena da onu kimse deviremiyordu. Yağmuru getiren adamdı, Theokoles'i parçalara ayırmıştı. Bir hata olmalıydı. Ama hata yoktu. Andy Whitfield 40 yaşını doldurmadan aramızdan ayrılmıştı.

Sezon finalini izleyene kadar araştırmak gelmedi içimden. O kılıç sallarken bir vesile ile ölecek, diziden ayrılacakmış gibi geldi hep. İzlerken daha bir acıklı gelmeye başladı gördüklerim. Spartacus ölmedi. İnadına yaşadı.

İnternetteki fotoğraflarında hep çok yakışıklı görünüyor. Sanki ölüm bir süreçmiş gibi, 'önce yakışıklı zamanlarımız geçecek, çirkinleşeceğiz, tuvaletimizi tutamayacağız, her yanımız pörsüyecek ve öyle öleceğiz'miş gibi bir algıda ölümüne bir kez daha şaşıyorum. 

Lenf kanseri diyor hastalığına Wikipedia. Bir ara geçti sanılmış, sonra durumu kötüleşmiş. Bir sabah ölümünü şu şekilde duyurmuşlar "Whitfield's wife issued a statement, saying her husband died on a 'sunny sydney morning' in the arms of his loving wife". 

Araştırmalarım yanıltmadı, o bir Spartacus'tü. Sura için savaşan, "kadınını dudaklarından son kez öpebilmek, ona dokunabilmek için kaç adam öldürürsün? Yüz bin mi?" repliğinin sahibi adamdı o. 

İki çocuğuna ölmeden önce "ben bir kelebek olup uçacağım. Sizi bir yerlerden hep izliyor olacağım" demiş. Keşke dizide baba olduğunu da görseydik, belki o zaman onu daha iyi anlayabilirdik.

Belki her ölüm bir parça erken ama onunki çok erken olmuş gibi. Tam da kariyerinde tepe noktaları görmüş, güzel bir aile kurmuş, iki çocuğunun yetişmesini izlerken aramızda ayrılmış Andy. Ne denir ki!

22 Mayıs 2012 Salı

Eurovision Samimiyetsizliği

Hastayım. Dizlerim titriyor, üşütmüşüm sanırım. Vücudum çok kırılgan. Eskisinden daha güzel bir oteldeyim. İlk gün yabancılaması, belki bir öncekinde tıkıştırdığın eşyaları birer günahmış gibi tek tek çıkarmak, özenle sermek... Bilmiyorum.

Üzerimde iğrenç bir eurovision samimiyetsizliği var. Hem mutluyum, hem mutsuzum. Aynı anda hem en komik esprileri yaparım, hem de huysuzluk eder halime ağlatırım.

Şubedeki masamda iki şişe kolonya vardı. Hep aynı markadan alırım, ama değişiklik olsun diye aldığım şişe ruhumu daralttı. Sevmediklerime o şişeden ikram ediyordum. En azından bu konuda samimiyim.

İlk geceler yatıp uyuması zor. Bilen bilir. Bilmeyen de pek anlamaz. Bilmediği halde anlamaya çalışanlar olur, sevilir.

"Daha kötülerini gördüm" dedim, doğruydu. Hasta hasta yolculuk ettiğim de oldu, rapor yetiştirdiğim de. Zonguldak'ın ilk günlerinde, hangi ilacın iyi geleceğini bilmeden, öksüre tıksıra çalıştığım da. "Geçer..."

Geçiyor.

17 Mayıs 2012 Perşembe

Zonguldak

Bazı şeylerin muhasebesi zor. Ne aldın, ne verdin? ... Ne kaldı?

Karakış... Otelin duvarını delecek sandığım dalgalar... Kar, çamur... Kötü yollar, bitmeyen bir soruşturma... Küçücük bir şehre sıkışmış insanlar, küçücük bir şehirde ben... Maden işçileri, dolandırıcılar, telefon dinleme kayıtları, ifadeler... 

Kayıp günler... Sorsanız "nasıl geçti" sorusuna cevap bulamayacağım bir dönem. Hayattan çalınmış anlar ve niceleri... Şimdi çok uzaktan bakarken onlara, yeni yeni idrak ediyorum. Ne verdim? Ne aldım?

Birkaç kez anlatılıp, belki sonra unutulacak hikayeler, kendimi gülmekten -ama komik oldukları için değil, paylaşılmış oldukları için gülmekten- alıkoyamayacağım ama bir süre sonra sıkacak onlarca anı... Hiç ödül almayacak altmış sayfalık bir rapor, 10 yıl sonra, zamanı geldiğinde, ben kimbilir neredeyken yakılacak 21 klasör evrak... 

Öyle ya, peki ne kaldı?

Dünya iyisi insanlar, gerçek birkaç dost... Bir vesile tanıdığım insanlar... Dokunduğum hayatlar, elimin uzandığı insanlar... İnsan olduğumu hissettiren, çok sevdiğim güzel insanlar...

İstanbul'da, bir sahil kahvesinde, o hep hayalini kurduğum ve nihayet gerçekleştirebildiğim öğle tatilinde kitap okuma seanslarımda fark ediyorum. Bir şekilde bitti, bir şekilde mutluyum. Çok şey verdim, çok şey aldım. Bir şeyler bana kaldı.




3 Mayıs 2012 Perşembe

Ninni

Belki çok büyük bir şey değil. Belki gerçek bile olmayacak. Belki ben bu gece ümitlendiğimde, kendimi önemli hissettiğimle kalacağım, sonra hayat yine eskisi gibi akmaya devam edecek, mühim değil.

Dramlardan mutluluk çıkarmak gibi bu belki. Bir trajediye el uzatmaktansa fotoğrafını çeken bir fotoğrafçının ikiyüzlülüğü gibi... Elimden ötesi gelmedi. Sene 2006'ydı. Ben hayatın akışı içerisinde, kendi geleceğimi kurmaya çalışırken olmuştu her şey. Bir bebek vardı. Onu bebek görmemişler, incitmişlerdi.

Benim kalbim hassastır. Haddinden yüksek sese, haksızlığa, onur kırıklıklarına, haysiyetsizliğe, adaletsizliğe gelmez. O gün de gelemedi. Belki elimde bir kılıç olsa asar keserdim. Hakkı olana hakkını teslim eder, zalimlere acımazdım. Elimde bir tek gitarım vardı.

Ben bir şarkı yazdım. O kızın ağzından bir şarkı... Kimse duymadı, kimse dinlemedi. Küçük bir kız vardı, uzaktaydı. Onu görmüştüm belki, belki elimden gelen her şeyi yapmak istemiştim de, elimden bir şey gelmemişti. Ben bir şarkı yazmıştım. Söylesin diye de başka bir kıza, bir müzisyen kıza vermiştim.

Yıllar geçti. Bir vesile dinleyen biri, bir vesileyle bir filmde kullanmak istemiş. Şimdi 6 yıl sonra o şarkıyı tekrar dinliyorum. Gururlanıyor, utanıyorum. Utanıyor, gururlanıyorum.

http://herkesdinlesin.com/mp3.asp?uid=2229&id=4924

28 Nisan 2012 Cumartesi

Münzevi

Yanıp sönen bir imleç, boş bir mesaj sayfası... Hiçbir zaman söylenmeyecek sözler için alınan derin nefesler...

Geçici bir körlük. Ancak yıllar sonra aydınlanacak bir yolda hayat kurma savaşı. Verilen sözler, pembe hayaller ve bir sürü yara bere.

Önümüz kış.

İkrar


Önüne bir parça kağıt koydum. Adını soyadını yazarken elleri titriyor. Her cümlesinden sonra "ne yazayım efendim?" diye soruyor. "İşe başladığın tarihi yaz!" diyorum. "Hesabından para aldığın kişileri..." Aslında bunları sert sert söyleme nedenim, ona gerçekten kızgın olmam değil. Yumuşak yüzlü halimi görüp yazmaktan vazgeçmesinden korkuyorum.

O yazdıkça listede isimler birikiyor. Bir, iki, üç... Yazarken hala elleri titriyor. Oysa bana bunları kendi ağzından geçen hafta zaten aktarmıştı. Yine de kolay bir ruh halinde değil. Hiçbirimiz yaptığımız hataları kolaylıkla itiraf edemiyorduk ve o da sadece bir insandı.

Karısının hasta olduğunu söylemişlerdi. Onu yanıma çağırana kadar bu hastalığın ölümcül bir hastalık olduğunu bile bilmiyordum. Çünkü o kimseye bundan bahsetmemişti. İçine kapanık, münzevi bir yapısı vardı.

"Çok mu ihtiyacın vardı?" demiştim. Benimki de soru! Bir suçu kimse belirli bir ihtiyaç hasıl olmadan işlemezdi, değil mi? Yine de ters bir cevap vermeyip "elimden geldiğince ödeyeceğim" demişti.

Düşününce keşke eşinin tedavisi için değil de, içki bağımlılığı nedeniyle harcamalarının önünü kesemediği için ya da hayat kadınlarıyla gününü gün ederken biriktirdiği kredi kartı borçları için işleseydi bu suçu diyorum. Ama o, kötü adamı oynamaya geldiğim bu şehirde, bana duygusal hezeyanlar yaşatmak istercesine duruyordu karşımda. İnsanlığın bugün geldiğin noktanın ispatıydı.

"Hepsi bu kadar mı efendim?" dediğinde sıyrıldım düşüncelerimden. Önümde artık tamamladığı liste, listenin altında da imzası duruyordu. "Bu kadar" dedim. "Teşekkür ederim"

Garip bir his bu... Bana işimi yapmamda yardım etti, ben de ona bu yardımı için teşekkür ettim. Elini sıkıp, hayatında başarılar dileyerek uğurladım onu. Başarısızlığı, benim başarımdı. Karşılığında bana para ödedikleri bir başarı.

Akşam kaldığım kötü lojmana dönerken klasik müzik açıp, hiçbir kitabını okumadığım bir yazarın satırlarına gömüldüm. Beni bugünden, yaşadığım hayattan bir parça uzağa, hala hepimiz için bir umudun olduğu bir dünyaya taşımasını bekledim ondan.

25 Nisan 2012 Çarşamba

Yabancı

“Oğlum, senden bir tane daha yok!” dedi dün akşam. Onunla aynı anne-babadan doğmuş, aynı odayı 18 yıl kavga-gürültü paylaşmış olmasak da derdi bunu, biliyorum.

2 yılımı yiyen, 2 baskıda toplam 7 adet basılan ve yok satan kitabımın adı bile “Yabancı” benim. Hiç bilmediği bir coğrafyaya, kendisine hem ruhen hem de fiziken hiç mi hiç benzemeyen insanların arasına karışan bir adamdan bahsediyor. Hayat ne kadar ironik ya da şu Rhonda Byrne (The Secret) ne kadar şerefsiz ki aynı kaderi bana da yaşatıyor. Roman kahramanımın derinlerde bir yerlerden “Ne oldu ha, muck!” dediğini işitir gibiyim. Haklısın be Yavuzum, bana da iyi oldu hakikaten…

Kebapçıda kitap okudum dün. Okuduğum kitap da Grange’ın Koloni’si… Fonda “Sting - I’m an Alien (English Man In New York)” dese, bu kadar otururdu. Ama Sivas Kebap da şahaneydi. Yine de hüzünler içimde bir yerlerde saklı duruyor hep. Sivas kebabının o pörsümüş patlıcanında kendini bulmak, morumsu şeyden yola çıkarak hayatı sorgulamak ne kadar da 90’lı yılların arabeski… Düşündüm de Nuri Alço iyi adamdı. Çevresi bozdu onu.

Abim haklı galiba, benden bir tane daha yok. Oysa birkaç tane olsaydı benden ya da ben sayıca fazla olan birilerine benzeseydim. Kahvede maç izleseydim, kâğıt oynasaydım. Biraz daha kaba-saba, biraz daha bizden biri olsaydım ne vardı. Taksim’e çıksaydım yılbaşında, turist kızlara yanaşsaydım. Ağzımda ne var ne yok balgam haline getirip de yolun ortasına bıraksaydım.

Midem bulanıyor, galiba dünya tuttu…


Ocak 2010
Sivas


Nekahat

Hani Temel'e sormuşlar da "aptallık" demiş ya, “güzellik mi aptallık mı” sorusuna. Öyle kalıcı bir aptallıkta, kendi halinde yaşamaya çalışan bir adamım birkaç gündür. Sert bir fırtınadan kanadı kırık çıkmış bir kuşum. Susuyorum, kana kana susuyorum. Rüzgarda savruldum, bir mazgala düştüm bekliyorum. Yukarda insanlar var, yukarda hayatlar. Kendimi çirkin buluyorum. Omzumda çantam, kimsenin bilmediği bir hayatta, kimsenin bilmediği hayatlardan geçiyorum.

Sevdiklerim var, doya doya yaşamak istediklerim. Hepsini bir bir erteliyorum. Bir nekahat dönemi bu, bir yenileniş. Her yenilenişim gibi sancılı ve buruk. Gözlerimden hüzün, sesimden yalnızlık taşıyor. Susuyorum, kana kana susuyorum.

Zaman en vefakar dostum. Ne zaman ki bunalsam yetişiyor bana. Beni kollarına alıyor. Geliyor, geçiyor ve bana yeni bir yüz, yeni bir kimlik bahşediyor. Ben o kimliği sömürüyorum, tüketiyorum. Yeni aldığı oyuncak arabayı parçalayana kadar duvara vuran bir çocuk gibiyim. Sonra yine o geliyor, beni yeniden kollarına alıyor.

Uzakta yüzler var, uzakta bilmediğim şehirler. Hepsi aynı soğuklukta beni bekliyorlar. Onlara gideceğim, yine bilmedikleri bir hayatta, bilmediğim hayatlardan geçip gideceğim.

Yaşamak hala zor bi’ oyun…


2010 Nisan
Bakırköy/İstanbul

Engin

Hududu çizilmemiş bir yalnızlık bu. Uçsuz bucaksız, okyanuslardan engin… Boy vermeye, ayaklarımı zemine değdirmeye çalışıyorum. Birazcık dokunsa parmak uçlarım yere, ayaklarımın arasında deniz kumunu hissetsem. Dinlensem biraz. Soluk alış-verişlerim bir düzene girse. Sonra hiç korkmadan yeniden enginlere açılsam… Güneş yüzümde parlasa, balıklar bacaklarımın arasından kayıp gitse. Oysa göğüs kafesim söndükçe, bir parça daha su yutuyorum hepsi bu.

Tek kişiliktir ya yalnızlık. Ucundan kopartıp kimseye veremiyorum. Kafamda kocaman bir boşluk var, dinlediğim hiçbir şarkı dolduramıyor o boşluğu. Kalbimde tınılar kopuyor, notalar akıp gidiyor zihnimden. Sözlerim yok… Sözlerim bitti, onları bir bir tükettim. Aslında pek sevmediğim kadınlara, hiç de istemediğim zamanlarda söyledim, inandılar. Yıldızlar verdiler bana, içime sakladım her birini. İşte şimdi, büyük kentin küçücük bir insanının kalbine batıyor o yıldızların sivri uçları.

Bir gün gelecek, bir kara parçası daha göreceğim. Yorgun, deniz suyu beni derinde tutmaya çalıştıkça, her adımda bir güç bacaklarımı geriye doğru çektikçe yürüyeceğim. Başka bir şehirde, belki başka bir limana sığınacağım. Ayaklarım kızgın kumlara dokunacak, denizin serinliğinin keyfini çıkartacağım. Güneşin denizin üzerinden doğuşunu, martıları, yakamozu seyre dalıp geçtiğim enginleri unutacağım. Ve bir gün, kendimi yine bilmediğim sularda, anlam veremediğim savaşlar verirken bulacağım.


Nisan 2010
Bakırköy/İstanbul

Helena

Helena, Eric’le tanıştığında henüz 15 yaşındaydı. Eric uzun boylu, güzel yüzlü bir erkekti ve Helena’nın küçük kalbi, onu gördüğünde hızlı hızlı atmaya başlamıştı. “Saçlarının sarısı ne kadar güzel!” demişti Eric ona. Helena gülümsemesine engel olamamış, boynunu hafifçe öne eğmiş ve tatlı tatlı susmuştu. Eric kızın çenesini hafifçe kaldırıp dudaklarına minicik bir öpücük kondurmuştu.

Helena kasaba öğretmeninin kızı, Eric kasabaya yeni gelen doktorun oğluydu. Helena, Eric’ten beş yaş küçüktü; Eric, Helena’ya göre biraz daha kumral… Kısa süre içinde zaman zaman kasabanın uzağındaki göletin kenarında, zaman zaman içinden tatlı bir meltem esen ağaçlıkların arasında buluşur oldular. Gözlerden uzakta, hayatlarının en güzel yıllarını geçirdiklerinden habersiz, kimselere hissettirmemeye çalışarak yaşarlardı aşklarını. Ancak kasabada herkes onların aralarındaki şeyin ne olduğunu bilir, onlara belli etmezlerdi.

Helena’nın hayatında tanıdığı tek erkek babasıydı. Okulda yorgun düşen, akşam olduğunda eve gelip zamanının çoğunu bir şeyler okuyarak veya uyuklayarak geçiren adam eğlenmeyi bilmezdi. Annesiyle beraber ona defalarca kez ısrar etmiş olmasına rağmen, adam onları hiçbir zaman bir tiyatroya veya kasabadakilerin birinin evinde düzenlenen herhangi bir baloya götürmemişti. Babasına göre bu tür etkinlikler insana sadece yorgunluk verirdi. Eric ise babasının aksine eğlenmeyi bilen biriydi ve arkadaş çevresi de oldukça genişti. Onu zaman zaman şehre götürüyor, hiç tatmadığı yemeklerden yemesini, tanımadığı insanlarla tanışmasını sağlıyordu. Zaman zaman bir mimarla karşılıklı kahve içiyorlar, zaman zaman da yabancı ülkelerin birinden gelmiş bir tüccardan asla gidip göremeyecekleri yerlerin hikayelerini dinliyorlardı.

Eric, Helena’ya evlenme teklif ettiğinde tanışmalarının beşinci yıldönümüydü. Helena aslında bu teklifi uzun zamandır bekliyordu, ancak duyduğunda yine de fazlasıyla şaşırmıştı. Eric’in boynuna sarılmış ve milyonlarca kez evet demişti. Bu haberi babasına vermek için eve koşmuş, kasabada tanıdığı herkesi düğününe davet etmişti. Düğününü en ince ayrıntısına kadar düşünmüş, imkanları ölçüsünde yapılabilecek en güzel düğünü yapmak için ailece uğraşmışlardı. Gelinliğini annesi dikmişti, ayakkabılarını şehirdeki bir dükkandan almışlardı. Sade ama içlerine sinen bir düğünle hayatlarını birleştirmişlerdi.

Helena, Eric’e hamile olduğunu öğrendiğini söylediğinde henüz dört aylık evli bir çifttiler. Eric önce duyduklarına inanamamış, ardından Helena’nın önünde diz çökmüş ve başını kadının karnına yaslayarak ona kendisini Dünya’nın en mutlu erkeği yaptığını söylemişti. Aslında Eric, o gün aynı sözü başka bir kadına daha söylemişti. Kadın kızıl saçlı, esmerdi ve Eric ona bu sözleri söylemeden önce Eric’e hayatının en güzel sevişmelerinden birini tattırmıştı.

Oğulları, dokuz aylık sıkıntılı bir hamilelik sürecinin sonunda doğmuştu. Adını Peter koymuşlardı. Peter, Eric’in en sevdiği roman kahramanının adıydı ve oğluna bu ismi koymak istiyordu. Helena da kocasının bu isteğine karşı çıkmamış ve çocuk, Helena’ya her hatırladığında kocasına dair bir şeyler hatırlatacak olan Peter adını almıştı.

Babası gibi kumral bir çocuk olan Peter’ın doğumu, Eric üzerinde tarifi mümkün olmayan bir bunalım yaratmıştı. Sürekli ağlayan bir çocuk, ilgi ve destek bekleyen bir eş, Eric’in tahammül edebileceğinden fazlaydı. Zaman zaman işini bahane ederek evden kaçan adam, soluğu şehrin büyülü yaşantısında alıyor, çoğunun adını ertesi gün hatırlamayacağı kadınlarla, gençliğinin son demlerini tüketiyordu.

“Esmer bir kadınla görmüşler” demişti bir keresinde komşusu. Bir diğeri “Saçları kıpkızıl bir kadındı”… Akşamları yalnız geçiriyor olması, çocuğunu çoğu kez tek başına büyüttüğünü hissediyor olması bir kenara, başka kadınların olduğu gerçeği Helena’yı yıkmıştı. Birkaç gün kocasının tavırlarını izlemiş, bir keresinde de peşine bir çocuk takmıştı. Komşuları yanılmıyordu, kocasının hayatında başka kadınlar vardı.

Bir akşam adama her şeyi bildiğini anlatmış, hıçkıra hıçkıra ağlamıştı. Kocası ise onun gönlünü alacak türden şeyler söyleyemese de yaşadıklarını inkar etmeye çalışmıştı. Helena ertesi gün, çocuğunu da alarak evi terk etmişti. Uzak bir şehirde yaşayan teyzesinin yanına yerleşmiş, bir süreliğine de olsa yaşadığı travmalardan kaçmaya çalışmıştı. Eric, Helena’nın gittiğini öğrendiğinde hiçbir şey yapmamış, kadına istediği yalnızlığı fazlasıyla vermişti. Bir süre eşinden bir özür, en azından onu hala umursadığını gösteren bir hareket bekleyen Helena, sonunda ilişkilerinin bittiğine ikna olmuştu.

Uzunca bir süre kendisini toparlamaya çalıştı. Peter’ın ilgiye muhtaç oluşu, acısını bastırmasına yardımcı oluyordu. Gününün çoğunu, çocuğu için bir şeyler yapmaya çalışmakla geçiren kadın, günün sonunda yorgun düşüyor, Peter’ı uyutmaya çalışırken onunla beraber uykuya dalıyordu. Olan bitene fazlaca kafa yormuyor, hayatı olduğu gibi kabullenmeye, yaşadığı bu yas sürecinin biteceği güne kavuşmaya çalışıyordu.

Aynanın karşısına geçtiğinde kendisini bazen güzel, bazen de oldukça çirkin buluyordu. Oysa yaşadığı şehrin bekar erkeklerinin gözünde Helena ulaşılmaz bir yıldız gibiydi. Sarı saçları rüzgarda savruluyor, iri, güzel gözleri özellikle oğlu Peter’a bakarken ışıldıyordu. Helena kendisine yönelen bu ilgiden habersiz, hayatını tek başına sürdürüyordu.

“İsterseniz yüklerinize yardım edeyim” demişti bir keresinde bir adam. Temiz yüzlü birisine benziyordu. Kucağında uyuklamakta olan Peter olmasaydı, o adama paketleri vermek istemezdi aslında, ama bu yardımsever genci geri çevirmedi. Eve geldiklerinde de, ona teyzesiyle beraber yaptıkları lahana çorbasından ikram etti. Gencin adı Adam’dı. Onu daha birkaç kez marangoz atölyesinde görmüştü; ancak çocuk anlattığı kadarıyla marangoz değil, bir ressamdı. Adam’la arkadaşlıkları böylece başlamış oldu.

Onunla birkaç kez dışarı çıktı. Hatta bir keresinde Adam’ın resimlerine bakmak için evine bile gitti. Tanıyabildiği kadarıyla kibar, güler yüzlü bir çocuk olan Adam, şehre geldiğinden beri kendisini yalnız hissetmemesini sağlayan ilk erkek olmuştu.

Sıkıntılarından kurtulduğunu sandığı bir akşam, tam da Peter’ı yatırmak üzereyken, kapıda teyzesiyle konuşmakta olan bir adam gördü. Gelen Eric’ti. Her zamanki güçlü duruşu, üzerine her zaman yakışan güzel kıyafetleri vardı. Kapının eşiğinde duruyor, içeri girebilmek için teyzesinden izin istiyordu. Helena’yı gördüğünde durmuş, odayı aydınlatan mumun cılız ışığında yanaklarının pembeliği gizlenen karısına bakmaya başlamıştı. Helena, hareketsiz kalmış, bir zamanlar ölesiye sevdiği adamı izliyordu. Babasının geldiğini gören Peter, koşarak ona sarılmasa, belki de saatlerce öylece bakışabilirlerdi. Eric, Peter’la biraz oyun oynadıktan ve oğlunu yatağına kadar götürdükten sonra karısıyla beraber dışarı çıktılar.

Yan yana yürüyorlardı, ancak birbirlerine söyleyecek doğru sözcükleri seçemiyorlardı. Eric biraz yaşadıkları kasabadan bahsetti, Helena Peter’ın edindiği yeni huylardan… Eric, Peter’la ilgili birkaç soru sordu, Helena’da kasaba bıraktığı dostlarından birkaçını özlediğini söyledi. Şehri boydan boya yürüdüler, ancak aralarında ilişkileri hakkında tek bir söz geçmedi. Ne Eric çok pişman olduğunu, ne de Helena onu çok özlediğini söyleyebildi. İçeri girmeden önce hafifçe sarıldılar, Helena eşikten içeri adımını attı. Neden sonra dönerek “İsteseydin saçlarımı siyaha ve hatta kızıla boyayabilirdim…” dedi. Eric duraksadı. Ona “Sen aslında o kadınlardan daha güzeldin…” diyebildi. Helena cevap vermedi, iyi geceler dileyerek içeri girdi ve yatağına yattığında da gözyaşlarına boğuldu.

Eric’ten o akşamdan sonra uzunca bir süre haber alamadı. Hatta bir keresinde, eski dostlarını görmek bahanesi ile yaşadıkları kasabaya bile gitti ama evlerinde artık başka insanların yaşadığını, Eric’in ise uzun süredir ortalıklarda görünmediğini öğrendi. Teyzesinin yanına döndüğünde olanları ona anlattı ve ondan Adam’ın birkaç kez uğradığını öğrendi. Teyzesi her ne kadar ısrar ettiyse de, Adam’ı bir daha görmek istemedi. Davetlerini her seferinde bir bahane bularak reddetti.

Karşısına daha sonra da erkekler çıktı. Kimisi zengin, kimisi gösterişli, kimisi yakışıklı… Helena her seferinde, tam da onlarla yakınlaşmış, Eric’ten başka hiç kimse için indirmediği aşılmaz duvarlarını yıkacakken, Eric bir şekilde onu buldu. Bazen bir mektup gönderdi, bazen de oğlunu görmek bahanesiyle çıkıp geldi. Aslında Helena’nın da onu hatırlaması için böyle bahanelere ihtiyacı yoktu. Oğlunun gözlerinin içine baktığında gördüğü, aşık olduğu, hayatının ilk ve tek aşkı olabilmiş o adamın pırıl pırıl parlayan gözlerinde gördüğüydü.
Eflani/Karabük

Henüz Onlar Bunları Bilmiyor

Sabah mutsuzlukları, devamlılık arz eden uyuşukluk ve karşın konulamaz uyku isteği… Hiçbir şeyle mutlu olamama, kronik hüzünler… Arabesk, acı, keder…

“Ne çok tanıdık, bildik bu hüzün”.

En sevdiğim adamın şarkı sözü bu. Onun şarkı sözlerinin türlü türlü imitasyonlarını yaratsam da yetmiyor kendimi ifade etmeye.

Kalp kanar mı hiç, kanıyor işte. İnsan kendi saldığı karbondioksitte boğulur mu? Işıklar bile kesip geçer mi boğazını?

Beş dakika sonra aşırı mutlu hissedeceğim kendimi. Sonrasında yine aynı girdapta olacağım. İyi biliyorum bunu, orada daha önce de bulundum. Çıkış ne kadar yüksek olursa, çöküşün o kadar derin oluyor. Hayatın sana biçtiği paha bu. Mutluluğu taksitle yaşatıp, peşin peşin ödetiyorlar bedelini. Bankalardan beter bu hayat…

Üç çocuğum olsun. Adlarını Prozac, Edronax, Risperdal koyayım. Tok karnına öpeyim onları yanaklarından. Hayatımdaki her şey olsunlar. Beni gülümseten, bütün sıkıntılarımı alıp götüren. Sihirli bir değnek gibi, söküp alsalar ya benden mutsuzlukları…

Oysa “Erir” demişti doktor, “depresyon, kar gibi…”


Şubat 2010
Sivas

Denizkızı

Onu hiç kimse ağlarken görmemişti. Sadece yüzü değil, gözlerinin içi, minicik gözbebekleri, bütün ruhu gülümserdi o gülerken. Güzeldi; ancak bu güzelliğinin hiç farkında değilmiş gibi yaşardı hayatı. Hata yaptığında kabullenir, zekasıyla övünmeyi sevmez, gözlerinin, yanaklarının, yüzünün güzelliğini vurgulamak için makyaj yapmazdı. Sade haliyle dünyaya gönderilen ender güzelliklerdendi.

Hep başarısız ilişkileri olmuştu. Kimseyi hak ettiği kadar sevememiş, kimse ona hak ettiği değeri verememişti. Attığı sakin, kimseyi rahatsız etmeyen kahkahalarının ardından duruluşu, başını hafifçe yere doğru eğip, azıcık açılan eteğini bacaklarının altına sıkıştırması bu yüzdendi. Ona içini görmeden bakanlar, çok neşeli, eğlenceli biri olduğunu düşünürlerdi. Oysa o içinde dışarıya hiç göstermediği bir hüzün taşıyordu. Bu hüzün zaman zaman onu yoruyor, hiç kimsenin bilmediği anlarda, hiç kimsenin görmediği yerlerde ağlatıyordu.

Peşinde onu güzel bulan erkekler oluyordu hep. Kimisi zengin, kimisi gösterişli, kimisi uzun, kimisi ukala… Ne olursa olsunlar, onların hayatına girmelerine izin veriyor, karşısında duran şeyi anlamaya çalışıyor ve o şey hiç kimsenin dokunmadığı bir noktaya temas ettiğinde de o kişiden o an vazgeçiyordu. Her seferinde korkaklığına, gerçekçiliğine kızıyor ve her seferinde aynı hatayı yapmaktan geri durmuyordu.

Zamansız zamanlarda aşkını ilan edenler oluyordu ona. Anlamazdan geliyordu çoğu kez, anlamak istemiyordu. Bütün ilişkilerinin kontrolünü elinde tutmak, içinde çocukluğunu yaşattığı sınırlardan içeri kimsenin girmesine izin vermiyordu. Hiç kimsesi yoksa kızıl saçlı denizkızı bebeği vardı. O bebeği çoğu kez gözyaşlarıyla ıslatmıştı.

İçinde büyük bir yalnızlık taşıyordu. İnsanların arasında yaşıyor, onlarla konuşuyor, onlara dokunuyor ama onlar hiç yokmuş gibi hissediyordu. Tozdan bir buluttu hayat. Geliyor, ağırlığını hissettiriyor ve geçiyordu. Bütün günler aslında birbirine benziyor, gün boyunca gülüyor, arkadaşlarıyla şakalaşıyor, günün sonunda yatağına tek başına giriyordu.

Onu son gördüğümde bir tren garında bekliyordu. Bilet almamıştı, o bileti alacak cesareti hiç olmamıştı. O garda bir süre bekleyecek, vagonların doluşuna tanıklık edecek, birileri uğurladıkları sevdiklerine el sallarken o bu tabloya şahitlik edip gardan ayrılacaktı. Sonra odasına gidecek, denizkızına sarılıp uyumaya çalışacaktı. Tren yaklaştıkça estirdiği rüzgarda üşümüştü. Ceketimi omzuna koydum. Bana hiç bakmadı; ama cekete sıkı sıkı sarıldı. Başını omzuma koyup hayatının en tatlı uykusuna daldı.
Bakırköy/İstanbul

24 Nisan 2012 Salı

Kayıp Konsept

Yıllardır yazmayınca kopmuş bu konsept, kayıp. Oturup iki satır yazmak istedim de "arkadaşım şu güzel ortamı bozuyorsun" tepkilerinden korktum geçmişimin, geçmiş öykülerimin.

İstanbul burası. Belki benim kadar huzurlu yaşayabileni azdır. Ortaköy'de konaklayıp, Bebek'te çalışıyorum. Yıldızlarını gökyüzünden çalmış gibi duran beş yıldızlı bir otel, gıcırdayan bir yatak, kötü kahverengi mobilyalar, sarı ışığın loşluğu... Olsun, hayat güzel!

Uzak kaldığım yakın geçmişimin içli bir hikayesi. Yarım kalmış roman hüznü... Seans arasında terk edilen kötü bir komedi filmi gibi... Hatırlıyorum. Kendi öykülerimi toparlıyorum. Bu kez yarım bırakmamak üzere yazacağım. Best seller olmasın, kimseler de okumasın. Ben yazayım, yeter.

Anlatınca "Ben sana çok inanıyorum" dedi. Neden ki? Ben bile bazen kendime inanamıyorum, o neyime inanıyor? İçimdeki denizi fark etmiş, "diptekilere ulaş" diyor. Dibe vurmak gerek bazen, haklı. Bir mühür, bir tırnak makası, birkaç parça giysi, tekerlekli bir bavul, otel odaları, yolculuklar... Kopan bir düğmeden varılan yalnızlık tasvirleri... Başkalarının öykülerinde insanlıktan çıkış, başkalarının öyküleriyle İnsanlığa Giriş 101.  Hepsi bu, batık bir gemiden, kendi gemimden kalanlar...

"Seni beklemeyecek. Bir şekilde çıkacak onlar."


1 Nisan 2012 Pazar

Yıllar Sonra

Çok uyudum mu? Kaç mevsim geçmiş? Kaç şehir gördüm, kaç insan tanıdım? Buraya yazılacak kaç anıyı attım içime? Uğraşsam toparlar mıyım? Yıllar içinde yaşananlar, kaç günde, kaç kelimeyle özetlenebilir?

Ben üzüldüm. Ben çok üzüldüm. Bazen öyle çok üzüldüm ki, üzüntümü anlatacak gücüm bile olmadı. Yoruldum, savaştım. Ne için olduğunu bile bilmeden, ezbere öğretilerle savaştım. Yenildim. Birkaç sözcük, bir tutam bakış deldi geçti zırhımı. Düştüm. Doğruldum, yine vuruldum. Kaybettim...

Biliyorum uçsuz bucaksız sandığım, bir nefeslik bir ömür var önümde. Biliyorum yine mutlu oldum sanacağım, biliyorum yine bir şeyler için zırhımı kuşanıp barikatlara saldıracağım. Belki yine kaybedeceğim, belki yine zırhım delik deşik olacak. Olsun.

Doğuya gittim, batıya gittim ben. Kuzeyde bir sahil kentinde, kışın ortasında bir otel odası tutsaklığını yaşadım aylarca. Sevdim, öfkelendim, kırıldım ve daha bir sürü gereksiz insancıl ayrıntı içinde boğuştum.

Ama ölmedim. Buradayım. Kendi gemimin Kaptanıyım!