25 Mart 2010 Perşembe

Abdullah

Boktan bir gün… Önümde bitirmem gereken ve sanki her geçen gün büyüyen raporum, tablolar, rakamlar… Krediler, mevduat ve bir sürü saçmalık…

Birkaç gündür kendi derdime düştüğümden aramamışım, babamı aramak geliyor aklıma. Arıyorum, açmıyor. Sonra annemi arıyorum, meşgule düşürüyor. Babamı yine arıyorum, bu kez konuşuyor. Sesi dışarıdan geliyor, sorduğumda evdeyim diyor. “Dışarıdaymışsın gibi geliyor ses” diyorum. Düşünüyor bir müddet, sonra “Sana söylemedik ama Eskişehir’deyiz biz.” diyor. “Abdullah kaza geçirmiş.”
Bursa’da, amcamı son gördüğüm gün görmüştüm onu. 2008’in ekimiydi. Beni meydandaki şubenin önünden almış, evlerine götürmüşlerdi.

“Durumu nasıl?” diye soruyorum. “Çok iyi değil işte, yatıyor, tedavi görüyor.” diye yanıt veriyor. Sesinde güvenemediğim bir şey var. “Burhanettin Abi’yi arayayım ben.” diyorum, bir şey demiyor. Hat kesiliyor sonra, aradığımda da açmıyor.

Burhanettin Abi, halamın oğlu, Abdullah’ın babası… “Geçmiş olsun” diyorum. “Nasıl oldu?” diye soruyorum. “Kimse isteyerek kaza yapmıyor” diyor. Trafik kazasıymış. Lafı da fazla uzatmadan kapatıyor.

Bugüne kadar bana yalan söylemeyen ender insanlardan biridir abim. Onu arıyorum. “Seni bir beş dakika sonra arayayım” diyor. Ben de o arada Müdür Bey’in odasına giriyorum.

Sohbet sırasında “böyle de bir olay olmuş, ben de meraklandım. Bir şey varsa, abim söyler gerçi.” diyorum. Dedemi kaybettiğimiz zamandan ve ailemin bu kez de sınavlarım var diye bana bu gerçeği söylemediklerinden, sonra herkes cenazedeyken başsağlığı için arayan, hiç tanımadığım bir yakınımızdan öğrendiğimden bahsediyorum. “Hala çocuk görüyorlar” diyorum. O da kendi çocuklarından ve onları nasıl hala çocuk olarak gördüğünden bahsediyor. Gülüşüyoruz.

Abim arıyor sonra. Sesinde bir tereddüt var. Benim neyi, ne kadar bildiğimi anlamayı bekliyor. Sonunda “Abdullah ölmüş, Çağrı.” diyebiliyor. Kanı donmak tabiri vardır, işte onu yaşıyorum. sanki yavaş yavaş çekiliyor kan vücudumdan. “Öğle yemeğinde bir tırın altına girmiş.” diyor. “Kavşakta tır sola dönecekmiş, kırmış direksiyonu. Abdullah, 150-160 km. hızla girmiş tırın altına. Hastaneye yetişememiş, zaten çıkardıklarında yaşamıyormuş. İki arkadaşı daha varmış, onlar da komadaymış.” diye ekliyor. “Allah rahmet eylesin” diyorum. Ne denir ki? “Annesi hastanadeymiş, ilaçlarla sakinleştiriliyormuş.” Sonrasında cenaze, Bursa’ya amcamın yanına defnedildiği…

Telefonu kapatınca tuvalete yürüyorum. Şube’nin içinden, başımı hiç eğmeden yürümek ne kadar zor… Yüzüm yanıyor, gözlerime bir şeyler batıyor. Lavaboya ulaştığımda kapıyı kapatıyorum. Aynada kendi yüzüme bakıyorum. Yüzümün düşüşünü, gözlerimin kızarmasını, yanaklarımın titremesini izliyorum.

“Her zaman kuyruğunu dik tutacaksın?” demişti bir üstadım. Haklı… “Şu Müfettiş ne yalnız adammış kardeşim. İnsanın sarılıp ağlayacağı bir iş arkadaşı da mı olmaz!”

Ağlamıyorum. Haberi alalı yarım saat oldu olmadı. Bu yazıyı bitirdikten sonra, rapora kaldığım yerden devam edeceğim. Artık bir şeylere daha üzülmek istemiyorum. Aklımda sadece bir tek şey var. Abdullah benden bir yaş kadar küçüktü. Ölüm bu kadar mı yakın?

http://www.dha.com.tr/v.php?n=7cc5fb06-2010_03_24