26 Aralık 2014 Cuma

Sarsıntı

Hafif bir sarsıntı belki, hepsi bu. Belki biraz tanıdık geldiği için korkutan...

Ellerim titriyor, nefesim hep kesik kesik. Kaygılar denizinde yüzüyorum. Kıyılarım nedense hep çok uzak gibi. Oysa önümdeler. Yetişip çıkamıyorum.

Yanıp sönen bir imleç. Yazıp yazıp sildiğim tüm tümceler... Bir araya gelip bir şey anlatmaktan çok uzak.

Metropolde ihmal edilen hayatlar bizimkisi. Bir akşam kör kütük sarhoş olununca mutlu olduk sanılan zamanlar. Yeşil tüketmiş apartmanlar, egzoz kokusu... Toplu taşıma heba edilmiş zamanlar!

Yanıp sönen bir imleç. Hiçbir şey anlatmayan tonla cümle.

Hafif bir sarsıntı belli ki. Hepsi bu...


26 Kasım 2014 Çarşamba

Sanrı

Her şey kabuslarla başladı.

Güzel bir gençlik eğlencesiydi depresyon. Afrika'da ölen çocuklar, sokakta dilenen insanlar ve niceleri... Hayat kötü, hayat acımasızdı. Bir kadının yanağına inen her fiske, benim, en az o kadın kadar benim acımdı. 

Adı -sözde- depresyondu. Hakimiyetin bende olduğu bir oyundu.

Dedim ya, aslında her şey kabuslarla başladı. Yirmi -belki otuz- gece üst üste titreyerek uyandığım alacakaranlıklarda birikiyordu. Sabah mutsuzluklarında, yatağa gömülüp kalmak istediğim öğle vakitlerinde ve hatta güneş battıktan sonra dahi uyanmaktan imtina ettiğim akşamüstlerinde... Benimdi. Duyarsızdım, gözümün önünde büyüyordu, görmüyordum. Ama benimdi!

Ansızın gelen ağlama krizleri... Yoksunluğa, bir çeşit kimsesizliğe, çaresizliğe dökülen gözyaşlarım... Benim! Sahiplenmekten korkuyorum ama benim! Hep benim...

Ertesi güne doğan sahte güneşler... "Ben iyiyim"ler, her şeyin kısa süreli mutsuzluk anları olduğuna dair bir inanç! Kahkahalar, insanın içine dolan, kendini her şeyi aşmış hissettiren o sahte neşe... 

Ve bir gün geldiğinde, aslında tüm olan bitenin basit, iniş-çıkışlarla dolu bir döngü olduğunu fark ettiğiniz, kendinizi ağlamaktan, yardım istemekten alıkoyamadığınız o an... Ölümün bir kurtuluş, teslimiyetin sonsuz huzur olduğunu idrak ettiğiniz o gece yarısı...

Terapiler, ilaçlar... Antidepresanlar... Beyninizi uyuşturan, sizi bir battaniyenin güvenli sıcağına hapseden türlü uğraşı... Yitik bir özgüven, geleceğe dair kaygılar... Ve depresyonun vazgeçilmezi pişmanlıklar!

Hepsi benim! 

Şimdi yıllar öncesinde kalmış o günlere bakıp kabullenmesi kolay. Zordu, ama bir şekilde hep güzel bir hikaye oldu. Dündeydi, geçmişti, bitti.

Bir sigara yakmak geliyor bazen içimden. Üst üste -kimbilir- kaçıncı gecedir gördüğüm o kabuslar için...

Biliyorum, hatırlıyorum. 

Her şey kabuslarla başladı.

25 Kasım 2014 Salı

Sivas

Sene 2008. Kendimce Müfettişim. Sivas Tur'un orta sıralarda bir koltuğunda Sivas'a, hayatımın ilk turnesine yolcuyum.

Otobüs 11'de hareket etti, ben ancak 3 gibi uykuya dalabildim. Şimdi saat 4 ve tahminen Yozgat'ı geçtik. Uyandım.

Yanımda kimse yok, rahatım. Ama gözümde uykudan da eser yok. Sadece 25-30 şarkı kapasiteye sahip telefonumdan bir şarkı açıp karanlığa, yanından geçtiğimiz dağlara bakmak istiyorum.

"Beni bırakma", şarkımız bu. Kimi hatırlatıyor? Kimi özlüyorum? Bilmiyorum. Hayatımda hiçbir şeyi ve hiç kimseyi o otobüs yolculuğunda terk ettiğim gibi terk etmedim. Kimse beni o gece olduğu kadar sert yalnız bırakmadı. Elime tutuşturulan bir bilet, soğuk bir "hoş geldin" habercisi otobüs keki ve işte şimdi buradayım! Cam kenarı koltuk soğuğunda, bu boktan otobüste yol almaktayım.

Düşününce hayatımda hiçbir şey yok gibi... Bir ailem var, kafamda tanımı bile yok. Hep yanımda, yakınımda olmuşlar. Onlara uzaktan bakıp tanımlayacak kadar büyüyememişim. Dostlarım, arkadaşlarım var. Hep söylediğim, anlamını çok da bilmediğim şarkılarım, bitmemiş romanlarım, dostlarım var. Ama hepsi, tam da o otobüsün içinde ihtiyaç duyduğum o anda yoklar. Kaybolmuşlar.

Acı acı söylüyor bir yandan o adam. "Gel bak, bir elimde gökyüzü var. Hala!" Oysa gökyüzünde yıldızlardan bir eser bile yok! Çevremizde koca dağlar, kulağımda kötü bir kulaklık, Yozgat-Sivas karayolunun bilmemkaçıncı kilometresi...

Oysa yıllar geçecek... Her şey gibi, o günler de, sadece sabretmeye çalışmakla, susmakla, kabullenmekle, savaşmakla geçecek o yıllar da bitecek. Tüm o gece yolculukları, yalnızlıklar, pişmanlıklar, sorgulamalar son bulacak. Güneş doğacak! Hayatına bir eş, onlarca dost, sonsuz mutluluklar, WestHam ve tonlarca mutluluk girecek... Ama bilmiyorsun işte. O adamın dizelerinde, içindeki o saf çocuğa sarılıyor, o koca bilinmeze doğru yürüyorsun. 

Sivas'a sabah ayazında iniyorsun. Soğuk havadan derin bir nefes çekip önündeki yıllara yürüyorsun.

19 Eylül 2014 Cuma

Yerleşik

İstanbul koşuşturmacası... Yağmurda yakalanan tramvay, ayakta okuduğum kitaplar. Ev huzuru, sıcak yemek. Halının üzerinde inadına yalınayak dolaşmak.

Düşününce hep istediğimdi bu. Turne yalnızlığı içinde kurduğum hayaller artık gerçek. Artık iş çıkışları eve geliyorum, hayatım iki kişilik. 

Haritadan söküp çıkardığımız dostlar var. Kastamonu'dan, İzmir'den, Samsun'dan... Haftada bir çıkıp, kendimizi unutuyoruz. Düzenli spor, sağlıklı beslenme. Aylık spor paketi üyeliği, hatta zorlasam amatör bir rock grubunda lead vokal.

Eskinin rüyaları bunlar. Mahrumiyetin doruklarında susadığım şehir tatları. Çabuk unuttuğum, zihnimin sildiği günlerde kazınan...

Koşuyorum şimdi. Sesler boğuk, bulanık. Ellerimde sımsıkı bir avuç, koşuyorum. Sonunu düşünmeden, görmeden. Hayallerin gerçek olduğu yerde, fazla da sorgulamadan inanıyorum. 

Yaşamak bi' oyun. Hem de en güzelinden...

25 Mayıs 2014 Pazar

Kurtuluş

Khalkedonlu bi' seyyah edasıyla tuttuğum günlüğüm, deniz suyu yemiş sayfasından. Kurumuş, dağılmış. Kaybolmuş kelimeler, anlamlarını yitirmiş.

Kaç zaman oldu? Kaç zamandır içindeyiz bu anlamsız koşturmacanın?

Toprak altında kalıyor insanlar. Uyuyoruz. Uyandığımızda ölmüş oluyorlar. Koşturmacanın içinde sadece haberlerini duyuyoruz. Depremler oluyor sonra, birilerinin anneleri, birilerinin babaları ölüyor. Çocuklar doğuyor, büyüyor. Görmüyoruz. Sadece duyuyoruz. İdrak için beş saniyemiz var, derin bir iç çekmek içinse iki. Sonrasında hayat kaldığı yerden devam ediyor.

Gitarımın telleri paslanmış, kalemim de artık eskisi kadar dönmüyor bir şeylere. Yeni aldığım kitaplar tozlanıyor, eskiyor. Eskiyorum. Bir yerlerde Kesmeşeker sahne alıyor, bir yerlerde sevdiğim bir film oynuyor. Artık eskisi kadar ilgilenmiyorum.

Bilmediğim, sevmediğim bir şeye dönüşüyorum.Korkuyorum.

11 Mart 2014 Salı

Mektup

Telefonla anlatması zor oluyor, ama hayatım son bir buçuk aydır çok değişti. Yüz yüze konuşma şansımız da olmuyor, iyisi mi eski usul bir mektup yazayım da anlatayım size olan biteni.

Dün eve on biri geçe gelebildim, o saate kadar çalıştık. Çok yorgundum, Esin'le ne konuştuk onu bile hatırlamıyorum. Sabah sarhoş gibi uyandım, sonra tekrar işin başına döndüm.

Ben bu bir buçuk ayda bir şeyler fark ettim, ikimize dair. Aslında hep var olan, çevreden de hep duyduğum şeylerdi belki. Sadece biraz eskimişti belki, alışılagelmişti ya da… Ben sana benziyordum. Mizacım, üslubum senden geçmişti bana. Belki senin gençliğini hatırlayanlar söylüyordu bunu ya da benim gençliğimde senin olgunluğunun belirtilerini görüyorlardı da söylüyorlardı. Bilmiyorum. Hoş bir teselli, güzel bir söylemdi bu. Ben sana benziyordum.

Bu bir buçuk aya bakınca, bir zamanlar beş kişi paylaştığımız o evde yaşayanlar haricinde kimsenin çok da bilemeyeceği bir benzerlik buluyorum aramızda.

Ben çok küçüktüm. İlkokula gidiyor muydum, lojmana taşınmış mıydık? Hiç hatırlamıyorum. Sen eve geç gelirdin. Belki bazen gelmezdin, ben görmezdim seni. Sonra sabah sen yine işe gitmiş olurdun. Ertesi gün işten geldiğinde, sen takım elbiseni askıya asarken konuşurduk. Okulda olan bir şeyi mi anlatırdım, senden bir şeyler mi isterdim? Onu da hatırlamıyorum. Varlığın inanılmaz bir güven verirdi. Ne konuştuğumuzun da çok bir önemi olmazdı. Çok küçüktüm belli ki…

Annemin bana paşa dediği günleri hatırlıyorum. Sabah kulplu bardağımda çay içirdiği günleri… Hastalığına, yaşadıklarına rağmen beni hiç ihmal etmeden büyütmeye çalıştığı, kendi sıkıntısını unutup enerjisini bana vermeye çalıştığı günleri. Ablamın anne, abimin baba olmaya çalıştığı, ama aslında onların da çok genç oldukları o günleri…

Büyüdükçe daha iyi tanımaya başladım ben seni. Annemin hastalığında belki küçüktüm ama o zaman da ve sonrasında yaşadığımız her aile dramında, beş kişi göğüs gerdiğimiz her sıkıntıda sanki daha iyi anladım seni. Yine de zaman zaman zorlandım. Sanırım ne yaşarsak yaşayalım, hayatın beni ne kadar olgunlaştığını düşünürsem düşüneyim, hep çocuktum. Seni anlamakta zorlandığım her seferde, sebep hep tecrübesizliğim, hep gençliğim oldu.

Bir buçuk aydır, senin deyiminle bir bürokrat gibi çalışıyorum. Sahada olmaktan çok farklıymış bu. Gün geliyor eski bir soruşturma raporuna denk gelip sistemin adaletsizliğine, gün geliyor eski kafalı bir iş arkadaşına denk gelip basiretsizliğine kızıyorum. Gün geliyor, bir insana hakkını teslim ediyor, mutlu oluyorum. Gün geliyor adaletin tecelli etmesine vesile olduğumu hissedip huzur doluyorum. Sahada belki aylarca sadece bir olayın hakkaniyetle sonuçlanması için verdiğim emeği, şimdi her gün birkaç olayda hak teslim etmek için harcıyorum. Yoruluyorum. Bazen çok üzülüyor, sinirleniyorum. Çok şanslıyız ki güçlüyüz. Kimsenin hakkını yedirmemeye, kimsenin ezilmesine izin vermemeye çalışıyoruz.

Bunları düşündükçe aklıma bana anlattıkların geliyor. Seninle evde herkes uyuduktan sonra sohbet ettiğimiz, sabaha kadar sürmesini istediğim o gecelerde bana anlattıkların geliyor. Sadece mezhebi yüzünden yeterlik sınavından elenmesini istedikleri o çocuğu nasıl savunduğun, sırf amirlerinden borç istiyor diye hor görülen adama nasıl sahip çıktığın, iş yapmıyor diye yaftalanan insanlara nasıl yöneticilik yaptığın… Hak yedirmemek için verdiğin onca kavga, seni tehdit eden onlarca adama karşı nasıl durduğun ve daha birçoğu… Kendine hizmet ettirmeyi çok da sevmeyişin, sana araba tahsis edildiğinde dahi erkenden aşağıya inip arabanın gelmesini beklemen… Kırgızistan’a gideceğin için verilen veda yemeğinde insanların sana bakışları, gidişine üzülmeleri, odacının sana sarılıp ağlaması…

Hiçbir zaman, hiç kimseye tepeden bakmaman, herkese eşit durman, insanları eşit görmen senden geçmiş sanırım bana. Bir parça annemin merhameti, duygusallığı, bir parça da senin adaletin, asaletin…

Esin bu kadar çok çalışmama, bazen her şeyi unutarak, kendini kaptırarak çalışmama şakayla karışık takılıyor. Aslında o kendi babasından biliyor, her fırsatta senin ve babasının birbirinize, annem ve annesinin birbirlerine çok benzediğinizden bahsediyor. Belki o da bende senden, kendi babasından bir şeyler görüyor. Beni böyle görmekten çok mutlu olduğunu hissediyorum. Sonra beraber sizi arayacağımız akşamlar heyecanla oturuyoruz koltuğa, o konuşurken ben yanında oluyorum, duyuyorum konuştuklarınızı. Sonra ben alıyorum, o dinliyor. Kapattıktan sonra hep tebessüm ediyoruz. Sizi çok özlediğimizi dile getiriyoruz. 

Geç oldu, çok çalakalem yazdım. Ne demek istediğimi tam anlamıyla ifade edebildim mi bilemiyorum. Bugünlerde aynaya baktığımda sahip olduğum her şeyi, parayla pulla ölçülmeyecek şeyleri, kendi kişiliğimi, naifliğimi, adaletimi senden ve annemden aldığımı daha da çok hissediyorum. Belki zaman zaman anlaşamadığınız tertemiz kalpli ablamı, kırkından sonra huysuzlaşan yufka yürekli, pırıl pırıl parlayan abimi görüyorum kendimde. Benim Esin’le kurmaya çalıştığımız aile de senin yıllar önce, yokluk içinde annemle kurmaya çalıştığınız aile gibi. Şimdi geçmişe baktığınızda, ikiniz de gurur duyabilirsiniz. Ben gurur duyuyorum. Hem kendimle, hem de sizlerle.

Bu bir buçuk ay, otuz iki yaşımda, seni bir kez daha anlamama vesile oldu. Eminim hayatımın her evresinde, belki baba olduğumda, belki hayatımla ilgili başka bir dönüm noktasına geldiğimde seni çok daha iyi anlıyor olacağım.

Arkadaşlarıma, üstadlara seni anlatıyorum zaman zaman. Anlatırken gururlanıyorum. Senin oğlun olduğumu hatırladığımda, o beni kızdıran olaylara, eski kafalı iş arkadaşlarına, insanların kusurlarına falan da kızamıyorum. Sadece kendimi çok şanslı hissediyor, tecrübelerimi, senden öğrendiklerimi paylaşmak istiyorum onlarla, hepsi bu. 

Annemin ve senin ellerinden öpüyorum. En kısa zamanda uzun süreli ziyarete bekliyoruz, keza çok özledik. 

Oğlun

8 Ocak 2014 Çarşamba

İstanbul İstanbul - 2010

Kötü bir otobüs yolculuğu… Esenler’in pisliği… Sanki üzerime üzerime gelmekte ısrar eden otobüsler… Sırtımda gitarım, omzumda bilgisayar çantam, peşimde bavulum, takım elbiselerim… Hayat dip dibe yaşanıyor bu şehirde ya, geçecek yer bulamıyorum insanlardan. Kokuşmuş, pis bir semt, yalnız başına ayak basmaktan nefret ettiğim bir şehir…

***

Taksim’e çıkıyoruz. Etrafta insanlar var. Sakallı, gözlüklü, uzun boylu, zayıf, kel, kısa, şişman, üstü başı dağınık, iyi giyimli, tuhaf adamlar, etraflarında süslü, pejmürde, güzel vücutlu, çirkin, genç, olgun, tuhaf kadınlar…

Nefessiz kalıyorum, yüzümde yılların yorgunluğu var sanki. Bir an önce bir yerlere oturup bir şeyler yemek, sonra da yediğim her şeyi kusmak istiyorum. Sabaha kadar içmek, bilmediğim bir yerde uyanmak ve yepyeni bir hayata başlamak istiyorum.

***

Cevahir Alışveriş Merkezi’nde kayboluyorum. Çıkışı neredeydi bu zıkkımın? Şöyle girişinde genişçe merdivenler vardı, nerede bu lanet olası merdivenler? Çok şükür, sanırım 2. kattan çıkış, görüyorum. 2. kattan çıkılır mı hiçbir binadan? Bir insanın moralini böyle abuk bir şey bozar mı?

Temiz hava, oksijen… Ciğerlerim açılıyor. Alışveriş merkezi hüznü, yerini güneşin getirdiği mutluluğa bırakıyor. İçimde bir ümit var, sanki her an kırılacak cinsten. En iyisi tıraş olmak. Yeni bir hayat, yeni bir başlangıç dedim ya. En kestirme yoludur belki.

***

Hiç acelesi yok. Saçlarımı dipten dipten, ağır ağır, makasıyla okşayarak kesiyor. Zaman zaman yüksek taburesini yanıma çekiyor, oturduğu yerden, işini yapar gibi değil, benim gibi bir taştan, bir sanat eseri yaratacak gibi uğraşıyor. Kaprisi yok, yalan da söylemiyor. Önceki tıraşımı yapan kişiye ufaktan bir iltifat etmeyi de ihmal etmiyor.

***

Sayıma geliyoruz. Kapalı bir yer burası, kocaman bir para grup merkezi. Maske veriyorlar. 53 bin adet 100 dolar gözümün önündeki para sayma makinesinden geçiyor. İçerisinin tozunu yutuyoruz yine de. Ertesi sabah dudağımda uçuk çıkıyor. Alın teri dökerek kazandığım paralarımı İstanbul’un taksicilerine veriyorum.

Taksiciler genelde kibar. Böyle görünmeye mi çalışıyorlar, yoksa gerçekten öyleler mi bilmiyorum. Çaresiz durumda kalan bir adama yardım ederler mi? Üç kuruş fazla para almak için dolandırırlar mı insanları?

***

ATM’leri saymak da bizim işimiz. Zırhlı araca binip, İstanbul’un muhtelif semtlerinde geziyoruz. Evler var… Her yerde evler var. İçlerinde insanlar, hayatlar… Yeni bir hayata başlayanlar, hayata birileriyle tutunanlar...

Abimi görüyorum. Takım elbisesi çok güzel. Yüzünde İstanbul’un koşturmacasında bile koruduğu bir tebessüm var. ATM’yi saydığımızı görüyor, yanıma gelmekten çekiniyor önce. Ben de sayımı bırakıp gidemiyorum yanına. Geliyor sonra, öpüyor beni. Neredeyiz biz? Yıllar önce aynı ranzada altlı-üstlü yatmış çocuklardan başka bir şey mi olduk? Üzerimizdeki kimlikleri kim verdi bize? Neyiz, neyi temsil ediyoruz? Hiç bilmiyorum. Sadece ona özeniyorum. Gıptayla bakıyorum. Onu, hayat karşısındaki temizliğini seviyorum.

***

Sayım bitmiyor. Kuyumcukent’e geliyoruz. Bir para grup merkezi de orada. Oranın sayımını da yaptıktan sonra, üstad beni Bakırköy’e bırakıyor. Bir yıl kadar önce Şevki’yle kahvaltı yaptığımız Saray Muhallebicisi’nin önünden geçiyorum. Zor günleri, şimdi hepsi geride kalmış o zor günleri hatırlıyorum.

***

Duygu ve Şevki’yleyim. Hala en büyük avuntum gitarım. Her tınısında benim. Her tınısında olmak istediğim o şeyim. Yüzüm gülüyor, kalbim açılıyor. Sarılıyorum onlara. Evet, 3 hafta sonra evlenecek onlar!

Hayatta hala mutlu sonlar var…



Mayıs 2010
İstanbul

3 Ocak 2014 Cuma

Özgürlük

Aslına bakarsan çok çok eski değil. Hatta bazılarının izleri bile burada var. Ama yıllar geçmiş gibi...

Blackmore's Night, Anathema... Blind Guardian bir de sanırım. Sonra Pilli Bebek, Feridun Düzağaç... Yasakladığı galiba bunlardı. Belki bir ikisini ben ekledim. Ama mesajını vermişti o, ben tınısını duyduğumda anlıyordum neyi dinlememem gerektiğini...

Şans bu ya, Feridun da öyle bir zamanda çıkartmıştı ki albümü, doktor bilse karşısına alıp bir iki çift laf ederdi ona. Yalnızlığım Sana Emanet'i, Dipteyim Ben'i yazdığı için güzel bir kalay işitirdi doktordan, kimbilir. Ama o bana kızmıyordu. Tatlı tatlı, öneri kisvesi altında yasaklıyordu Fragile Dreams'i, One Last Goodbye'ı ve diğerlerini...

Sanırım birkaç gün dinlememiştim. Sabah uyanıyor, televizyonla, bilgisayarla, bir şeylerle zaman geçiriyor, belki annemle dışarı çıkıyor, sonra eve dönüyordum. Ev huzurdu biraz. Sakinleşiyordum sanki. Ama gün bitiyor, ömürden gidiyordu. Hala kalbimde bir kuş özgür kalmak ister gibi kanat çırpıyor, bakışlarımın donukluğu bir türlü gitmiyordu. Yine açıyordum Forgotten Hopes'u, Parisienne Moonlight'ı... Cavanagh Kardeşleri, Ritchie Blackmore ve güzel sesli eşi Candice Night'ı... Yaptığımın doğru mu yanlış mı olduğunu bile bilmiyordum. Doktor kızacaktı, önerdiği de bu değildi. Ama içimde bir şey, o hiç tanımadığım adamların, sanki hiç besteleyemeyeceğim tınılarını dinlerken garip bir şekilde tatmin oluyor, tamamlanıyordu.

İnsan unutuyor, düşününce üzerinden 10 yıldan fazla geçmiş. Bu gece yine açtım, kafam da biraz güzel. Dans ettim o hep aradığım her ne ise ile... O artık benimle, içimde. Güzel bir yeri var, mutlu ve huzurlu.

Yasaklar delindi artık, bu şehirde hep özgürlük var!