30 Ekim 2008 Perşembe

Pepe Sanches

Pepe Sanches küçük bir kasabada, kendi halinde yaşayan bir ailenin ilk çocuğu olarak doğdu. Nalbantlık yapan babası, Pepe doğduğu sırada elli yaşını çoktan geçmişti. Annesiyle yaptığı evlilik, onun üçüncü evliliğiydi; ancak Pepe bu üç evlilik içinde dünyaya gelen tek çocuktu. Pepe yaşına girmeden, babasını kaybetti.

Genç yaşta dul kalan annesi okuma-yazma bilmiyordu; ancak oldukça becerikli bir kadındı. Henüz çocukken, büyük annesinden dikiş dikmeyi öğrenmiş, yıllar içinde de bu el becerisini geliştirmeye devam etmişti. Pepe kendi ayakları üzerinde durabilecek kadar para kazanana kadar, annesinin diktiği elbiselerden kazandığı paralarla büyütülmüştü.

Pepe’nin çocukluğu doğduğu kasabada geçti. O küçük kasabadaki herkes Pepe’nin yetim olduğunu biliyor, onu -belki savunmasız olduğundan, belki de çelimsiz gözüktüğünden- ellerine geçen her fırsatta eziyorlardı. Pepe’yi sokakta dolanırken gördüklerinde “Hey Pepe, gel ulan buraya” diyerek yanlarına çağırırlar, ona bazen bir yerlere götürmesi için bir torba verirler, onu bazen kendilerine bir parça tütün satın alması için bir yerlere gönderirler, Pepe’yi başka pis işleri için kullanırlar ve bu gariban yetime yaptıkları her şeyi kendilerine hak sayarlardı. Hiçbir seferinde başı okşanmamış, sırtı sıvazlanmamış olsa da Pepe, kendisine verilen görevleri yerine getirir, karşılığında da kasabadaki büyüklerinden hiçbir şey beklemezdi.

Pepe’nin bu uysallığı arkadaş ortamında da kendini gösteriyordu. Kasabanın çocuklarını toplanmış oyun oynarken gördüğünde aralarına girer, oyunlarına eşlik eder, onlarla bazen kasabanın dışındaki ağaçlıkta oynamaya, bazen filanca ailenin beslediği şişman köpeği görmeye giderdi. Kalabalık içinde kendisine daima bir yer bulur, kendisini her seferinde o kalabalığın bir parçası gibi hissederdi. Ancak ne yazık ki, o kalabalık arkadaş grubu içerisindeki pek çok çocuk onun adını bilmez, onunla konuşma zahmetine bile girmezdi.

Pepe’nin okul hayatı da pek parlak değildi. Orta zekalı, sessiz, ödev yapmaktan pek hoşlanmayan, ancak öğretmenlerinin sözünü mutlaka dinleyen bir öğrenciydi. Sıra arkadaşı Rico’nun –ki kendisi on yedi yaşına gelmeden kasabayı terk edip yirmi bir yaşında bir kadın tüccarının kurşunuyla dünyadan göçecekti- kendisine yapmadığı eziyet kalmamıştı. Pepe’nin öğle yemeği için getirdiği, annesi tarafından hazırlanmış gözlemeleri her seferinde mideye indiriyor, kendi kalemi kaybolduğunda mutlaka Pepe’nin kalemini kullanıyor, kendi ödevlerini Pepe’ye yaptırıyor ve Pepe’ye bütün bunlar hakkında birine tek söz söylerse onu eşek sudan gelinceye kadar döveceğini söylüyordu. Pepe, Rico’dan ölesiye korkuyor, olan biten hakkında kimseye tek kelime etmiyordu.

Pepe kasabada kalsa açlıktan ölebilirdi. Ancak hayat ona on beş yaşında gülmüş, amcasının yardımlarıyla Polis Okulu’nda kendisine bir yer bulmuştu. Annesini arkasında bırakıp, o küçük kasabayı bütün anılarıyla çiğneyerek, içinde kendisini daha önemli hissedeceği bir üniformaya girmek için şehre gitmişti.

Okulun ilk günleri herkes için zor geçiyordu. Pek çoğu taşradan gelmiş öğrenciler ailelerini, çocukluklarını geçirdikleri toprakları özlüyorlardı. Oysa Pepe için bunlar önemsiz şeylerdi. Geçmişe özlem duyan diğerlerinin aksine, o her gece üniformasını giyeceği, beline kendisine güç verecek olan silahını takacağı, sokaklarda boy göstereceği günün hayalini kuruyor, geceleri arkadaşları hemen yanındaki yataklarda yorganlarına sarılıp ağlarken, o heyecandan uyuyamıyordu.

Pepe zeki bir çocuk değildi; ancak içindeki o büyük heyecan sayesinde okuldan hak ettiği derecenin üzerinde bir diploma notuyla mezun olmuştu. Mezuniyet töreninde yakasına rozetini takan Komiser, herkese yaptığı gibi ona da moral verecek birkaç söz söylemek istemiş ve “Meslek hayatında başarılar dilerim genç adam. Polis Teşkilatı seninle gurur duyuyor” demişti. Bu söz yıllarca, şekil değiştirerek kafasında yankılanmıştı Pepe’nin. Önceleri “Polis Teşkilatı’nın senin gibi gençlere ihtiyacı var” dediğini hatırladı Komiser’in. Sonra “Polis Teşkilatı’nda senin gibi birkaç genç daha olsa sokaklar çok daha güvenilir bir yer olurdu”, daha sonra “Polis Teşkilatı’nda ne yazık ki senin gibi gençlere sık rastlanmıyor” ve en sonunda “Bir gün Polis Teşkilatı’nı senin gibi bir gencin yönetmesini isterim” dediğini… Çevresindekilere bu anıyı hep hatırladığı, daha doğrusu hatırlamak istediği gibi aktardı.

Meslek hayatının ilk yıllarında, görev yaptığı şehrin sakinlerinden birinin uzun boylu, alımlı, pek çok erkeğin kocası olmak için çırpındığı kızıyla evlenmek istedi. Kendisi diğerlerinden daha iyiydi. Bir mesleği, düzenli bir geliri ve sokakta bir saygınlığı vardı. Kız da böyle bir kısmeti bulmuşken kaçırmak istemedi ve tanıştıklarından kısa bir süre sonra yapılan düğünle evlendiler. Annesini de en son düğününde gördü. Evlendikten sonra annesinden gelen mektupların birkaçına cevap yazdı, bir süre sonra bu alışkanlığına da son verdi. Akşamları eve geldiğinde eşi annesinden yeni bir mektup geldiğinden bahsettiğinde utanıyor, cevap yazmak istiyor, ancak yorgunluğunu, işinin kendisini çok yorduğunu bahane ediyor, koskoca Polis Teşkilatı’nda en çok kendisinin çalıştığından dert yanıyordu. Böyle zamanlarda güzel eşi yanına sokuluyor, biraz cilve, birkaç aşk oyunu ile Pepe’yi avutuyor, Pepe bu avuntu içinde göndermediği mektupların sıkıntısını unutuyordu.

Üstlerine karşı saygılı olmayı hep başardı. Onların gözüne girebilmek için elinden gelen her şeyi yaptı. Bir gün, kendisini sınıf arkadaşlarından çok daha iyi yerlere getireceğine inandığı yolun, üstlerinin gözüne girmekten geçtiğine hep inandı. En sonunda bu gayretleri sonuç verdi ve kendisini orta büyüklükteki bir şehrin en büyük karakolunun komiseri olarak buldu.

Yeni görevine başlamak için can atıyordu. İçindeki amir olma isteği o kadar güçlüydü ki, görevi kabul etmeden önce eşine danışmamıştı bile. Bir akşam eve gelmiş ve ona toparlanmasını, bir iki hafta içinde yeni bir şehre taşınacaklarını söylemişti. Ailesinden uzak kalmak istemeyen eşi bu fikre önce karşı çıkmıştı. Pepe bulunduğu görevde pekala karınlarını doyuracak kadar kazanabiliyordu, rahatları yerindeydi. Başka bir şehre, hem de kış ortasında gitmenin sırası mıydı? Ancak Pepe kararını çoktan vermişti, eşinin söylediklerini bir süre dinlemiş, sıkılınca da ona “Hazırlıklar üç gün içinde tamamlanacak, Öbür hafta başı yola çıkıyoruz. Bu konuda senden bi’ daha bir şey duymak istemiyorum.” demişti. Bu olayla birlikte eşi, ona bir daha tek söz söylemeden her dediğine itaat etmek gibi bir huy geliştirdi.

Yeni görevi kendisine aradığı şeyi vermişti. Bulunduğun yerin en güçlü kişisiydi. Sokakta herkes ondan çekiniyor, korkuyordu. Bakışlarını yönelttiği yerdeki insanlar kendilerine çekidüzen veriyor, yanlarına yanaştığında alınları terden ıslanıyordu. Belediye Başkanı’yla, Vali’yle yemekler yiyor, aslında kendisinin de içinden çıktığı insanlara birer böcek, toplumda kargaşaya yol açan kişiler olarak bakıyordu. Küçük karakolunun duvarlarında içeride eziyet ettiği insanların çığlıkları yankılanıyor, Pepe suratına bir şamar patlattığı her suçluda kendini bir parça daha tatmin etmiş hissediyordu. Bu tatmin edilme duygusunun arttığı zamanlarda kendisine anlatılanı değil, anlamak istediğini anlıyor ve önündeki adam masum da olsa, ona yapmadığı eziyet kalmıyordu. Kendisine haksız olduğunu anlatmaya çalışan iş arkadaşlarına da kızıyor, adamı savundukça onlara hangi tarafta olduklarını unutmamaları gerektiğini hatırlatıyor, onları üstü kapalı da olsa tehdit ediyordu. Böyle günlerin akşamlarında da mutlaka bir kadınla olmak istiyor, zaman içinde kendisine yetmediğini anladığı eşini sayısız hayat kadınıyla aldatıyordu. Zavallı kadın kocasının çapkınlıklarından haberdar oluyor, ona içinden kızıyor, her şeyi bildiğini kendisine belli de ediyor, ancak karşılığında gördüğü şey sadece kayıtsızlık oluyordu.

Parasıyla satın aldığı kadınların ilgisi, karşısında titreyen insanların bakışları ona yetmiyordu. Pepe güçlü olduğunu her an hissedebilmek için üniformasını üzerinden çıkarmazdı. Hemen hemen her yere -parka, sahile, kiliseye ve hatta markete bile- üniformayla gider, kendisini ancak o üniforma içinde bütün hissederdi. Kendisine has bir yürüyüş tarzı da geliştirmişti. Onu sokakta yürürkenki haliyle gören bir yabancı bile ne kadar önemli bir insan olduğunu bilsin isterdi.

Bir gün yürüyüşüne gıcık olduğu için önünü kesen, kendisine yakasındaki rozeti gösterdiğinde tepesi atan bir adam tarafından vurularak öldürüldü Pepe. Ölümüne bir tek annesi üzüldü ve cenazesine de sadece birkaç insan katıldı. Yerine geçen komiser zamanında şehirdeki suç oranı ne arttı, ne de düştü. Ne fazladan bir masum öldürüldü, ne de olduğundan fazla bir suçlu sokağa salındı. Hayat olağan hızıyla, yine kimseye hissettirmeden akıp gitti. Oysa alnına silah dayandığında Pepe’nin aklından geçen en son düşünce, yokluğunda Polis Teşkilatı'nın ne kadar sahipsiz, eşinin ne kadar yalnız, dünyanın ne kadar kötü bir yer olacağıydı.


Tanrı adaletini dağıtırken Pepe’yi de unutmadı ve ona öbür tarafta, hiç tanıyamadığı babasının yanında bir yer vermeden önce, ölümünden sonra yaşananlara, aslında varlığıyla bu dünyaya hiçbir şey katmadığını anlayana kadar şahit olmasını sağladı.

Söke/Aydın