1 Haziran 2008 Pazar

Günlükler - 1

Bu noktaya nasıl geldim bilmiyorum. Ama işte yıllar sonra, bir daha hiç yaşamayacağımı düşündüğüm şeylerle ve bu kez tek başıma, yine oradayım.

Bekleme salonu boğuk, okuyacak tek bir dergi yok. Sekreter kız, hastalara o kadar alışmış ki, pek çoğunun ayrı bir dünyada yaşıyor olduklarını umusamıyor bile. Telefonu çalıyor, dışarı çıkıyor, sonra geri geliyor ve içimde biriken sıkıntılarla bana aslında “ne kadar normal olmadığımı” anlatıyor.

Bir psikiyatrın bekleme salonunun en önemli özelliği herkesin, hatta o umursamaz gözüken sekreter kızın bile, sizin en ufak hareketinizi izliyor olduğu gerçeğidir. İçeri girince biraz fazla gülümserseniz veya yüzünüz asık duruyorsa, “iyi günler” derken gözlerinizde o gergin ifadeyi görürlerse ya da, işte o zaman notunuz verilmiştir. “Gencecik çocuk” diye düşünürler. “Yazık…”

Bense bütün bunlara kulağımı tıkamışım, hemen yanıbaşımdaki etajerin üstünde duran, bir bebek maması firmasının büroşürünü okuyup okumamak arasında bir karar vermeye çalışıyorum. Yer yer içerden bir bebeğin ağlama sesi geliyor, çocukluğuma dönüyorum, yer yer sekreter kızın sevgilisi arıyor, bunalıyorum, ama yine de sapasağlam, sanki bütün dünyanın yükü omuzlarımda değilmiş gibi dimdik durmaya çalışıyorum.

Bakıyorum da hastalar içinde en normal gözükeni yine de benim. Bir tanesi fişi çoktan çekilmiş bir makine gibi boşluğa bakıyor, bir tanesi sanki soğumaya bırakılmış bir motor gibi hissiz…

“Doktor bey, süre doldu” diyor sekreter kız telefonda. Bir süre sonra kapı açılıyor, içerden “en normal gözükeni benim” tezimi çürüten, güleryüzlü bir amca çıkıyor, doktorun elini sıkıyor, basit bir şakaya gülümsüyor ve ödeme yapmak için sekreter kıza yöneliyor. “Merhaba” diyor doktor, elimi sıkıp kendimi tanıtıyorum.

İçerisinin bekleme salonundan daha ferah olmasına seviniyorum. Ancak önümde duran iki koltuk ve bir kanepeden hangisine oturmamın daha uygun olacağı konusunda bir tereddüt yaşıyorum. Sanki yapacağım seçim, tedavi sürecimi etkileyecekmiş gibi korkuyorum. “Hangisini isterseniz ona oturun” diyor doktor, ben de daha rahat gözüken, doktorun masasının tam karşına düştüğü için onunla konuşurken boynumu çevirmek zorunda kalmayacağımı düşündüğüm kanepeye oturuyorum.

Önce beni tanımak için birkaç soru soruyor. Yaşım, mesleğim, mezun olduğum okul… Önündeki not defterine kendince bir şeyler karalıyor. O an yıllar öncesini hatırlıyorum. Başka bir doktorun, ne yazdığını hiç bilmediğim kocaman sayfalı defteri gözümün önüne geliyor. Ona ne kadar gittim? Beş ay mıydı, bir buçuk sene mi? Önümde bittikçe yepyeni, daha beyazı açılan sayfaları, her birinin içimden çıkan, ruhumun depresif kıvrımlarıyla süslendiğini, doktorun siyah kaleminden daha siyah ayrıntılarla dolduğunu hatırlıyorum, bugün yeni baştan açılan o beyaz sayfaların da kirleneceğini, oraya her gidişimde o sayfalara yenilerinin ekleneceğini de gayet iyi biliyorum.

“Tam olarak neyiniz var?” diye soruyor. Nereden başlayacağımı bilmiyorum. Yıllar önce atlattığımı düşündüğüm hastalığım mı, dünyaya neden gelmiş olduğum mu, işim mi, aşklarım mı, annemin hastalığı mı, çocukluğum mu… Konuşmaya başlıyorum, ona sırasını hiç önemsemeden her şeyi anlatıyorum. Beni dinliyor gözüküyor ama ben bile ne anlattığımın farkına varamıyorum. Kelimeler benden bağımsız, sanki bir eskiz defterine dökülüyorlarmış gibi çıkıyor ağzımdan, tutamıyorum onları. Kimsenin bilmediği, kimseye anlatmadığım şeylerimi söylüyorlar doktora. Engel olmaya, o herkesin bildiği, iyi kalpli, dürüst, efendi, kibar insanı göstermek istiyorum; ama bencil, ukala, kendisinden başka kimsenin acısına zerre kadar değer vermeyen o şımarık çocuğu anlatıyorlar ona. Dakikalar akıyor, geçmişe yaptığım bu yolculuktan nefret ediyorum. Pazartesi gelsin, kravatımı takıp, ceketimi giyip daha korunaklı bir yerlere gideyim, yüzüme kimseden esirgemediğim o gülüş düşsün istiyorum. Ama işte şimdi her şeyimle orada, bir günah çıkarma kabinine benzeyen korkunç odadayım. Bedenim kasılmış, sürekli kollarımı ovuşturuyorum, avuçlarımı sıkıyorum.

Neden sonra sekreter sürenin dolduğunu bildiriyor. Kesintisiz elli dakika konuştuğumu o an fark ediyorum. Boğazım kurumuş, dudaklarım çatlamış; ama en çok kalbim acıyor, kanıyor. Bir yerlerine batırmışım iğnemi, çok acıtmış, yakmış. Doktorun gözlerine bakıyorum. Bana hiçbir şey söylemiyor. “Haftaya yine görüşelim” diyor. Benden önceki hastasının aksine beni kapıya kadar geçirmiyor, odasında kalıyor. O odadan benden önce çıkan adamın gülümsemesini hatırlıyorum, ondan nefret ediyorum. Sekretere uzman bir doktora, ruhumun kimseye –hatta kendime bile- göstermediğim ayrıntılarını elli dakika boyunca anlatmış olmanın bedelini ödüyor, bir sonraki seans için randevu alıyor, yüzüme oraya gelmeden önceki tebessümümü takıp dışarı çıkıyorum.

Dışarının sıcağı nefesimi kesiyor, tebessümüm kayboluyor. “Oraya gitmemeliydim” diye düşünüyorum. Dört-beş gün sonra oraya yeniden gideceğimi hatırlıyorum, elim telefonuma gidiyor. Sekreteri arayıp randevumu iptal ettirmek istiyorum. Yine de yapmıyorum. Aklıma kravatımı taktığım sabahlar, olmadığım biri gibi görünmeye çalıştığım anlar, yüzüme düşen sahte tebessümler geliyor. Kendimi tanımak için vereceğim yepyeni, çok sıkıntılı o savaşa çırılçıplak, tek başıma girmek istiyorum.

Eski dostları arıyorum, bir bilinmeze kadeh kaldırıyorum.