22 Şubat 2009 Pazar

Hep Karanlık

Çocukken, ailece yemeğe ya da pikniğe gittiğimiz hafta sonlarında, eve dönmeden önce yol üzerinde oturan tanıdıkları ziyaret etmek gibi bir alışkanlığımız vardı. Bu alışkanlık beni oldum olası mutsuz etmiştir. Evde bilgisayar, oyuncaklar gibi çeşitli eğlenceler dururken sıkıcı misafirliklere zaman harcamak bir çocuk için yeterince rahatsız edicidir.

Bu ziyaretlerimizin biri de onların evine olmuştu. Telsizler'de oturan bir aile, babamın uzakta akrabaları... Yolda konuşulanlardan anladığım kadarıyla çocukları görme engelli. Hayatımda ilk kez bir görme engelli ile karşılaşacağım. Çok garip bir duygu içimdeki.

Gözleri yemyeşil, beyaz tenli, sarışın bir çocuk. Bebekken, babası kucağından düşürdüğü için görme duyusunu yitirmiş. Ben yaşlarda, on bir belki on iki... Babamın elini öpüyor, ona "dayı" diye sesleniyor. Evlerinin yakınındaki Körler Okulu'na gidiyormuş. Anlattıkları kadarıyla derslerinde de başarılı...

Bir yarışmaya girecekmiş, kazanana "konuşan saat" hediye edeceklermiş. Çocuk halimle gün içinde saate bakmanın önemini kavramaya çalışıyorum. "Dersin bitmesine ne kadar var?" ya da "annem eve ne zaman gelecek?" sorularının cevabını gizliyor o saat. Bir tuşa basacak ve saat ona "beşe on var" diyecek, "babanın gelmesine az kaldı" ve hatta "az sonra abin okuldan gelecek"...

Çok şımarık yetiştirildiğim söylenemez, ancak evin en küçük çocuğu olduğumdan ne kadar istemeselerde zaman zaman o şımarıklığımı hissettiğim olurdu. Bu tarz karşılaşmalarla örselendi sanırım o şımarıklığım.

Birkaç hafta sonra o yarışmada ikinci olduğunu ve çok üzüldüğünü öğrendik. Saati başkasına vermişler. Bahsettiğim doksanlı yılların başları, alışveriş merkezleri, internet, vb. sizi bir şeylere daha ucuza, daha kolay ulaştırabilecek hiçbir kaynak yok. Yine de bir akşam babamın eve konuşan bir saatle geldiğini hatırlıyorum. Saat ne yazık ki İngilizce konuşuyordu.

Ona saati verdiğimizdeki mutluluğu, mutluluğunu çocukça ifade edişi hala aklımda. Her iki dakikada bir saatin düğmesine basıyor, saat "ten to five" ya da "half past four" dediğinde duyduğunu "tentı fay" ya da "hal pas for" diye bozuk bir şekilde tekrar ederek "saat kaçmış?" diyerek bana soruyordu.

İlerleyen aylarda bizi ziyarete geldiler. Saati anlamasına yetecek kadar İngilizceyi birkaç hafta içinde öğrenmiş. Benimle bir şeyler oynamak istedi. O zaman benim tek eğlencem bilgisayar olduğu için ona bir futbol oyunu açtım. "Çok parlak bir şey var." dedi yüzünü bilgisayarın ekranına iyice yaklaştırarak. Çocuk halimle ona oyunda olan şeyleri aktarmaya çalıştığımı da anımsıyorum.

Onu yıllar sonra tekrar gördüm. Annem ve babamla bir akşam ziyaretine gittik. Annesi bahçede karşıladı bizi, kendisi içerde uyuyormuş. Eve girdik, koridora çıkmış tuvalete giderken karşılaştık onunla. "Kim var orada?" diye seslendi. Babam kendisini tanıtınca "dayı, sen miydin? Korktum ben de..." diye karşılık verdi.

Müziğe merak salmış. Klavye çalıyormuş, besteler yapıyormuş. Yine de mahallenin çocuklarının penceresinin önüne gelip "kör" diye dalga geçmeleri onu çok üzüyormuş.

Arabayla bir yerlere dondurma yemeye gittik. Ne yazık ki dondurma tabakta geldi ve dondurmasını yiyemediği için ona babam yardımcı oldu. "Dayı karizmayı çizdirdik" diyerek bir kahkaha attı.

Dönüş yolunda "Bizim eve geldik, değil mi?" dedi bir an. Nereden anladın diye sorunca da "geçtiğimiz yerler çok aydınlıktı, ama bizim evin civarı hep karanlık" diye karşılık verdi.