11 Mayıs 2009 Pazartesi

Anneler Günü

1991 senesinin yazı… Ailece tatile çıkma hazırlıkları içerisindeyiz. 9 yaşında bir çocuk için hazırlık diye bir şey yok gerçi. Senin için bavulunu hazırlayan birileri var. Sen sadece apartmandaki çocuklarla tatile gitmeden önce daha kaç maç yapabilirim onu hesaplamaya, tatile gittiğinde orada nasıl arkadaşlıklar kuracağına kafa yoruyorsun, o kadar.

Gitmemize birkaç gün kalmış, belki iki belki üç. Arka bahçede top oynuyorum. Bir ambulansın sesi yırtıyor duyduğumuz bütün gürültüleri. Babam iniyor aşağıya, abim ve birkaç komşu… “Sen oyna” diyorlar bana. Ne olduğuna anlam veremiyorum. “Ablan evde, sen çıkarsın eve” diyor abim. Kafamda soru işaretiyle oyuna dönüyorum. Sonra bir komşumuzun “anneni hastaneye götürdüler, sen hala oyun oynuyorsun” dediğini duyuyorum. Kalbimde, yıllarca dönem dönem kendisini hissettirecek olan o kuş kanat çırpmaya, nefesimi kesmeye, göğsümü sıkıştırmaya başlıyor. Yaşım henüz 9…

Ziyaretçiler geliyor eve, bir sürü akraba. Konuşulan şeyler bir çocuk için yeterince karanlık. Anjiyo, röntgen, tomografi ve tınısı bir o kadar korkunç bir sürü şey… Birkaç oyuncak çıkartıyorum, iskambil kağıtlarından fal bakıyorum. Falı bitirirsem “annem dönecek” sanıp seviniyorum, bitmezse kartları yeniden karıyorum.

Birkaç haftadır hastaneye gidip geldiklerini hatırlıyorum. Önemli bir şeyi olmadığını düşünmüşler hep. Beynindeki damarlardan birisi çatlamış ve aslında olan bitenin önemli bir şey olduğunu öğrenmişler.

Telefonla konuşulanlara hep kulak misafiri oluyordum. Benim duymamı istemediklerinden, onları dinlediğimi fark ettiklerinde “sen burada mısın? Hadi odana git sen” diyorlardı. Ben de oyun oynuyor, televizyon izliyor gözüküp dinlediğimi hissettirmiyordum. Duyduğum kadarıyla konuşamıyor, yürüyemiyor, sol kolunu oynatamıyordu.

Onu görmek istiyor, bazı geceler bunun için ağlıyordum. Hastaneye çocukları almadıklarından, daha önce hastaneye giden çocuklardan birinin hastalık kaptığından bahsedip vazgeçiriyorlardı beni. Bir yakınımız “ben annemi 9 aydır görmedim, ne yapalım şimdi?” demişti bir keresinde. “Nerede ki senin annen” demiştim. “Sivas’ta” demişti o da. “Otobüsle gidip görebilirsin” demiştim ben de. “Ama ben göremiyorum ki…”

Doktorlar ölümü evde gerçekleşmesin diye yatırmışlar hastaneye. Çocuklarının gözü önünde ölmesin diye… Annem ölmedi. Eve belki ancak 8 ay sonra dönebildi ve döndüğünde asansörü olmayan apartmanda 3. kata çıkabilmesi saatlerini aldı. Öğretmendi ama uzun süre kalem tutamadı, bana derslerimde de bir daha hiç yardım edemedi. Beraber gezmeye çıktığımızda benim kadar hızlı yürüyemedi ve gezmenin en keyifli yerinde hep çabucak yoruldu. Ama ölmedi… Bizimle kaldı.

İlk anneler gününde hep beraberdik. Hastaneden döndükten birkaç hafta sonraydı yanılmıyorsam. Yüzlerimizde sonsuz tebessümler, kalplerimizde ailece yaşadığımız dramın burukluğu vardı. Yaşam çok acımasızdı, her an ummadığınız bir şey sizi alt üst edebiliyordu. O günden sonra hep o korkuyla yaşayacaktık.

Hastalığının ardından, 42 yaşında emekli oldu. Bir daha iş hayatına dönemeyecekti. Bunu da hemen kabul etmek istemedi. Eve geldikten bir-iki sene sonra bir dershaneye öğretmen olabilmek için başvurdu. Görüşmeye gitmesine yardımcı oldum. Merdivenleri, bu kez eve geldiğinden daha hızlı, ama yine de zorlanarak çıktı. Eline tutuşturulan formu felçli sol eliyle yarım saatte doldurabildi. En son hangi kitabı okuduğunu bile hatırlayamadı. Ona yardım etmemi de istemedi. “Sizi ararız” dediler; ancak bir daha bizi hiç kimse aramadı.

O günden sonra zamanının çoğunu evde geçirmeye başladı. Bacağını rahat hareket ettiremediği için toplu taşım araçlarının hiçbirisine yardımsız binemiyor, dışarı çıkmak için mutlaka birinin yardımına ihtiyaç duyuyordu. Bir keresinde ayağı takılmış ve yere düşüp kaşını yarmış, bir keresinde de kolunu kırmıştı. Kaşını yardığında yanında ben de vardım, ilkokulumdan karnemi almış eve dönüyorduk. Bütün derslerim 5’ti, bana bu yüzden dondurma almıştı. Dondurma yemekle meşgul olduğum için ellerinden tutamamış, koluna girememiştim. O karnem, halen kanlar içinde durur kütüphanemde bir yerlerde.

Dün beni dünyaya getirdikten sonra kutladığımız 27. Anneler Günü’ydü. Hatırladığım kadarıyla ayrı geçirdiğimiz ilk anneler günü… Kaybetme korkusuyla, kişiliğime yerleşmiş o tedirginlikle geçirdiğim, kalbimdeki kuşun kanat çırpmaktan vazgeçmediği, kırılganlıkla geçen yıllardan sonra yine bir anneler günü… Hüzünle, buruk bir mutlulukla geçen anneler günü…