11 Temmuz 2015 Cumartesi

Nezih Hoca

Kafamda tarihler karışık. 1996 mıydı, 1998 mi hatırlamıyorum! Elimde müzik defterim, içinde porte porte besteler... Her öğle arası kapısındayım. Yeni bestemin notaları üzerinde çalışıyoruz. 

"Bu nota sekizlik olmalıydı" ya da "on altılık bir do var"... Düzeltmeleriyle ilgili hatırlayabildiklerim bunlar. Odasını ise unutmuyorum. Küçük, yatay iki pencere iç içe geçmiş. Bir tanesi aralanmış. Önünde defterim, elinde sigarası karşımda oturuyor. En ergen zamanlarım, içimden ne çıkacak ikimiz de bilmiyoruz. İş arkadaşlarının öğretmenler odasında sohbet ettikleri, kahve içtikleri saatlerde, o bana müzik adına bildiklerini aktarmaya çalışıyor, hepsi bu.

***

"Bir beste soru-cevap'tan oluşmalı. Bir dize soru ise, öbürü cevap olmalı. Senin şarkılarının bazılarının ucu açık, soru ile bitiyor!"

***

Her sabah bir şekilde buluyorum onu. Yanına gidip yeni bir bestemin olduğunu, notalarını yanımda getirdiğimi, öğle arası beraber çalışmak istediğimi söylüyorum. Beni hiç kırmıyor. Henüz yaşım 14, belki 15. Şarkılarımı beğenip beğenmediğini bile bilmiyorum. "Bir gitarist bul" diyor bana. İki kişi daha iyi olacağımıza inanıyor.

Dedim ya, yıl ya 1996 ya 1998. TRT hegomonyasının yeni yeni terk edildiği günler. Gitarı ancak Pop Saati'nin jeneriğinde suda yüzerken görebildiğimiz zamanlar...

Serviste bir çocuk var, adı Ömer. Birkaç kez gitarıyla görmüşlüğüm var. Onunla konuşup beraber çalıp çalamayacağımızı soruyorum. Kabul ediyor. Aylardan Haziran. Yaz tatili bir ramak uzakta. 

"Bir gitarist bul" demişti bana. Bunları söylerken hayat boyu sürecek bir dostluğun kurulmasına vesile olacağından haberi yoktu elbet. Okul tatile girmiş, üç aylığına kendini unutturmuştu. Ömer'le ikimiz ise kendimizce bir grup olmuş, haftada 3-4 gün görüşür, çalışır olmuştuk.

***

O yaz buz pateninde kolunu kırdı Ömer. Çalamadığı gitarı iki ay kadar bende kaldı. Ben de gitar çalmaya bu şekilde başladım.

***

İki gitarist, isimsiz o grubu kurmamız lise birin başlarına denk geliyor. Yaşar, Ayna, Kenan Doğulu, Mustafa Sandal... Kral TV yana döne kliplerini gösteriyor. Kargo, Pentagram, Kesmeşeker ise underground tadında, alternatif kanallarda. Ömer'le benim bestelerimi çalıyor, onlara çalışıyoruz.

***

Ekim ayında Aslı'yı kaybediyoruz. Aslı Yılmaz... Onu hiç tanımadım, kim olduğunu arkadaşlarının koridorlarda ağladığı o sabaha kadar da bilmiyordum. Üst sınıflardan, hepatit yüzünden hayatını kaybetmiş. 

Vefat ettiği günün akşamında Aslı için yazdığım şarkıyı cesaretimizi topladığımız bir gün ona çalıyoruz. "Tamam" diyor Nezih Hoca. İsteğimiz, şarkıyı tüm okulun karşısında çalmak. "23 Nisan'da sahne alacaksınız."

Sözlü için tahtaya kalktığımız zamanlar hariç göz önünde olmak nedir bilmiyoruz. "23 Nisan" diyor Nezih Hoca. "Şenliklerde tüm okula çalacaksınız"


***

Bir bayan vokaliste ihtiyacımız var. Üst sınıflardan Derya'nın sesinin çok güzel olduğunu biliyorum, ama kendisiyle tanışıklığımız yok. Cesaretimizi tam anlamıyla topladığımız bir çarşamba ona Aslı'ya yazdığımız şarkımızdan, 23 Nisan'dan, alacağımız sahneden bahsediyor, bizimle çalmak/söylemek isteyip istemediğini soruyoruz. "Tamam" diyor. Bu, heyecanlı bir "tamam" değil. Belki de bizi görmek istiyor. Ertesi öğle arası müzik odasında olmak üzere sözleşiyoruz.


***

Derya şarkımızı beğeniyor. Adını hiç koymadığımız grubumuza dahil oluyor.

***

23 Nisan'a kadar her öğlen müzik odasında toplanıyoruz. Nezih Hoca zaman zaman bize katılıyor, zaman zaman oda kilitli olduğundan üzerinde oturduğumuz kalorifer petekleri kıçımıza bata bata çalışmalarımızı sürdüyoruz. "Nerede"nin yanına iki-üç şarkı daha ekliyoruz.

Dedim ya, 90'lı yıllardayız. Atatürk Lisesi dönemin sıkı okullarından. Saygı duruşuyla başlayan 23 Nisan, şiirlerle, kompozisyonlarla devam ediyor. Biz ise Atatürk büstünün arkasında üşüyerek, sidik kokusuna tahammül etmeye çalışarak bekliyoruz. Törenin sonunda sınıflarımız, adımız ve minik bir gitar dinletisi vereceğimiz anons ediliyor.

Sahnedeki yerlerimizi alıyoruz. Şarkımızın Kasım ayında kaybettiğimiz Aslı için olduğunu anons ediyor Derya. İnanılmaz bir sessizlik içinde arpejimi işitiyorum. Ellerim zangır zangır titriyor.

***

Artık tüm okul tanıyor bizi. Tenefüslerde gitarımı dinlemeye geliyorlar. Öğretmenlerin kanaat notu bile hep 5.

***

Müdürümüzün değişmesi, Nezih Hoca'nın okula bir bateri seti alınmasını istemesi de kabaca bu döneme denk geliyor sanırım. Lise 2'ye başladığımızda müzik odasında devasa bir davul seti buluyoruz. İki kişilik grubumuz büyüyor!

***

"Afra" diyor bazıları. "Yarım Karışık" diye uydurduğumuz bir isim bile var. Candaş davul çalıyor, Ömer artık bas gitarist. "Güzelim"i yeni yazmışım, neredeyse tüm okul ezbere biliyor. Şenliklerin müdavimiyiz.

Liselerarası müzik festivali... Bizim okulun köhne konferans salonunda düzenleniyor. Nezih Hoca biz sahneye çıkmadan çikolata veriyor bize. "Önemli olan buraya kadar gelmekti" diyor bize. "Sahnede ne olursa olsun, sizinle gurur duyuyorum"

***

Üniversite sınavı stresi boğuyor bizi. Yine de, lise son sınıfta bile sırtımızda gitar, derslerden boş kalan zamanlarda bir şeyler üretmeye çalışıyoruz. Kimya, Fizik, Matematik arasında bir yerlerde Nezih Hoca hala var. Bizi öğretmenler gününde, sadece öğretmenlerimizin davetli olduğu bir etkinlikte sahneye çıkartıyor. O gün iyice anlıyorum. Bizler diğerleri için Nezih Hoca'nın oğrencileriyiz. Bizi izlerken yüzündeki gururu hissedebiliyorum.

***

Hepimiz mezun olup bir yerlere savruluyoruz. Nezih Hoca, Atatürk Lisesi'nde kalıyor. Bizden sonrakilere müzik öğretmeye devam ediyor.

***

Ve yıl 2015. Bir Datça akşamında buluşmak üzere sözleşiyoruz. Bizi eşi Meral Hoca'yla beraber, Can Yücel'in önündeki ağacın dibinde şiir yazdığı Kumluk Kafe'de bekliyor. Esin'le gidiyoruz. 

Onu gördüğümde koşmaya başlamışım, Esin'in söylediği bu. "Kilo almışsın" diye takılıyor bana, sımsıkı sarılıyorum hocama. Görüşmeyeli 15 yıl olmuş. 

Belki de ilk kez kendinden bahsediyor bana. Erzurum'da okutmanlık yaptığı yıllardan, onu Ankara'ya sürükleyen tesadüfler silsilesinden. Neden Datça'ya yerleştiğinden. 

O çok sevdiği eşini tanıyoruz. Eşimle tanışıyor. Sahip olduğum her şey, kariyer, hırs, para, pul, her şey kayboluyor. O konuştukça notalarını bölük pörçük çıkardığım şarkılarımı porte porte hatırlıyorum. 

Bize müziğin, sanatın insana kattıklarından bahsediyor. Üniversiteyi kazanmak için kurulu zamane gençlerinin bu kavramlara ne kadar uzak kaldıklarından. 

"Kıçımdan ayrılmazdı" diyor Esin'e beni anlatırken. "Ama siz de bizimle çok gururlanırdınız" diyorum ona altta kalmamak için. 

15 yıl öncesini konuşuyoruz, 15 yıl öncesinin o günlerde nasıl göründüğünü anlatıyoruz birbirimize.

***

Eşine sevgisini görüyorum. Nikah davetiyemizi gönderdiğimde bana cevaben "birbirinizi hep sevin ve sayın" demesinin arkasında yatanları anlıyorum. 

***

Onları arabalarına kadar uğurluyoruz. Esin eşine sarılıyor, ben Nezih Hoca'yı bırakmak istemiyorum. 


***

O geceyi düşündüğümde bana kattıklarını, hayatımdaki etkilerini sorguluyorum. Onu Erzurum'dan Ankara'ya getiren tesadüfler silsilesi içinde kaderin bana da bir yer açtığını hissediyorum. Kendimi bir şekilde ifade etmeme vesile olan şarkılarımı bir düzene sokabilmek için harcadığı tenefüsleri, öğle aralarını düşünüyorum. Ben -onun tabiriyle- kıçından ayrılmazken bir kez bile bana sırtını dönmediğini, müziğe olan tutkumu gördükçe onun da kendi içinde mutlu olduğunu fark ediyorum. Belki müzik mesleğim olmadı, belki çok tutulan bir şarkı da yazamadım. Ancak o öğle araları, müzik odasının kıçıma batan kaloriferleri ile çok şey öğretti bana.

Bir öğretmenin, elleri öpülesi bir öğretmenin gözlerinin içinde kendimi gördüm o akşam. Hakkı ödenmez güzel insan. Nezih Hocam!