4 Haziran 2009 Perşembe

Eski

Sadece bedenlerimizi değil, ruhlarımızı da ısıtabilmek için ailece aynı odada bulunmamızı gerektiren sobalı evimizde geçirdiğimiz yıllardan bir gündü. TRT, Adile Naşit’in cenaze töreninden birkaç kare göstermişti. O dönemde ölümü tam anlamıyla kavrayamayacak küçüktüm. Dolayısıyla üzülmüş olmam, aslında herkesi taklit etmemdendi. Oysa o gün, bütün üzüntümü unutturacak bir sonla bitecekti. Babam eve kucağında bir kutuyla gelecek ve “Bakın, size ne aldım!” diyecekti.

Ağabeyimle babam, adının video olduğunu öğrendiğim o küçük kutuyu akşam boyu kurcalamışlar, durup durup “ince ayar”, “reset” gibi kelimeler kullanmışlardı. Tamamı ile yabancısı olduğum bu kavramların, hayatımın bir dönemi boyunca en çok kullanacaklarım olacağını nereden bilebilirdim ki! Onları büyük bir merak ve sabırla öylece izlemiş, ertesi sabah ağabeyimle bir “videocu”nun yolunu tutmuştuk.

Ne çok film vardı bilmediğim! Neredeyse mahallemizin bakkal dükkânı kadar büyüktü içerisi. İlk kez gidiyor olmanın çekingenliğini hissetmeden, filmdeki birkaç kareyi ancak barındırabilen ambalajları tek tek incelemiş, hangisini seçeceğimi bilememiştim. Kasetlerin çok pahalı olduğunu düşünüp, belki de var olan tek hakkımı kullanıyor olduğuma inanıyorken “Merak etme” demişti ağabeyim. “Bunu iade edince, başka film de alırız.”

Hâlâ hatırladığımda yüzüme bir parça buruk tebessüm düşürebilmeyi başarabilen kişilerle de bu sayede tanıştım. Çok komik bir adam vardı, gülünce üst damağı, otuz iki dişi görünüyordu. Biraz saftı, biraz sakardı. “İnek Şaban” diyorlardı ona. Arada bir küfür ediyordu etmesine ama ne annem, ne de babam kızıyorlardı Şaban’a. Şakacı, şapşal bir hâli ama pırlanta gibi parıldayan, onu ekran karşısında izlerken içimizi ısıtan bir kalbi vardı.

Sonra ne iyi insanlardı şu Zeki ve Metin! Her filminde en az iki insana yardım etmezlerse gece rahat uyuyamıyorlardı. Gün geliyor peşinden bütün İstanbul’u gezdikleri bilete vuran büyük ikramiyeyi gözlerini kırpmadan kötü adamlara verip mahalleliyi kurtarıyorlar, gün geliyor çok sevdikleri ustaları kasabayı terk etmesin diye ona suda yüzen bir ev yapıyorlardı. Sonra bazen birbirlerine küsüyor, bazen kırılıyorlardı. Ama filmin sonunda olan bitene sünger çekip birbirlerine öyle sıkı sarılıyorlardı ki, ablam ağladığı belli olmasın diye banyoya koşuyordu.

Büyümüş, okullu olmuş, bütün kısıtlamalara rağmen filmlerimden kopamamıştım. Her birini defalarca kez izlemiş olmama rağmen filmleri videocudan kiralıyor, yahut da yayınlanacakları günleri öğrenip televizyonun başına geçiyordum. O dönemler evimizde tek televizyon olduğundan evdekiler de mecburen ailenin bu en küçük ferdinin seçimlerine ayak uyduruyor ve o filmleri izliyorlardı.

Pek çok çocuk gibi ben de Adile Naşit ile Münir Özkul’u evli sanırdım. Bazen turşu suyu yüzünden kavga edip ayrılıyorlar, bazen de her birinin üçer dörder çocuğu olmasına rağmen bir araya geliyorlardı. Ama sonunda mutlaka gülüyorlar, mutlaka gülümsetiyorlardı. O filmleri izlerken daha da iyi anlıyordum insanların Adile Naşit’in vefaatına neden bu kadar çok üzüldüklerini. Ağlarken bile gözlerinden ışık saçan bir melekti o!

Çocukluktan çıktığımda fark ettim ki, dünyanın en duygusal insanı Filiz Akın’mış, pek çok erkek ona tatlı sözler söylemek, kalbini çalmak için sıraya girerlermiş. Sahiden siyah beyaz filmlerde, yüzünün tatlı pembeliği gizlenmişken bile ne kadar güzeldi! Bu uğurda her birimiz birer Ediz Hun, Ekrem Bora olup, bir kadını tam da onların sevdiği kadar sevmeli, o kadına en az onların konuştuğu gibi tatlı tatlı konuşmalıydık. Aşkımız o kadar büyük olmalıydı ki, dünya üzerinde onu satın alabilecek hiçbir para, bizi sevgimizden vazgeçirebilecek hiçbir güç olmamalıydı.

Bu film nerede koptu bilmiyorum. Çekirdek bir ailenin, beş ferdini aynı paydada buluşturan, küçüğünden büyüğüne herkese hitap etmeyi başabilen yapımların sona ermesiyle evimize ikinci televizyon da girmiş oldu. Önce genç-yaşlı kutuplaştık, şimdi ise her odada bir televizyonumuz mevcut. Oysa şimdi, tam da o günün üzerinden yıllar geçmişken, bir şansımın daha olmasını ve babamın yine eve gelip bizi bir arada tutabilecek, içinde yerlerini –belki de– hiçbir zaman dolduramayacağımız o gülen yüzleri barındıran filmleri izleyebileceğimiz, bize o duyguları tekrar yaşatabilecek bir şeyler getirmesini çok istiyorum.