16 Mart 2013 Cumartesi

Pasaj


Size beş yıl kadar önce, kim olduğumdan bahsetmeye kalksam lise arkadaşlarımdan, müzik tutkumuzdan, annemin hastalığından, babamın depresyonundan, aile dramlarımızdan, çocukluğumdan, hayallerimden, büyük bir yazar olmak istediğim günlerden, ideallerimden bahsederdim. Şimdi o günleri düşündüğümde bile hatırladığım kişi ben değilmişim gibi geliyor.

Bir aynanın karşısında, son düğmesine kadar ilikli gömleğinin yakasına geçirdiği kravatını sıkıştıran adam, ben, büyük bir bankanın müfettişi… Elinde bavul, sırtında bir bilgisayar çantası... Ütüsü bozulmasın diyene bavuluna özene bezene yerleştirdiği gömlekler, yolda akıp da çamaşırlarını batırmasın diye kat kat poşete koyduğu şampuanı, sabunu, diş fırçası… Bir başına çalışan, bir başına yaşayan, en güzel yemekleri tek yiyen, en güzel yerleri tek gezen adam, ben! Gittiği her yerde geçici olduğunu bilen, kalıcı dostlukları unutan, aidiyet duygusunu kaybeden…

“Hepsi sizin kendi seçiminiz” demişti. Henüz ikinci görüşmemizdi. Kafamdaki onlarca soruya anlam bulmaya çalışıyordum ve bu söylediği aslında yerli yerinde oturduğunu sandığım bir şeyleri de harekete geçirmiş, içimdeki dengeleri bozmuştu.

Nasıl olur da böylesine büyük bir yalnızlık insanın kendi seçimi olabilir bilmiyordum. Öğrencilikten çıkmıştım, işsizdim. Kapısını çaldığım her yerden geri dönüyor, yavaş yavaş askerlik için gün sayıyordum. Bir akşamüzeri abim aramış ve sınavı kazandığımı söylemişti. O sırada bir kütüphanenin sonbahar soğuğunda, ders çalışmaya ara vermiş, biraz ısınmak için termosumdaki çaydan içiyor, bir yandan da o çok sevdiğim adamın çok sevdiğim bir şarkısını dinliyordum. Kütüphane solcu Başbakanlardan birinin mahallesine muhtemelen yağcılık olsun diye açılmış, beş kişinin istihdam edildiği ve bir tek benim istifade ettiğim bir kütüphaneydi. Abimden gelen o telefondan sonra kütüphaneye ben de bir daha uğramadım.

Güzel bir takım elbise, güzel bir kravat… Parlak ayakkabılar, kol düğmeleri… “Müfettiş Bey”ler, “üstat”lar… Sizi en yakın arkadaşlarınızın arasında bile artık başka hissettirmek için çabalayan onlarca şey… Hepsi bir bir başınıza gelirken ne de kolay kabullendiğiniz bir değer, henüz tam manasıyla anlamlandıramamışken benliğinize dahil ettiğiniz, sanki yıllardır öyleymişsiniz gibi hissettiğiniz bir unvan…

Sonra bir sabah kötü bir Müfettiş lojmanında uyanış… Soğuk banyoyu ısıtsın diye kapısına kadar dayadığınız elektrikli sobanın sıcağında alınan duş… Akşamları herkes evinde güzel yemekler yerken, çocuklarıyla aileleriyle gülüşüp eğlenirken o lojmana tek başına dönüş, televizyon ya da bilgisayar karşısında öldürülen saatler… Hayatın her saniyesini ıskalarken o günlerin de geçeceğine, çok güzel günlerin geleceğine beyhude bir inanç…

Kocaman bir yemek salonundayım. Fatsa’da, bundan dört yıl kadar önce… Kışın ortası, kötü bir Salı akşamı… Tek müşteri benim, salonun girişine, sahneden mümkün olan en uzak noktaya oturmuşum. Salonda belki de elliye yakın masa var, hepsi boş. Ancak sanki her an hepsine bir müşteri gelebilirmiş gibi hazır bekletiliyor. Tabaklar konulmuş, yanlarında çatallar bıçaklar… Bezden peçeteler katlanmış, tabakların ortalarına yerleştirilmiş. Sahnede ellili yaşlarında bir müzisyen amca uduyla bir şeyler çalıyor. Otelin sahibi en ön sırada oturmuş, amcayı izliyor. “Huysuz ve Tatlı Kadın”ı çalıyor amca… Zihnimde kim bilir hangi kavgaları veriyorum o dönem, şarkı iyiden iyiye koyuyor. Önümdeki yemek bitsin, bitsin de bir an önce odama çıkayım, biraz da orada boş boş oturayım istiyorum. Şarkı bitince otel sahibi alkışlıyor. Alkışı kocaman, boş salonda yankılanıyor.

Söke’de bir oteldeyim. Resepsiyondaki adama “geç saatlere kadar çalmam ama gitar sesinden rahatsız olan olursa bana söylersiniz” demişim daha ilk gün. Saat geç olunca koymuşum gitarımı kılıfa, koyu kırmızı halıfleks kaplı o kötü odada, duvarın en köşesine, neredeyse tavana monte edilmiş küçücük ekran bir televizyona bakıyorum. Sadece sekiz kanal çekiyor. Adetim değildir ama yalnızlıktan olsa gerek bir Türk dizisindeki aile saadetlerine odaklanmışım. O sırada yan odadan inleme sesleri geliyor. Kadın çığlıklar atıyor, adamın hırıltıları odamın içine doluyor. Büyük bir rahatsızlık hissediyorum. Resepsiyondaki adama otele girerken geç saate kadar gitar çalmakla ilgili söylediğimi hatırlıyorum. Kendimi kocaman bir aptal, saf, enayi hissediyorum. Sanki sevişmeleri bittikten sonra odalarından çıkıp bana güleceklermiş gibi geliyor yan odadakiler. Sabah resepsiyondaki adamın yüzüne bakamıyorum. Evimi özlüyorum.

Onunla yeni tanışmışız. Arkadaşlarıyla oturuyoruz. Onlara benden bahsederken “evi yok, sürekli geziyor” diye bahsediyor. Bu gerçeği ilk kez birinden duymak acı veriyor. En son ev gibi hissettiğim bir yer hatırlamaya çalışıyorum, bulamıyorum. Kendi evime gittiğimde başımı yastığa koyduğumda hissettiğim şeylerin bile “ev” gibi olmadığını hissediyorum. İçlerine kocaman bir hayatı serip, şampuanımı raflarına yerleştirip, parfümümü, kitaplarımı, bilgisayarımı bir parçası haline getirip işim bittiğinde toparlanıp orayı bulduğum gibi, bomboş bırakıp gittiğim her sefer, aidiyet hissini parça parça bıraktığımı düşünüyorum o otel odalarında, Müfettiş Lojmanlarında.