13 Mayıs 2008 Salı

Sır

Bazı insanlar kendi gerçekliklerine o kadar sıkı, körü körüne bağlı oluyorlar ki; onlara bizzat yaşadığım, kendi gözlerimle gördüğüm, gerçekliğinden en ufak şüphe duymadığım şeyleri bile anlatmaktan çekindim. Artık korkmuyorum.

Ben hayatımı dört farklı insan olarak yaşıyorum. Durup düşününce bunun size ne kadar saçma geliyor olabileceğini ben de fark ediyorum; ancak bu farkındalık olayın gerçekliğini değiştirmiyor elbet. Evet, ben bana bahşedilen bu hayatı –üstelik sadece ruhen değil, bedenen de- dört kişi olarak sürdürüyorum.

İlk kişimin adı Edward Jr. Pole. Onu genellikle hafta içleri yaşıyorum. Büyük dedem, Edward Jerome Pole’un kurduğu, önce küçük bir fabrikadan ibaret olan; ancak şimdi milyonlarca hissesi piyasada dolanan kocaman bir şirketin sahibi... Saçları gür ama önleri azıcık açık, her zaman şık, sigara alkol gibi kötü alışkanlıklardan uzak duran, en şık restoranların müdavimi, en alımlı, en güzel ancak ne yazık ki konuşacak çok da bir şey bulamadığı kadınlarla birlikte olan ve ertesi gün hemen hemen hepsini unutan, ekonomi dergilerinde yayınlanacak olan röportajlarından önceki yarım saatini makyajına ayıran, küstah, bencil bir adam... Kendisini sevmiyor değilim, ancak keşke bu kadar çok işkolik olmasaydı.

Marty Coleman ikinci kişim. Kendisi hiçbir zaman meşhur olamamış, hiçbir şarkısı tutmamış, üçüncü sınıf barlarda çalan, sıradan bir rock grubunun lead gitaristi. Uzun, yağlı saçlı, kirli sakallı, ağzından kendi sardığı, çoğu kez de içini yasa dışı maddelerle doldurduğu sigarası eksik olmayan, daha güneş batmamışken ikinci şişesini yudumlamaya koyulan, hayatı bir oyun, kendisini yaşlanmayan bir FRP karakteri sanan bir çılgın. Onu sahnedeyken yarı çıplak görebilirsiniz, çünkü vücudundaki dövmeleri –en çok da göğsündeki ejderhalı olanı- göstermeyi çok seviyor. Kendisi en az kendisi kadar çılgın, asi kadınlardan hoşlandığı için, içinde her şeye karşı bir öfke besliyor, bolca küfür içeren şarkılar yazıyor, esrar çekiyor, uçuyor, yine de mutlu olamıyor. Çok fazla yakın olmadığı sürece, ona tahammül edebiliyorum. Ne zaman ki, o kronik hale gelmiş mutsuzluğunu görüyorum, üzerine sinmiş, artık kendi kokusu olmuş, esrar, kadın, ter ve kusmakta olduğu tuvaletten kaptığı pislik kokusunun karışımı o iğrenç kokusunu alıyorum, işte o zaman tiksiniyorum ondan.

En çok Francis’e acıyorum. Zayıf, gözlüklü, uzun boylu, çilli, parlak bir çocuk… Hayat ayaklarının altından akıp giderken, şehrinin akşamüzeri vaktinde, bir parkta, en sevdiği bankta, kafasını içinde ne aradığını bile bilmediğim kitabına gömen, önünden geçip giden güzel, uzun bacaklı, zarif kadınları genelde görmeyen, zaman zaman kitabında onu duygulandıran, heyecanlandıran bir şey yakaladığında etrafına bakınıp gördüğü ilk güzel kadına ilan-ı aşk etmek isteyen ve her seferinde cesaret edemeyen, akşam yemeklerini mahallesinin salaş lokantalarının birinde tek başına yiyen, aşkı sadece parkta öpüştüğünü gördüğü sevgililerden öğrenebilmiş, erken yaşta kaybettiği annesinden başka hiçbir kadının ellerini tutmamış, hiç ağlamayan, ancak omuzlarında ağlayabileceğini bildiği birini bulduğunda belki de hiç susmayacak birisi…

Bazen, ben tam da Edward olmuş, tam da ortaklık kurmaya çalıştığımız bir şirketin patronunun şımarık, aptal, afet kızıyla konuşmak üzereyken geliyor. Edward donuyor, etraf sessizleşiyor. Hayat anlamsızlaşıyor, renkler kayboluyor ve Francis ortaya çıkıyor, o salak kıza aşık oluveriyor. Onun için bütün hayatını adamak, onu mutlu ettiğini hissetmek için uğraşmak, ona kitaplarında okuduklarını anlatmak, gözlerinde etkilendiğini gösteren o bakışları görmek, onun ellerinden sıkı sıkı tutmak, ellerinin yumuşaklığını hissetmek, onu yanaklarından öpmek, dünyevi sandığı her şeyi, güzellikten başka hiçbir nimet bahşedilmemiş o aptal kızla yaşamak istiyor. Ve her seferinde olduğu gibi konuşamayıp, konuşmaya çalıştıkça saçmalayıp, terlemiş avuç içleriyle oynayarak, bakışlarını kızın gözlerinden kaçırarak, ona kendini değerli hissettirecek, kıza onunla en azından bir gecesini geçirebileceğini düşündürtecek bir iltifat bile edemeden onu elinden kaçırıyor.

Bazen de Marty’ye denk geliyor, barın en gürültü saatinde ortalıkta beliriyor. Marty sahneden inmiş, babalarıyla sorunlar yaşıyor olduklarını iyi bildiği iki farklı kızla aynı gece birlikte olmak için çabalıyorken ortaya çıkıyor, sadece cinsellikle noktalanacak bir ilişkiden, sonsuza kadar dost kalacakları bir ilişki çıkarmaya çalışıyor, yaşayacakları hayvanca şeylere insani değerler katmaya çalışıyor ve kızlara ne kadar sıkıcı birisi olduğunu gösterip onları da elinden kaçırıyor. Bir süre vokalist çocukla oturuyor, o da bardaki kızlardan biriyle çıktıktan sonra gürültüden başı ağrıyor, uyku saatinin geldiğini fark edip evine dönüyor.

Dördüncü kişi, hakkında en az şey bildiğim. Kendisini bazen aynada, bazen önümden geçen bir arabanın camında bir anlığına görüyorum. Diğer üç kişiye hiç benzemiyor. Sanki yıllar önce gördüğüm bir albümden koparılmış ya da henüz çocukken izlediğim bir filmden aklımda kalmış bir yüz. Bakışlarından korkuyorum, aniden karşıma çıkınca irkiliyorum. Belli belirsiz gördüğüm bakışlarında hayatın anlamsızlığını görüyorum. Bütün bu koşuşturmacanın, aşkın, para kazanma güdüsünün, nezaketin, gün batımının, bir çocuğun gülümsemesinin, uçan kuşların, her şeyin saçmalığını anlatıyor, sanki beni, bizi bekleyen, gerçekleştiğinde her şeyi altüst edecek bir şeye karşı uyarıyor.

Ben yine de en çok onu, her ne kadar karanlık da olsa, beni en çok sevdiğini düşündüğüm o kişiyi seviyorum.