5 Mayıs 2008 Pazartesi

Üstadla Akşam Yemeği

Evime dönerken belki de yüzlerce kez geçmişim önünden. Tunalı’nın o cafcaflı kalabalığının içinde kaybolmuş, küçücük bir Ege lokantası… Zeminden yarıya kadar mavi, yukarısı beyaza boyanmış duvarlar, ahşap sandalyeler ve masalar, duvarlarında denizi çağrıştıran türlü türlü resimler, küçük ahşap pencereler, pencerelere takılmış beyaz kalın kumaştan, uçları örgülü saçaklı perdeler… Sanki hayatın bir coğrafyasından çalınmış, denizi olmayan, havası boğuk, kışları, yazları ve hatta insanları kurak bu şehre oturtulmuş bir tablo, birilerinin hayatlarından küçük bir kesit… “Rezervasyonumuz vardı.” diyorum. Garsonlar onu tanıyorlar, “henüz gelmedi” diyorlar. Masaya geçip bekliyorum.

Beklerken, onu ilk gördüğüm günü hatırlıyorum. Kuruldaki büyük salonda, kendini fark edemeyeceğimiz kadar tenha bir köşede çalışıyordu. Bulunduğumuz yeri, konumumuzu, etrafımızdakileri henüz yadırgamakta olduğumuz o dönemlerde bizi kendine has, o mesafeli, ciddi üslubuyla defalarca uyardığı anlarda gözlerinde gördüğüm o bakışları hala net bir şekilde anımsıyorum. Her ne kadar zaman içinde daha çok zaman geçirme fırsatı yakalamış ve bu sayede kendisiyle –iş arkadaşlığı boyutunu aşmamak üzere- iyi bir diyalog kurmuş olsak da, benim için o akşam karşımda oturacak kişi, kendine ait o bilinmezliği, o gizemi hala korumakta olan biriydi.

Kapıda belirdi. Üzerinde koyu renkli bir kanvas, parlak yeşil ve beyaz ağırlıklı bir tişörtü vardı. Eğitim Dairesinde, Kurulda gördüğüm halinden uzak, bir gün gelip de onun gibi bir insan olup olamayacağımızı sorgulatan kişinin aksine, bize daha çok benziyordu. Beni beklettiği için özür dileyerek geldi yanıma. Park yeri bulamadığından, para çekmek için oyalandığından bahsetti. Oysa ben, o an pek çok dönem arkadaşımın, benim yerimde olup o anı yaşamak isteyeceğini biliyor, içten içe bir mutluluk duyuyordum.

Mezeleri benim seçmeme izin verdi; ancak pek çoğu Akdeniz mutfağından olan mezeler içinde karar vermekte zorlandım. Zeytinyağlı domates kurusu ve patlıcanlı bir tane seçtim, o da “Girit Peyniri’ni tatmalısın” diyerek bir tabak da ondan koydurdu.

“Seni son günlerde çok münzevi görüyorum” dedi neden sonra. Sanki bütün içekapanıklığımı, durgunluğumu, belki biraz daha az gülüyor, sanki birazcık daha çok sıkılıyor olduğumu görüyordu. “Arkadaş grubunu da değiştirdin gördüğüm kadarıyla” dedi. Haklıydı.

Ona yaşadıklarımdan, hayatımdan, pek çoğu aynı evde, aynı odada, aynı insanlarla geçmiş yaşantımdan, beni bekleyen hayattan, bilmediğim bir şehirde yabancısı olduğum insanlar arasında, gördüğüm, nüfuz ettiğim her şeye yabancı hissetmekten, yalnız kalmaktan ve daha da önemlisi yalnızlığa alışmaktan ziyadesiyle korktuğumdan, daha önce beni bir şekilde bulmuş ve yeniden üzerime yapışmasından korktuğum hastalığımdan, annemin beni her özlediğinde yüzünde çıkan yaralardan, onu her gördüğümde çektiğim vicdan azabından ve belki de sadece beni ilgilendiren onlarca şeyden bahsettim. “Misafirliğe gittiğim evlerde uyuyamıyorum, yolculukları ise hiç sormayın…”

Beni büyük bir sabırla dinledi. “Ben de senin gibiydim” diye karşılık verdi. “Şimdi başımı koyduğum yerde uyuyorum, buna alışıyorsun.”

Sanki hep eksik konuşuyor, söyleyeceklerini susuyordu. Tam ağzını açıp bir cümle daha kuracakken susuyor, şarabından bir yudum alıyor ve benim söze girmemi bekliyordu.

Ona yaptığım iltifatlara, kendisinin üzerimizde bıraktığı etkiye, çalışkanlığına, bize çok güzel bir örnek teşkil ettiğine, onu bankada çok iyi yerlerde görmek istediğimize yönelik sözlerimi büyük, hiç yapay olmayan bir tevazu ile karşılıyor ve “benim görevim bu, bunun için para alıyorum” diyerek bu iltifatlara teşekkür etmekle yetiniyordu.

“Peki üstadım, çok zorlandığınız, bu işi seçmiş olduğunuz için pişman olduğunuz bir an oldu mu?” dedim. Tahmin ettiğimin aksine “oldu” dedi. Bir ilçede teftişte olduğundan ve o dönemde annesinin rahatsızlandığından bahsetti. Babasını on sekiz yaşındayken kaybetmiş, annesini de o süreçte yitirmiş. “Ama bu benim işimdi, benim geleceğimdi.” dedi. “O kararsızlığı yaşarken oturup düşündüm. İyi ya da kötü bir karar vermeliydim. Bu belirsizlikle yaşayamazdım.” diye ekledi. Garson ara sıcak olarak Kalamar getirip masamıza bıraktıktan sonra da “ben de devam etmeyi seçtim” dedi.

Konuştukça ona belki de özel gelebilecek şeyleri sormaktan çekinmemeye başladım. Özel hayatı, aile ilişkileri, yoğun bir tempoda çalışıyor olmasının kendi seçimi olup olmadığı gibi bir sürü konuda sorular ürettim. Her seferinde “belki çok özel olacak ama…” demeyi de ihmal etmedim ve o da her seferinde “hayır, özel değil” diyerek kibarlık göstermekten geri durmadı.

Evlenmemesi yaptığı işle, turneyle ilgili değilmiş. O doğru kişiyi bulamamış. Bizim eğitimimizle ilgilendiği için Kuruldaki işleri aksıyormuş ve o açığı kapatmak için de geç saatlere kadar çalışması gerekiyormuş. CNBC-E dizilerini izliyor, içlerinde benim de çok sevdiğim birkaç tanesini kaçırmamaya özen gösteriyormuş. Zaman zaman o lokantaya tek başına gelip, tek başına güzel bir akşam yemeği yemeyi çok seviyormuş. Garsonların hiçbirisiyle özel bir diyaloga girmemiş ama herkes onu gidip gelmelerinden tanıyormuş. Resim yapmayı çok seviyormuş. İyi bir aşçıymış; ancak turneler boyunca bu yönünü geliştirememiş olduğu için üzülüyormuş. Spor müsabakalarından hazzetmiyormuş. Onun için en keyif veren spor dalı artistik patinajmış.

Kalkan balığımızı yerken bana “beni herhangi bir konuda, aileyle ilgili, işle ilgili ya da özel konularla ilgili rahatsız edebilirsin. Bunu açık bir çek olarak düşün, gece on bir, on iki, ne zaman istersen” dedi. Bu uzun zamandır birinden duyduğum en güzel sözlerden biriydi belki de. “Teşekkür ediyorum üstadım” dedim. O anın değerini çok iyi biliyordum.

Geç saatlere kadar oturduk, patlıcan tatlımızı da yedikten sonra hesabı istedi. Ona arabasına kadar eşlik ettim. Artık birbirini daha iyi tanıyan, birbirlerinin hikayelerini dinlemiş, onlara kendince yorumlar getirmiş, o kısa süre içinde duyduklarından kendi hayatlarına da bir şeyler katmış, bu katkıları başkalarına da ulaştıracak iki iş arkadaşı olarak el sıkışarak ayrıldık.

O akşamdan aklımda yer eden en önemli şey ise, kendinden küçük iki kardeşini bir yıldır görmediğini söylediğinde yüzümde beliren şaşkınlığa karşın söyledikleriydi: “Bazen sevdiklerinin bir yerlerde yaşıyor olduklarını bilmek bile yetiyor insana…”