8 Ocak 2014 Çarşamba

İstanbul İstanbul - 2010

Kötü bir otobüs yolculuğu… Esenler’in pisliği… Sanki üzerime üzerime gelmekte ısrar eden otobüsler… Sırtımda gitarım, omzumda bilgisayar çantam, peşimde bavulum, takım elbiselerim… Hayat dip dibe yaşanıyor bu şehirde ya, geçecek yer bulamıyorum insanlardan. Kokuşmuş, pis bir semt, yalnız başına ayak basmaktan nefret ettiğim bir şehir…

***

Taksim’e çıkıyoruz. Etrafta insanlar var. Sakallı, gözlüklü, uzun boylu, zayıf, kel, kısa, şişman, üstü başı dağınık, iyi giyimli, tuhaf adamlar, etraflarında süslü, pejmürde, güzel vücutlu, çirkin, genç, olgun, tuhaf kadınlar…

Nefessiz kalıyorum, yüzümde yılların yorgunluğu var sanki. Bir an önce bir yerlere oturup bir şeyler yemek, sonra da yediğim her şeyi kusmak istiyorum. Sabaha kadar içmek, bilmediğim bir yerde uyanmak ve yepyeni bir hayata başlamak istiyorum.

***

Cevahir Alışveriş Merkezi’nde kayboluyorum. Çıkışı neredeydi bu zıkkımın? Şöyle girişinde genişçe merdivenler vardı, nerede bu lanet olası merdivenler? Çok şükür, sanırım 2. kattan çıkış, görüyorum. 2. kattan çıkılır mı hiçbir binadan? Bir insanın moralini böyle abuk bir şey bozar mı?

Temiz hava, oksijen… Ciğerlerim açılıyor. Alışveriş merkezi hüznü, yerini güneşin getirdiği mutluluğa bırakıyor. İçimde bir ümit var, sanki her an kırılacak cinsten. En iyisi tıraş olmak. Yeni bir hayat, yeni bir başlangıç dedim ya. En kestirme yoludur belki.

***

Hiç acelesi yok. Saçlarımı dipten dipten, ağır ağır, makasıyla okşayarak kesiyor. Zaman zaman yüksek taburesini yanıma çekiyor, oturduğu yerden, işini yapar gibi değil, benim gibi bir taştan, bir sanat eseri yaratacak gibi uğraşıyor. Kaprisi yok, yalan da söylemiyor. Önceki tıraşımı yapan kişiye ufaktan bir iltifat etmeyi de ihmal etmiyor.

***

Sayıma geliyoruz. Kapalı bir yer burası, kocaman bir para grup merkezi. Maske veriyorlar. 53 bin adet 100 dolar gözümün önündeki para sayma makinesinden geçiyor. İçerisinin tozunu yutuyoruz yine de. Ertesi sabah dudağımda uçuk çıkıyor. Alın teri dökerek kazandığım paralarımı İstanbul’un taksicilerine veriyorum.

Taksiciler genelde kibar. Böyle görünmeye mi çalışıyorlar, yoksa gerçekten öyleler mi bilmiyorum. Çaresiz durumda kalan bir adama yardım ederler mi? Üç kuruş fazla para almak için dolandırırlar mı insanları?

***

ATM’leri saymak da bizim işimiz. Zırhlı araca binip, İstanbul’un muhtelif semtlerinde geziyoruz. Evler var… Her yerde evler var. İçlerinde insanlar, hayatlar… Yeni bir hayata başlayanlar, hayata birileriyle tutunanlar...

Abimi görüyorum. Takım elbisesi çok güzel. Yüzünde İstanbul’un koşturmacasında bile koruduğu bir tebessüm var. ATM’yi saydığımızı görüyor, yanıma gelmekten çekiniyor önce. Ben de sayımı bırakıp gidemiyorum yanına. Geliyor sonra, öpüyor beni. Neredeyiz biz? Yıllar önce aynı ranzada altlı-üstlü yatmış çocuklardan başka bir şey mi olduk? Üzerimizdeki kimlikleri kim verdi bize? Neyiz, neyi temsil ediyoruz? Hiç bilmiyorum. Sadece ona özeniyorum. Gıptayla bakıyorum. Onu, hayat karşısındaki temizliğini seviyorum.

***

Sayım bitmiyor. Kuyumcukent’e geliyoruz. Bir para grup merkezi de orada. Oranın sayımını da yaptıktan sonra, üstad beni Bakırköy’e bırakıyor. Bir yıl kadar önce Şevki’yle kahvaltı yaptığımız Saray Muhallebicisi’nin önünden geçiyorum. Zor günleri, şimdi hepsi geride kalmış o zor günleri hatırlıyorum.

***

Duygu ve Şevki’yleyim. Hala en büyük avuntum gitarım. Her tınısında benim. Her tınısında olmak istediğim o şeyim. Yüzüm gülüyor, kalbim açılıyor. Sarılıyorum onlara. Evet, 3 hafta sonra evlenecek onlar!

Hayatta hala mutlu sonlar var…



Mayıs 2010
İstanbul