17 Nisan 2009 Cuma

Fatsa-Bakırköy

Fatsa’dan kurtulmak için gün saydığım günlerin birinde, İstanbul’da görevlendirildiğim yazısını aldım. Beklentilerim doğuda, başka bir küçük ilçede görevlendirileceğim yönündeydi. Bu duruma çok sevindim.

Pazar gecesi Ankara’dan çıkıp Varan Turizm’in molasız aracıyla vardım İstanbul’a. Ataköy’de ayırtılmış yerime yerleştim.

Salonda bira şişeleri ve içi izmarit dolu bir küllük karşıladı beni. Ev arkadaşlarım uykudaydı. Onları uyandırmadan odama girdim.

Oda dediğim yer, penceresi apartman boşluğuna bakan, karanlık bir hücre. Bir yatak var, yanında orta büyüklükte bir dolap… İçeriye iki kişi sığmaz, öyle bir miktar da boş alan. Umursamıyorum. Çok daha kötüsünü gördüm. Başımı yastığa koyar koymaz da uyuyorum.

Uyanıp Maslak’a, Genel Müdürlük binasına geçiyorum. Abimle bir günlüğüne de olsa aynı binada çalışacağız.

Üstad oldukça karizmatik, uzun boylu ve yakışıklı. Korgan’daki kötü Müfettiş Odası’nın aksine, oldukça rahat bir odadayız. Bir ara abimi ziyarete gidiyor, üstadla öğle yemeği yiyorum. Akşam da başka bir şubeye kasa sayımına gidiyoruz ve saat 22.30’a kadar da bitiremiyoruz. Bu sayım sadece pratik edinmemiz için, asıl sayım ertesi gün gerçekleşecek.

Lojmana on bir gibi geliyoruz, Ataköy’de o saatte aç kalıyoruz. Ev arkadaşlarım da sigara ve içki yüzünden kavga ediyorlar. Soğukkanlılığımı gösteriyor, ortamı sakinleştiriyorum. Ertesi sabah ben uyurken barıştıklarına şahit oluyorum.

Salı günü, kasa sayımı öncesi boşuz. (bkz: hoca yok, ders boş). Bakırköy’e gidiyorum. Etrafı dolaşıyorum. Akşam kasasını sayacağımız şubeye de bakıyorum. Birkaç personel dışarıda sigara içiyor, varlığımdan habersiz. Yüzümü fazla göstermiyorum, dükkanları, müzik evlerini geziyorum. İşe yarar bir şey yok, tünele gideceğim ama zaman müsait değil. Uykusuz alıp, bir çay bahçesinde çok sevdiğim Fırat’ı okuyorum. Şapşal çocuğa gülümsüyorum.

Kasa sayımı gergin geçiyor. Aslında bu gerginliği yaratan da benim. Yüzüm hiç gülmüyor, her daim sert bakıyorum. Genç bir müfettiş olmak zor, etrafımda trilyonlar kazanan bir İstanbul Şubesi’nin personeli var. Varlığımız bazılarını rahatsız ediyor.

Sayım sonrası lojmana geri dönüyorum. Ev arkadaşlarımla biraz sohbet edip yatıyorum.

Hani ilk gördüğünüz an “işte bu aradığım şey. Onsuz olamam, yaşayamam. Elleri ellerimde ne kadar da güzel durdu, kucağıma kim bilir nasıl da yakışacak” dediğiniz gitarlar olur ya. İşte öyle bir gitar buluyorum. 4.000 TL diyor adam. İkinci eli bu üstelik. Moralim ciddi ciddi bozuluyor. Asla sahip olmayacağım şeylere heveslenmekten, rahatlıkla başarabileceğim şeyler konusunda özgüvensiz kalmaktan ve ikisinin arasındaki farkı anlayamamaktan nefret ettiğim gerçeği vuruyor yüzüme. Başka bir dükkanda daha ucuza bir gitar bulsam da, o saatten sonra gözüme hiçbirisi güzel gözükmüyor.

Devre arkadaşlarımla buluşuyoruz, Beyoğlu’nda bir yere oturup sohbet ediyoruz. Zaman o kadar keyifli geçiyor ki, bir süre sonra içimde kendini “bu kadar eğlenebildiğime göre, kesin bir şeyler ters gidiyor” hissiyatıyla belli eden bir hüzün beliriyor. Taksim’den minibüse binip Ataköy’e dönüyorum. Ev arkadaşlarıma gitarı alamadığım için ne kadar üzüldüğümü anlatıyorum.

İnternette yaptığım araştırmalar, birkaç eş-dost tavsiyesi sonucu Ashton marka bir akustik almanın uygun olacağı kanısına varıyorum. Züğürt tesellisidir bu belki de, kim bilir…