12 Nisan 2009 Pazar

Ufukcan'ın Anısına

Altı sene kadar öncesi. Üniversiteye yeni başlamışım. Hayat yeni yeni sorumluluklar yüklemiş omzuma ama hala eve geldiğimde, apartmana girmeden önce, çocukluğumda top koşturduğum arka bahçeden gelen çocuk seslerini duyunca "kimler var?" diye göz atmadan geçmiyor, ve eğer on üç yaşından büyük kimsenin bulunmadığı ortamda Halilcan ve/veya Ufukcan varsa, maça boyuma posuma bakmadan, köşesinden katılıyorum. Maçta da derdim kalbimi fethetmiş bu iki afacana bir şekilde gol attırmak. Gol atınca dünyalar onların oluyor, koşup çakıyorlar, gülüşüyorlar, yüzlerinde o mutluluğu görüyorum.

Ufukcan dokuz yaşındaydı. Bir gün annesine "Işığa bakamıyorum" demeye başlamış. Televizyon izleyemiyor, bilgisayara bakamıyormuş. Birkaç hafta gidip geldiği doktorlar hastalığı teşhis edememişler. En son bir kulak-burun-boğaz uzmanı beyninde bir tümör olduğunu tespit etmiş. Teşhisin ertesi günü de ufaklık hasteneye kaldırıldı.

Hastanede ameliyatı bekleyen dokuz yaşında bir çocuğu ziyaret etmek, ona dünyanın hala toz pembe olduğunu göstermeye çalışmak, içler acısı halini gördükçe gülümsemek zorunda olmak ne demek bilir misiniz? Ben biliyorum.

Gelen herkes oyuncaklar almış. Bir tanesi bir denizaltı getirmiş, bir düğmeye basınca plastikten bir füze fırlatıyor. Ufukcan ise o kadar yorgun ve başı dönmüş şekilde yatıyor ki, gözleriyle o füzenin yatağın üzerinden diğer yatağa gidişini takip edemiyor. "Çok yormayalım seni" diyor sonra oyuncağı getiren, belki de öyle bir oyuncak getirdiği için mahcup da oluyor. "Aslan oğlum" diyor babası, "ne güzel oyuncaklar getirmişler" diyor annesi. Ufukcan da başına geleni anlamıyor, zaman zaman gülümsüyor, zaman zaman da kafasının içindeki lanetin etkisiyle gözleri kısılıyor, boynu düşüyor.

Ertesi gün ameliyat oluyor Ufukcan, minicik kafasının içinden çıkartıyorlar tümörü. Kötü huylu çıkıyor tümör ve ameliyatın ardından kemoterapiye başlıyorlar.

Benimle yaşıt bir abisi vardı, adı Kiper'di. Bir gün Ufukcan bize bilgisayar oynamaya geldiğinde futbol oyunundaki "goal keeper"ı görüp "Keeper yazıyor ya, benim abimin adı o" demişti. Abisini çok seviyordu, abisi de onu. Doktorların kendisine Ufukcan'ın "belki de iyileşemeyebileceğini" söyledikleri gün yıkılmıştı. İki kişi kolundan tutarak çıkarmışlardı odasına, eminim ki aldığı sakinleştiricilerle de saatlerce deliksiz uyumuştu. Babasının saçları bembeyaz kalmıştı, annesi birkaç ay içinde on yıl yaşlanmıştı.

Kimseyi üzmek istemezdi Ufukcan oysa ki. Küçücük bir kalbi vardı. "Okula ne zaman gideceğim?" diyordu en fazla. Kemoterapilere göğüs geriyor, yorgun düşse de annesinin "az kaldı oğluşum" sözleriyle tutunuyordu hayata.

Birkaç ay sonra çıktı hastaneden ama durumu iyi değildi. Ona meyve suyu alıp ziyaretine gitmiştim. Yataktan hiç çıkmamıştı. Hasta bir çocukla ne konuşulur ki? Çok sevdiği Galatasaray'dan, yeni gelen oyuncaklardan bahsetti. Yeni arabalarını işaret etti, elime aldım "çok güzelmiş. Sen biraz iyileş oynarız" dedim. "Şimdi oynayalım mı?" dedi. Bir tanesini verdim, yatağın üzerinde sürdü biraz.

Ufukcan'ın saçları ve kaşları dökülmüştü. Ona çok "kıyak" bir şapka almışlardı, başından hiç çıkarmıyordu. Bir akşam Halilcan'la bize bilgisayar oynamaya geldiğinde de şapkasını hiç çıkarmamış, uzak kaldığı çocukluğunu bir parça da olsa yaşamaya çalışmıştı.

Bir süre sonra okula da gitmeye başladı. Okul onun için sadece arkadaşlarını görmek için gittiği bir etkinlikti. Yine de çok mutluydu. Sabah arkadaşlarıyla sıraya giriyor, yanındaki arkadaşının elini tutup okuldan içeri giriyor, sınıfına gidiyordu.

Okula gitmeye başlayalı birkaç hafta olmuştu ki yine güçten düştü ve yatağa düştü. Eriyip gitmiş, zaten zayıf olan çocuk, bir deri bir kemikten ibaret kalmıştı. Ümit kesilmişti artık, beklemek gerekiyordu.

Ufukcan 2002 senesinin Kasım ayında vefat etti. Küçücük bir kefene sarılıp toprağa verildi. Annesi "toprağın altında üşümeyecek mi benim çocuğum?" diye ilk kez o gün ağladı. Pek çoğumuz bu kadar küçük bir çocuğun ölümüne ilk kez o gün şahit olduk. Ben hayatımda ölüme en çok o gün lanet ettim.

Ölümünün ardından ailesi mahalleden taşındı. Onlara her gün oğullarını , yaşadıkları acıları, o zor günleri hatırlatmayacak başka bir eve yerleştiler. Eski komşularının çoğuyla -biz de dahil- hiç görüşmediler. Belki evdeki eski eşyaları, masaları, lambaları değiştirdiler. Ama biliyorum ki, yine de her gün akıllarına hiç olmadık anlarda düşüyor.

O günün üzerinden yıllar geçti. O sevimli afacanı hatırladığımda aklıma en çok bir anı geliyor.

Arka bahçemizde top oynuyoruz. Kalede Halilcan var, topu tutuyor, oyuna sokacak. Ama başını yana çeviriyor, oradan gelen birini görmüş olacak ki topu saklıyor. Oynamıyormuş gibi bekliyor. "Ne oldu?" diyorum, cevap vermiyor. Halilcan'da o tedirginliği yaratan adam giriyor bahçeye sonra, "oynamayın demedim mi ben?" türünden bir laf ediyor. Ben "neden oynamasınlar" diyorum. Adam, apartmanda görse selam vermeyen alt komşumuz. Beni çocukların arasında görünce şaşırıyor. "Arabaya geliyor top, hasar veriyor" diyor. Ben topu gösterip "plastik top mu zarar veriyor?" diye karşılık veriyorum. "İçi toz oluyor arabanın" diyor sonra. "Camlarınızı açık mı bıkarıyorsunuz?" diyerek üsteliyorum. Sonra da "Hem benim çocukluğum da bu apartmanda geçti. Biz hep burada top oynadık, kimse rahatsız olmadı sizin gibi. Hem çocuklar gidip başka yerde mi oynasınlar, uzaktaki parka mı gitsinler, yoksa ön tarafta yolun kenarında mı oynasınlar?" diye de hırçınlaşıyorum. "Siz hangi dairede oturuyorsunuz?" diyor adam bozularak. "8 numaradayım" diyorum. Tabirin hakkını verircesine "götün götün" uzaklaşıyor adam bahçeden. Bütün çocuklar "aslansın Çağrı Abi" diyerek sevinç çığlıkları atıyorlar.

Ufukcan da aralarında. Sevinçten gözleri ışıl ışıl parlıyor...