19 Haziran 2012 Salı

Hafif Hasarlı Bir Kaza, Ağır Hasarlı Bir Ruh


Koltuk çok rahat ama batıyor. 10 yıldır bu oturduğum beşinci koltuk böyle. Beşinci uzman... Dört hayalkırıklığı ve şimdi karşımda belki de başka şekilde ama mutlaka yüzleşmem gereken aynı gerçekler.

Bir süre gitmek istemiyorum oradan. İçimden hiçbir şey gelmiyor. Onlarca soru, onlarca arayış... Kafa karışıklığı, ümitsizlik...

Arabamı bulup direksiyonun başına geçiyorum. Nişantaşı'nda trafik ışıklarında bekliyorum. Sola kırıyorum sonra. Bir şiddet savuruyor beni. Arkamda bir çimento kamyonu fırlatıp atıyor arabayı kenara. Sakinimdir ben. Sesimi yükselttiğim de nadirdir. Yine aynı sükunetle kontağı kapatıp iniyorum aşağıya.

Kamyoncu inmiyor koltuğundan. O kadar yüksek bir kamyon ki, adamı seçemiyorum bile içinde. Görünce fark ediyorum ki öylece oturuyor. Bunu bir umarsızlık olarak yorumluyorum önce. Eliyle solu gösterip "niye kırıyorsun" diyor. "Sen de haklısın" diyorum. "Canımız sağ olsun."

İnmemekte kararlı. "Tutanak tutalım" diyorum. "Varsa tut, yok bende tutanak" diyor. "Buluruz bir tutanak" diyorum. Yine de aşağı adımını atmıyor. "Polis mi çağıralım?" diyorum. İniyor bunun üzerine. Umarsızlık yerini hafif bir öfkeye bırakıyor adamda.

İnince fark ediyorum ki kısa boylu, ellili yaşlarının başlarında bir amca. Sanki dört çocuğu var, karısı ev hanımı. Bağcılar'da, belki Alibeyköy'de oturuyor, bilmiyorum.

"Şu ileriye dökeceğim çimentoyu" diyor bana. "Orada tutarız tutanağı..." O kadar isteksiz ki tutanak konusunda, ısrar etme isteğimi dahi öldürüyor. "Peki" diyorum. "Orada tutalım..."

Nişantaşı'nın dar sokaklarına giriyor, ara sokakların birindeki inşaatın önünde duruyor. Ancak sokak o kadar dar ki, bizim amcanınkinden başka üç çimento kamyonunu daha nasıl almış merak ediyorum. Ben de yokluktan kaldırımın üstüne çıkıyorum. Deli bir rüzgar, akıl almaz bir gürültü var. Amca kamyonuyla yanaşmaya, çimentosunu dökmeye çalışıyor, ben de sinirden ellerim titrerken rüzgar altında uçuşan tutanağı doldurmaya.

Kamyonuna yanaşıp "tutanak tutacağız, gelsene" diyorum. Korktuğu şey yinelenen insan tepkileri veriyor, kaçma isteği içinde ama bir yandan da orada duruyor öyle. "Benim hasarım yok, hatalı da sensin. Yaptırsan hasarını?" diyor. "Yahu tutanak olursa yaptırıp kaskodan alacağım" diyorum. "İyi, peki, tamam!" diyor. Ehliyetini veriyor. "Tutanak olursa ehliyetimden düşecek ama..." diyor.

Sinirleniyorum. Aslında bu kadar sinirleneceğimi kontağı ilk kapatışımda beklemiyordum. Ama bildiğin öfkeleniyorum. "İyi tamam tutanak falan tutmayalım, ama hakkımı da helal etmiyorum" diyorum. Arabaya binip kapıyı çekiyorum. Arkamdan yetişip "niye helal etmiyorsun? İstiyorsan tut tutanağı. Ama ben ekmeğimi ehliyetimden kazanıyorum" diyor.

Bir adama bakıyorum, bir çevremize bakıyorum. Nişantaşı'ndayız. İnsanların iç çamaşırından az hallice kıyafetlerle gezme özgürlüğüne sahip oldukları, kızların aşırı makyajlı, süslü, bin dolarlık çantalı, erkeklerin seçkin iş adamı, patron oldukları bir yer burası... Adamın o kamyondan inmeyişinin sadece bir umarsızlıktan kaynaklanmadığını, belki de hayatında ilk kez karşılaştığı insan manzaraları arasında boya lekeli tişörtüyle, kavruk teniyle o sosyokültürel çevreye inmek istemediğini, en ilkel insancıl güdüyle utandığını hissediyorum. Çarptığı arabadan inen adam, ben, takım elbiseli, kravatlı... Belki benden bile korktu. Patronundan, ehliyetinden düşülecek puandan öte, güçsüzlüğünden korktu, kim bilir.

"Helal olsun hakkım" diyorum. "Sen de helal et de gidelim..."