12 Temmuz 2007 Perşembe

Perdeler

Bugün size daha önce hiç kimseye anlatmadığım bir sırrımı anlatacağım. Birkaç yıl önce, bir dönem odama davetsiz misafirler geldi ve gittiler. Hepsinin yüzünde, adını hiçbir canlının tam olarak koyamayacağı aynı soğukluk vardı. Gözlerinin altları haddinden fazla mavi, geniş alınları buruşuktu ve istisnasız hepsinin yanakları dokunduğunuzda parmaklarınızı uyuşturabilecek kadar soğuk olurdu.

Aslında böyle şeylere eskiden beri inanmazdım. Ta ki birkaç yıl öncesinde, Sir William Buckett'ın hayalini gördüğümü düşündüğüm geceye kadar... On beşinci yüzyılda Londra'da bir malikânenin sahibiymiş. Göz alıcı bir bahçe, her biri ayrı bir işe koşan sayısız hizmetliler, içinde rahatlıkla kaybolabileceğiniz bir bina ve etrafında, her biri kadını olabilmek için çırpınan İngiliz hanımefendileri... Bir gece yarısı, bütün bu olan bitenden sıkılıp çatı katındaki odasında arsenik içerek intihar etmiş.

Kendisine çay ikram ettim, gülümsedi. Teşekkür ederek, artık fani şeylerin tadını alamadığından bahsetti. O günlerde reddettiği kadınlardan birini bulsa dudaklarından öpmek istermiş...

Ertesi gece ve ondan sonrakinde de hep Sir Buckett'ın gelmesini bekledim. Tıpkı ziyaretime geldiği gece gibi, açık penceremden içeri süzülmesini ve kendisiyle uyuyana kadar malikânesinden, Ortaçağ İngilteresi'nden falan konuşmak istedim. Uykuya karşı koyamadığımı gördüğü anda, yine penceremden karanlığa süzülmesi gerektiği bilebilecek kadar beyefendi biri olsa da, ziyaretime bir daha gelmedi...

Artık dönmesinden ümidimi kestiğim bir gece, müzik dinliyordum. Bilgisayarımın ekranının ışığı giderek keskinleşti ve bakmaya tahammül edemediğim anda da, bir ışık hüzmesi ile odama başka bir davetsiz misafir geldi. Kendisini Edgar Stamlitz olarak tanıtan bu adam, söylediğine göre Avusturya'nın değerini bilmediği bir bilim adamı olarak yaşamış. Her ne kadar somut olarak ortaya bir şeyler koyamamış olsa da, enerji, astoronomi ve fizik kuralları hakkında teoriler üretmeye çalışmış. Söylediğine göre çevresinde kendisini anlayan, söylediklerini ciddiye alan kimseler olmamış. Büyük bir yalnızlık içinde geçirdiği hayatını, trajik bir kaza sonunda kaybetmiş. Bir gece, evinin merdivenlerinden inerken tansiyonu düşmüş ve aşağı yuvarlanmış. Cansız bedenini ancak üç gün sonra, temizliğe gelen kadın bulmuş. Ölümüne de en çok o kadın üzülmüş.

İşin ilginç yanı tüm bunları bana anlatırken gülümsemesini sürdürdü. Benim yüreğim ise hakkında hiçbir şey bilmediğim bu adamın anlattıkları karşısında yufkalaşmıştı. "Yaşadıklarınız için çok üzgünüm" diyebildim. Buz gibi parmaklarını omzuma dokundurdu ve artık üzülmenin bir anlamı olmadığını söyledi. Üzülmek, sevinmek gibi şeyleri hissetmiyormuş artık. Yine de bir yerlere heykelini dikmiş olsalar, mutlaka gidip karşısında oturmak ve akşam esintisi altında onu izlemek istermiş.

Edgar'ın ziyaretime bir daha gelmeyeceğinden emindim. Çünkü ayrılmadan önce bunu kendisi bizzat söylemişti ve geçirdiğimiz kısa zamanda onu tanıyabildiysem sözüne güvenilir bir insandı.

O geceden sonraki merakım, bir sonraki ziyaretçimin kim olacağı oldu. Geceleri geç saate kadar uyumuyor, sürekli penceremi ve bilgisayarımı açık tutuyordum. Ancak yeni ziyaretçim onu beklediğim süre içinde ziyaretime gelmedi.

Uykuya dalmak üzere olduğum bir gece, dolabımda gürültüler duydum ve bütün normal insanlar gibi ilk önce içimde büyük bir korku hissettim. Eğer Sir Buckett'ı ve Edgar'ı tanımamış olsaydım, o kapağı sesler kesilene kadar da açmazdım. Üstelik sesler de içindeki şeyin büyük bir canavar ya da beni bir şekilde öldürmeye gelmiş bir katilmişçesine gelmiyordu. Nitekim kapağı açtığımda gördüğüm yüz, her ne kadar soğuk ve mavi de olsa, küçücük ellere sahip bir kız çocuğuna aitti.














Dışarı çıkınca bolca öksürmesini, havayı derin derin içine çekmesini bekliyordum. Oysa o, odama adımını atar atmaz kendisini tanıttı ve isminin kendisinin bile hiçbir zaman anlayamadığı ve artık anlamasına gerek kalmadığı şekillerle yazıldığını ve aslında "Sheng-Hui Kong" olarak telaffuz edildiğini söyledi. Dünyanın en kalabalık ülkesinde doğmuş, babasından bolca dayak yemiş, genelde evin en soğuk odasında uyutulmuş. Hep bir küçük kardeşi olmasını istemiş ama annesinden duyduğuna göre o dönemlerde, hükümdarları her ailenin sadece bir tek çocuğu olmasına izin veriyormuş. Kendisine neden kötü davranıldığını da, ancak geçirdiği sıtma hastalığı sonucu ihtiyaç duyduğu ilaçları temin etmeyen babasının kasıtlı ihmali sonucu can verdiğinde anlamış. Bugüne kadar defalarca gitmiş görmüş kendisinden sonra doğan erkek kardeşini. Onu pembe yanaklarından öpmeye de çalışmış ama dudakları, artık bir çocuğun yanaklarının tadını alamazmış.

Diğerlerinin aksine onun gitmesini hiç istemedim. Oysa uyku iyice sıkıştırmıştı ve neredeyse güneş doğacaktı. Kendisine belli etmedim ama tatlı Sheng ne kadar üzüldüğümü bile bile, hem Sir Buckett'ta, hem de Edgar'da gördüğüme benzer bir gülümsemeyle yeniden girdi dolaba. Ertesi sabah onu orada bulamadım.

Birkaç günümü Sheng için üzülerek geçirdim. Onu düşündükçe, insanların kendi kanlarından gelen birine karşı gösterdikleri acımasızlıklarını gördüm. Dünyanın en vahşi hayvanlarıydık belki de...

Eğer küçük Tale, birkaç gün daha erken gelmiş olsaydı, tahammül edemeyeceğim bir ruh hâline bürünebilir, belki de cinnet geçirebilirdim. Tahmin ediyorum ki, kendisi de bunu bildiği için, ancak Sheng için üzülmeyi bırakıp, kendimi hayatın akışına bıraktığımı gördükten sonra ziyaretime geldi.

Onu karşımda gördüğümde korkmadım diyemem. Oysa onun da yüzünde, önceki ziyaretçileriminkine benzer bir tebessüm vardı. Yine de bu ufaklık, damarlarımın tıkanmasına, soluksuz kalmama sebep oldu. Tamamen zararsız olduğunu anlamamın ardından bana kendisinden bahsetti. Çevresindeki herkesin koyu renkli olduğu bir yerde doğmuş, en büyük dertleri yemek bulmakmış. Devlet büyükleri savaş istiyorlarmış, ülkede yiyecekten çok silah görüyorlarmış. Bazen arkadaşlarıyla beraber, bazen de babasıyla yemek aramaya çıkıyormuş. Ama yemek diye bulup yedikleri şeylerin birinden zehirlenmiş, on gün dayanabilmiş. O öldü diye annesinden başka kimsecikler de üzülmemiş.

Yanaklarına dokunmama izin verdi. Önceden uyarmış olmasına rağmen bir çırpıda götürdüm parmaklarımı. Buz gibiydi, soğukluğu elimi acıttı. Daha da beteri o kadar zayıftı ki, neredeyse yüzüne, vücuduna bakmak gelmiyordu insanın içinden. Ona yemek getirmek istediğimi, dolabımda tatlı tatlı şekerler olduğunu söyledim. O da diğer misafirlerim gibi teklifimi reddetti. Artık bazı şeyler için çok geçti.

Tale için üzüntüm Sheng'e olan üzüntümden kısa sürdü. Galiba artık vahşetimize alışıyordum. Böyle gelmişti ya, sanki ben ne yaparsam yapayım böyle de gidecekti. Artık yeni bir ziyaretçimin olacağından da neredeyse emindim. Önemli olan, yeterince hazırlıksız olmamdı. Çünkü bu garip misafirler, ancak hazırlıksız olduğumu gördüğümde geliyorlardı.

Grace Millie Hamilton... Bütün ziyaretçilerim içinde aklımda en çok yer edeni. Gözlerinde ölmüş olduğuna imkân tanımayacağınız sıcacık bakışları, her bir tanesinde hayatın anlamını bir kez daha bulacağınız yumuşacık saçları, dokunmaya kıyamayacağınız güzel yanakları... Tıpkı öncekiler gibi donuk, soğuk da olsa bakmaya doyamayacağım güzelliği ile odama geldiğinde, artık kim gelirse gelsin etkilenmeyeceğimi düşünmeye başlamıştım bile. Oysa o, ismini söylerken, hayat dolu bakışlarını üzerime yöneltmişken kalbim ufalandı, parçalara ayrıldı. Sonra yeniden birleşti, bana bir şeyler anlatmak ister gibi çarptı.

Millie bekârdı, hep bekâr kalmıştı. Sadece bir kez âşık olmuştu ve hayatının son gününe kadar da aynı adamı sevmişti. Oysa aşkı onun kalbini kırmaktan öteye gitmemişti. Söylediğine göre zaten oldum olası dayanıksız bir kızdı. En ufak hastalığı bile günlerce onu yatağa mahkûm ederdi. Zavallı kalbi de, aşk acısına dayanamamış ve onu genç yaşında hasta etmişti. Günlerce yüksek ateşle yattığından, öksürdüğünde ağzından kan geldiğinden bahsetti. Ona dokunmak istedim. Ona sarılıp yaşadığı her şeyi unutturmak, her şeyin geçmişte kaldığına, kötü kaderin artık onun yakasını bıraktığına inandırmak istedim. Her hasta olduğunda iyi olması için canım pahasına uğraşacağımı, ona bir dert gelmesin diye yeri geldiğinde en ağır sıkıntıları çekmeye razı olduğumu, üzerine titreyeceğimi bilsin istedim. Onu hayatımın son gününe kadar kalbimde taşıyacağımı ve bir gün tıpkı kendisi gibi bir ölü olduğumda bile hiç bilmediğimiz insanların odalarında buluşabileceğimizi söyledim. Ama her şey için olduğu gibi, artık aşk için de çok geçti. Gördüğü bütün yüzler onun için artık aynıydı. Göğsümü delmek üzere olan kalbimi fark ediyordu ama onunki artık yerinde değildi.

Odamdan ayrılmadan önce üzerimi örttü. Uyumuyor olduğumu fark etmiş miydi, bilmiyorum. O gidene kadar beklediğimi ve gözyaşlarımı ancak o gittikten sonra akıttığımı hatırlıyorum.

O günden sonra başka ziyaretçim olmadı. Ben ise hâlâ yatağımda, odamın her köşesinde bir ses bekliyorum. Bir kez daha, hiç tanımadığım ama her seferinde benimsediğim yüzlerden birinin gelip aslında yıllar önce gördüklerimin sadece bir hayal olmadığını göstermelerini istiyorum. Her seferinde başka bir şey düşündürüp, artık iyice nasırlaşmaya başlamış, iyiden iyiye taşlaşmış, giderek gördüğüm ölülerinkine benzemiş kalbimi yumuşatsınlar ve bana yaşayan bir ölü olmadığımı, zihnimde, tam da algımın önünde, insanların düşündüğünün aksine bir perde olmadığını göstersinler istiyorum.