23 Temmuz 2009 Perşembe

Erzurum-Ardahan-Uzundere

Ardahan'a görev çıkmış. Bir pazar günü, bir sınavda salon başkanlığı... Haritadan bakıyorum Erzincan-Ardahan arası 450 km. Oldukça yorucu bir yol olacak.

Cumartesi sabahı Erzurum'a doğru hareket ediyoruz. Arabada Erzincan Şubesi'nin şoförü Serdar Bey ve güvenlik görevlisi Orhan Bey var. Bankadan, sınavdan, insanlardan, yakın zaman öncesine kadar çok uzağında hissettiğim şeylerden sohbet ediyoruz.

Yolda yapım çalışması var. Yolu gidiş-geliş çift şeritli bölünmüş yola çevirmek için uğraşıyorlar. Yol bir yerde iki şeride düşüyor ve karşıdan gelen aracı görüyoruz. Hemen arkasındaki başka bir araçsa bizim şeridimizden geliyor. Önce sollama yapıyor zannediyoruz ama arabayla aramızda birkaç metre kalınca anlıyoruz ki aslında sollama yapmıyor. Muhtemelen uyuyor ve saatte 100 km. hızla giden aracımıza doğru, daha da hızlı bir şekilde yaklaşıyor. Serdar Bey frene basıyor, kornaya basıyor. Adam hala üzerimize üzerimize geliyor. Aramızda belki 15, belki 20 km. kala adam uyanıyor ve ani bir hareketle şeridine geçiyor. Bacaklarım kasılmış, oturduğum koltukta hayatım gözlerimin önünden geçmiş. "Çocuklarımızı öksüz bırakacaktı" diyor Serdar Bey. Ben de o an can versem geride bırakacaklarımı düşünüp derin bir nefes alıyorum. "İnelim mi Müfettiş Bey, dövelim?" diyor Orhan Bey. Soğukkanlılığımı hala koruyorum, "Yok yok, ne dövmesi! Yolumuza gidelim."

Erzurum'da Volkan'la buluşuyoruz. Birbirimizi gördüğümüz için çok mutluyuz. Beraber yemek yedikten sonra Serdar Bey ve Orhan Bey Erzincan'a dönmek üzere yola çıkıyorlar. Biz de Volkan'la Çifte Minareli Medrese'ye, oradan Atatürk Üniversitesi'ne bowling oynamaya gidiyoruz.

Zaman çabuk geçiyor. Akşam otele dönüyorum; ama uyku tutmuyor.

Ertesi gün sekizde çıkıyoruz yola. Beni Erzurum Bölge'den Bülent Bey alıyor. Erzincan'a geldiğim gün de beni karşılayan oydu. Ağır aksak gidiyoruz. Yol çok iyi değil, özellikle Narman civarında kötüleşiyor. Ardahan il sınırından sonra da yeşillikler başlıyor.

Yolun kenarında kazlar görüyoruz. Bülent Bey yavaşlıyor. Ben fotoğraflarını çekmeye çalışırken kazlar yavrularıyla beraber kaçışıyorlar. Yolun karşı tarafındaki dereye, yüzmeye gidiyorlar.

Göle'de mola veriyoruz. Üstüne para verseler girip girmemekte tereddüt edeceğiniz bir umumi tuvalete giriyoruz.

Ardahan'a yaklaştıkça yemyeşil, daha önce hiç görmediğim enginlikte çayırlar başlıyor. En güzel zamanı belli ki...

Ardahan'ın içi ise o kadar güzel değil. Güneş var tepede, beton yığınlarına giriyoruz. Yediğim yemeği de sevmiyorum. Sanki gurbete geldim, Erzincan'daki otel odamı bile özlüyorum. Bir an önce sınav bitsin de dönelim diye bekliyorum.

Üniversitede bir hocamızın her sınav öncesi söylediği şeyi söylüyorum onlara. "Arkanızdan kimseye, o sınavı benim sayemde kazandı." dedirtmeyin.

Sınavdan kaçar gibi çıkıyorum. Bacaklarımda önceki günden kalma bir ağrı var. Bowling, uykusuzluk, sınavda salonun içinde sürekli yürümek yormuş, yıpratmış. Arabaya binince "sizi kaplıcaya götüreceğim şimdi Müfettiş Bey" diyor Bülent Bey. Ben de ona "Bülent Bey, yolumuz uzamayacaksa Uzundere'ye gidelim" diyorum. Yolou kestirmeye çalışıyor. Ona "Kaç kilometre uzar" diyorum. "10 kilometre kadar uzar Müfettiş Bey" diyor, ben de "gidelim o zaman" diyorum.

Dönüş yolu bitmek bilmiyor. Yolda bir inek sürüsüyle karşılaşıyoruz. Arabanın etrafını sarıyorlar. Sanki her an bir tanesi arabaya bir kafa atacak gibi. Bir ineği hiç bu kadar yakından görmemişim, gülümsüyorum.

Tortum Gölü'ne varıyoruz. Akşam saat yedi suları... İnip birkaç fotoğraf da orada çekiyorum. Suyun rengi açık yeşil... Buraya yıllar önce babamla geldiğimizi anımsıyorum. gölün kenarında çay içip halamın kocasıyla, eniştemle sohbet ettiğimizi... İçime bir duygusallık çöküyor.

Uzundere'ye vardığımızda hava kararmak üzere. Halamın oğlu karşılıyor beni. Dükkanları şubenin hemen yanında. Bir resim de orada çekiyorum.

Bülent Bey de geliyor halamın evine. Önce biraz çekiniyor ama ikna ediyorum. Bizi görünce büyük bir sevinç yaşıyor halam. Birkaç ay önce kaybettiğim amcamın eşi, yengem de orada. Bir bayram havası sanki...

Beraber yemek yiyoruz, sohbet ediyoruz. Yıllar önce ben gitar çalarken dizime başını koyup uyuduğu geliyor aklıma rahmetli dedemin.

Halam her zamanki gibi üzerine titreyerek bakıyor insanın. Mutluluğu o kadar belli ki...

Enişteyle sohbet ediyoruz. Bankadan, işimden, ailemden konuşuyoruz. "Ne iyi ettin de geldin!" diyor her seferinde...

Bülent Bey de orada olmaktan çok mutlu. Bir tabak karadutu tek başına yiyor, tabakta kalan suyu da dikiyor tepesine...

Ayrılık vakti gelince buruk bir his çöküyor yine. Saat 22.30, Erzurum'a varmamız gece yarısını bulacak. Vedalaşıyoruz... Ayrılırken kimseye "Hakkını helal et" diyemiyorum. Aklıma o sözü son söylediğim kişi olan amcamı son gördüğüm, yine böyle bir görevlendirme sırasında ziyaretine gittiğim geliyor.

Ayrılıyoruz. Bülent Bey yolda ne kadar iyi insanlar olduğunu söylüyor akrabalarımın. "Ama karadut da şahaneydi Müfettiş Bey" diyor. Erzurum'a yaklaştıkça bakıyorum yol aslında 10 kilometreden fazla uzamış. "Müfettiş Bey, ben 40-50 kilometre uzar deseydim, 'gidelim' demezdiniz." diyor Bülent Bey. Gülümsüyorum...

Babamla konuşuyorum. Sesinde bir mutluluk var onun da. Köyü, orada olmayı ne kadar çok sevdiğini biliyorum. İçimde beliren o buruk duygunun, o belli belirsiz sevincin de aslında babamın çocukluğunu geçirdiği o toprakları bir kez daha ziyaret etmiş olmaktan kaynaklandığını biliyorum.

Karadut da hakikaten şahaneydi...