6 Eylül 2008 Cumartesi

Okulu Bırakmak

öğrencilik hayatımda başıma gelen en kötü olaydır.

lisenin popüler tiplerindendim ben Okulun müzik grubunun kurucu üyesiydim. söz yazıyor, beste yapıyor, kızların gitar çalan erkeklere gönül vermesine bir de kızların kendilerine beste yapan erkeklere gönül vermesini eklemiş gidiyordum. neredeyse bütün hocalar tanıyordu beni, her türlü sorunumu gidip onlarla içtenlikle konuşabiliyordum. çok iyi bir arkadaş grubum vardı -ki kendileri hâlâ en iyi dostlarım kümesinin demibaşlarıdırlar, vs.

ama tabi o zaman internet yaygın değil, sözlüklerden haberimiz yok, yeni başlayanlar için üniversite başlığına hiç bakmamışız. içimizden diyoruz ki "oğlum daha lise böyleyse, üniversite kimbilir nasıldır?", "daha lisede gönül veren kızlar, üniversitede ders notu da verirler". hayal kuruyoruz tabi, gireriz üniversiteye, sağlam grup kurarız, şarkılar yazarız. derslerde hocalarla konular hakkında tartışmalara katılırız, araştırırız, öğreniriz. zaten bize hep öğretilegelmiş "üniversiteye bi' gir, hayatın kurtulacak" diye, biz de safız, inanmışız.

ama tabi bunların hiçbirisinin gerçek olmadığını daha ilk aydan anlıyoruz. okulun panosuna astığım müzisyen aranıyor ilanlarını hademeler "yassah hemşerim" diye söküyorlar, bir müzik topluluğu kuralım diyoruz, "gomünüs müsünüz len?" diyor rektör amca izin vermiyor. haliyle demoralize oluyor insan, motive olamıyor, egzajere ediyor durumunu.

karnesinde hiç 2'si olmamış biriyken, dersten kalmak nedir öğreniyorsun. hocalarına kağıdına bakıp yanlışlarını görmek için gittiğinde izin vermiyorlar, seni dersten bırakmayı marifet sayıyor bazıları. sanki dersten bıraktıkları kişi sayısıyla övünüyorlar. (yaz okulunda para kıran hocalar) öfkeleniyorsun.

lisedeki dostlukların onda birini bulamıyorsun. sınav dönemi "abi bize muhasebe anlatır mısın?" diye dibinden ayrılmayan tiplerin, tatil boyunca aramadıklarına, yolda karşılaştığınızda seni tanımadıklarına şahit oluyorsun. sen derste not tutmaya çalışırken, üniversitenin kantininde kız kesmekte olan içiboşların, senden notlarını fotokopi için istediklerinde onlara ders notlarını güleryüzle verdiğine ama karşılığında sınavda çıkacak soruyu biliyor olsalar da sana söylemediklerine şahit oluyorsun. her şeyin çıkar ilişkisine döndüğünü görüyorsun. üzülüyorsun.

bir de üstüne ailevi sorunlar ekleniyor, iyice aptala dönüyorsun. ailen bölünüyor, baban bambaşka bir 3. dünya ülkesine göreve gidiyor 3-4 yıllığına. hepten desteksiz kalıyorsun. ayakta durmakta zorlanır hâle geliyorsun. [ayrıntılı bilgi için: (bkz: baba]

hayatının üzerinde kontrolünün olmadığını hissediyorsun gitgide. "allah'ım nereden düştüm buraya" diyorsun her sabah ebesinin şeyindeki okula giden o sıkış tıkış serviste cama yapışmışken.

yine de gidiyorsun tabi okula, bu sebeplerle bırakılır mı okul?

sonra bir sabah -hoca yoklama aldığından gitmek zorunda kaldığın- 9.15'teki ders için sabahın 7'sinde kalkıyorsun. yine de okula 9'u biraz geçe ancak varıyorsun. sınıf tıka basa dolu, en arkada yer buluyorsun. hoca geliyor, ders başlıyor. sınıfta hep bir uğultu var, kimse dersi dinlemek derdinde değil zaten. hoca da okulun dinazorlarından, sesini kendi bile zor duyuyor.

bu ortamda tabi siz de sohbete giriyorsunuz yanınızdakiyle. tek başınıza götüremediğinizden, psikolojik desteğe ihtiyaç duyduğunuzdan bahsediyorsunuz ona. ama gelin görün ki, hocada ses yok, fizik yok, radar gibi kulak var, göz var. sizi görüyor, geliyor yanınıza. arkadaşınıza "marjinal tüketim eğilimi nedir?" diye soruyor. arkadaş cevap veremiyor tabi. bana sorsa söyleyeceğim, olay büyümeyecek ama bana tutup "niye konuşuyorsunuz" diyor. ben de sınıfın kalabalığından; sesini duyamadığımız için derse konsantre olamadığımızdan bahsetmeye çalışıyorum. "öne otursaydın ya" diyor. ben de ön sıraların kapılmış olduğundan, geç kaldığımız için arka sırada yer bulduğumuzdan bahsediyorum. "erken gelseydin" diyor. tabi kendisi ne anlasın öğrencinin halinden, araba volvo s40'tı adamın, ben kalkmışım 7'de geç kalmışım, adam kalkmış 8.00'de, 9'da internetten gazetesini okuyup çayını içer oluyor okulda. sonra bana "sersem" diyor, "serseriliğin lüzumu yok" diyor. adam koskoca prof. yanlış duyuyorumdur diyorum. "hiç sevmem bu tarz hareketleri" diye giriş yapıp "eşek herifler" diye de perçinliyor. ben artık onun seviyesini inmeyip susuyorum ama nasıl da canım acıyor, gururum kırılıyor.

sonra kürsüye geçip yoklama kağıdını alıyor eline bu adam. tek tek kontrol ediyor arada kaçan olmuş mu diye. o kadar lafı yeyip üstüne bir de yoklamada "burda" diyorum, gururumu iyice çiğniyorum. halbuki çarp kapıyı çık oysaki, zaten 20 dakikaya kalmayacak okulu bırakacaksın, değil mi?

ders bitiyor, ben çıkıyorum bunun odasına. diyorum ki "içimi dökeyim artık şu adama." haksız değilim kendi nazarımda. bir sürü sıkıntım var. diyorum ki "belki dinler yahu, belki o yanımda olmayan babamın şefkâtini gösterir, sırtımı sıvazlar, azıcık da olsa pişman olur yaptığından" ama o kapıyı çalıp giremiyorum işte. o kadar güvenim bile kalmamış adama. sersem dedi, eşek dedi, nasıl gireyim! ben de çıkıyorum okuldan, gidip öss dershanelerinin birine kaydımı yaptırıyorum o hızla. ellerim titriyor ama yaşadığım şoktan, bolca yutkunuyorum, boğazımda yumruk olmuş o diyemediklerim adama.

o dönemde tedavi görüp yığınla ilaç içmeye başlıyorum. küçük emrah gibi beyaz çorabımı ayağıma çekip, elime bir beyzbol sopası alıp "vurmayııııın!" diye bağırarak caddelerdeki araçların, dükkânların camlarını indirmek istiyorum. gece başımı yastığa koyduğumda o güne dönüp o adama diyemediklerimi, bazen çok anlayışlı bir şekilde izah eder tonda; bazen kızmış bir ruh haliyle küfür eder tonda; bazen de vicdan azabı çektirmek için duygusal tonda anlatıyorum ona, konuşuyorum. zihinsel geviş getiriyorum adeta. [ara sıcaklar için: (bkz: depresyon)]

haliyle öss de olmuyor, ikinci öğretim alakasız bir bölüm tutmuş. gitsem mi diye, daha hala düşünüyorum. sonunda vazgeçip okula geri dönüyorum. adam sanki inadıma iki aya kalmıyor bölüm başkanı oluyor. ertesi sene dekan oluyor.

ve ancak tamamen iyileştikten sonra öğreniyorum ki, bu adamın çok klasik bir numarasıymış. her sene sınıfta otorite kurmak için bir kurban seçer, gider ona kin kusar, söver sayarmış da bir daha çıt çıkmazmış sınıftan.

6 sene sonunda diplomamı bu adamın elinden aldım mezuniyetimde. önünden geçen yüzlerce öğrenciden sadece biriydim. yüzünde hepimize karşı aynı soğuk bakış, aynı yapay tebessüm vardı. o an anladım ki; o gün dersten sonra gidip bir dershaneye kayıt olmak yerine bir trenin altına atlamak isteseydim, eminim ki ne beni ne ismimi ne yüzümü hatırlayacak, ne de vicdanı azıcık sızlayacaktı.