25 Nisan 2012 Çarşamba

Helena

Helena, Eric’le tanıştığında henüz 15 yaşındaydı. Eric uzun boylu, güzel yüzlü bir erkekti ve Helena’nın küçük kalbi, onu gördüğünde hızlı hızlı atmaya başlamıştı. “Saçlarının sarısı ne kadar güzel!” demişti Eric ona. Helena gülümsemesine engel olamamış, boynunu hafifçe öne eğmiş ve tatlı tatlı susmuştu. Eric kızın çenesini hafifçe kaldırıp dudaklarına minicik bir öpücük kondurmuştu.

Helena kasaba öğretmeninin kızı, Eric kasabaya yeni gelen doktorun oğluydu. Helena, Eric’ten beş yaş küçüktü; Eric, Helena’ya göre biraz daha kumral… Kısa süre içinde zaman zaman kasabanın uzağındaki göletin kenarında, zaman zaman içinden tatlı bir meltem esen ağaçlıkların arasında buluşur oldular. Gözlerden uzakta, hayatlarının en güzel yıllarını geçirdiklerinden habersiz, kimselere hissettirmemeye çalışarak yaşarlardı aşklarını. Ancak kasabada herkes onların aralarındaki şeyin ne olduğunu bilir, onlara belli etmezlerdi.

Helena’nın hayatında tanıdığı tek erkek babasıydı. Okulda yorgun düşen, akşam olduğunda eve gelip zamanının çoğunu bir şeyler okuyarak veya uyuklayarak geçiren adam eğlenmeyi bilmezdi. Annesiyle beraber ona defalarca kez ısrar etmiş olmasına rağmen, adam onları hiçbir zaman bir tiyatroya veya kasabadakilerin birinin evinde düzenlenen herhangi bir baloya götürmemişti. Babasına göre bu tür etkinlikler insana sadece yorgunluk verirdi. Eric ise babasının aksine eğlenmeyi bilen biriydi ve arkadaş çevresi de oldukça genişti. Onu zaman zaman şehre götürüyor, hiç tatmadığı yemeklerden yemesini, tanımadığı insanlarla tanışmasını sağlıyordu. Zaman zaman bir mimarla karşılıklı kahve içiyorlar, zaman zaman da yabancı ülkelerin birinden gelmiş bir tüccardan asla gidip göremeyecekleri yerlerin hikayelerini dinliyorlardı.

Eric, Helena’ya evlenme teklif ettiğinde tanışmalarının beşinci yıldönümüydü. Helena aslında bu teklifi uzun zamandır bekliyordu, ancak duyduğunda yine de fazlasıyla şaşırmıştı. Eric’in boynuna sarılmış ve milyonlarca kez evet demişti. Bu haberi babasına vermek için eve koşmuş, kasabada tanıdığı herkesi düğününe davet etmişti. Düğününü en ince ayrıntısına kadar düşünmüş, imkanları ölçüsünde yapılabilecek en güzel düğünü yapmak için ailece uğraşmışlardı. Gelinliğini annesi dikmişti, ayakkabılarını şehirdeki bir dükkandan almışlardı. Sade ama içlerine sinen bir düğünle hayatlarını birleştirmişlerdi.

Helena, Eric’e hamile olduğunu öğrendiğini söylediğinde henüz dört aylık evli bir çifttiler. Eric önce duyduklarına inanamamış, ardından Helena’nın önünde diz çökmüş ve başını kadının karnına yaslayarak ona kendisini Dünya’nın en mutlu erkeği yaptığını söylemişti. Aslında Eric, o gün aynı sözü başka bir kadına daha söylemişti. Kadın kızıl saçlı, esmerdi ve Eric ona bu sözleri söylemeden önce Eric’e hayatının en güzel sevişmelerinden birini tattırmıştı.

Oğulları, dokuz aylık sıkıntılı bir hamilelik sürecinin sonunda doğmuştu. Adını Peter koymuşlardı. Peter, Eric’in en sevdiği roman kahramanının adıydı ve oğluna bu ismi koymak istiyordu. Helena da kocasının bu isteğine karşı çıkmamış ve çocuk, Helena’ya her hatırladığında kocasına dair bir şeyler hatırlatacak olan Peter adını almıştı.

Babası gibi kumral bir çocuk olan Peter’ın doğumu, Eric üzerinde tarifi mümkün olmayan bir bunalım yaratmıştı. Sürekli ağlayan bir çocuk, ilgi ve destek bekleyen bir eş, Eric’in tahammül edebileceğinden fazlaydı. Zaman zaman işini bahane ederek evden kaçan adam, soluğu şehrin büyülü yaşantısında alıyor, çoğunun adını ertesi gün hatırlamayacağı kadınlarla, gençliğinin son demlerini tüketiyordu.

“Esmer bir kadınla görmüşler” demişti bir keresinde komşusu. Bir diğeri “Saçları kıpkızıl bir kadındı”… Akşamları yalnız geçiriyor olması, çocuğunu çoğu kez tek başına büyüttüğünü hissediyor olması bir kenara, başka kadınların olduğu gerçeği Helena’yı yıkmıştı. Birkaç gün kocasının tavırlarını izlemiş, bir keresinde de peşine bir çocuk takmıştı. Komşuları yanılmıyordu, kocasının hayatında başka kadınlar vardı.

Bir akşam adama her şeyi bildiğini anlatmış, hıçkıra hıçkıra ağlamıştı. Kocası ise onun gönlünü alacak türden şeyler söyleyemese de yaşadıklarını inkar etmeye çalışmıştı. Helena ertesi gün, çocuğunu da alarak evi terk etmişti. Uzak bir şehirde yaşayan teyzesinin yanına yerleşmiş, bir süreliğine de olsa yaşadığı travmalardan kaçmaya çalışmıştı. Eric, Helena’nın gittiğini öğrendiğinde hiçbir şey yapmamış, kadına istediği yalnızlığı fazlasıyla vermişti. Bir süre eşinden bir özür, en azından onu hala umursadığını gösteren bir hareket bekleyen Helena, sonunda ilişkilerinin bittiğine ikna olmuştu.

Uzunca bir süre kendisini toparlamaya çalıştı. Peter’ın ilgiye muhtaç oluşu, acısını bastırmasına yardımcı oluyordu. Gününün çoğunu, çocuğu için bir şeyler yapmaya çalışmakla geçiren kadın, günün sonunda yorgun düşüyor, Peter’ı uyutmaya çalışırken onunla beraber uykuya dalıyordu. Olan bitene fazlaca kafa yormuyor, hayatı olduğu gibi kabullenmeye, yaşadığı bu yas sürecinin biteceği güne kavuşmaya çalışıyordu.

Aynanın karşısına geçtiğinde kendisini bazen güzel, bazen de oldukça çirkin buluyordu. Oysa yaşadığı şehrin bekar erkeklerinin gözünde Helena ulaşılmaz bir yıldız gibiydi. Sarı saçları rüzgarda savruluyor, iri, güzel gözleri özellikle oğlu Peter’a bakarken ışıldıyordu. Helena kendisine yönelen bu ilgiden habersiz, hayatını tek başına sürdürüyordu.

“İsterseniz yüklerinize yardım edeyim” demişti bir keresinde bir adam. Temiz yüzlü birisine benziyordu. Kucağında uyuklamakta olan Peter olmasaydı, o adama paketleri vermek istemezdi aslında, ama bu yardımsever genci geri çevirmedi. Eve geldiklerinde de, ona teyzesiyle beraber yaptıkları lahana çorbasından ikram etti. Gencin adı Adam’dı. Onu daha birkaç kez marangoz atölyesinde görmüştü; ancak çocuk anlattığı kadarıyla marangoz değil, bir ressamdı. Adam’la arkadaşlıkları böylece başlamış oldu.

Onunla birkaç kez dışarı çıktı. Hatta bir keresinde Adam’ın resimlerine bakmak için evine bile gitti. Tanıyabildiği kadarıyla kibar, güler yüzlü bir çocuk olan Adam, şehre geldiğinden beri kendisini yalnız hissetmemesini sağlayan ilk erkek olmuştu.

Sıkıntılarından kurtulduğunu sandığı bir akşam, tam da Peter’ı yatırmak üzereyken, kapıda teyzesiyle konuşmakta olan bir adam gördü. Gelen Eric’ti. Her zamanki güçlü duruşu, üzerine her zaman yakışan güzel kıyafetleri vardı. Kapının eşiğinde duruyor, içeri girebilmek için teyzesinden izin istiyordu. Helena’yı gördüğünde durmuş, odayı aydınlatan mumun cılız ışığında yanaklarının pembeliği gizlenen karısına bakmaya başlamıştı. Helena, hareketsiz kalmış, bir zamanlar ölesiye sevdiği adamı izliyordu. Babasının geldiğini gören Peter, koşarak ona sarılmasa, belki de saatlerce öylece bakışabilirlerdi. Eric, Peter’la biraz oyun oynadıktan ve oğlunu yatağına kadar götürdükten sonra karısıyla beraber dışarı çıktılar.

Yan yana yürüyorlardı, ancak birbirlerine söyleyecek doğru sözcükleri seçemiyorlardı. Eric biraz yaşadıkları kasabadan bahsetti, Helena Peter’ın edindiği yeni huylardan… Eric, Peter’la ilgili birkaç soru sordu, Helena’da kasaba bıraktığı dostlarından birkaçını özlediğini söyledi. Şehri boydan boya yürüdüler, ancak aralarında ilişkileri hakkında tek bir söz geçmedi. Ne Eric çok pişman olduğunu, ne de Helena onu çok özlediğini söyleyebildi. İçeri girmeden önce hafifçe sarıldılar, Helena eşikten içeri adımını attı. Neden sonra dönerek “İsteseydin saçlarımı siyaha ve hatta kızıla boyayabilirdim…” dedi. Eric duraksadı. Ona “Sen aslında o kadınlardan daha güzeldin…” diyebildi. Helena cevap vermedi, iyi geceler dileyerek içeri girdi ve yatağına yattığında da gözyaşlarına boğuldu.

Eric’ten o akşamdan sonra uzunca bir süre haber alamadı. Hatta bir keresinde, eski dostlarını görmek bahanesi ile yaşadıkları kasabaya bile gitti ama evlerinde artık başka insanların yaşadığını, Eric’in ise uzun süredir ortalıklarda görünmediğini öğrendi. Teyzesinin yanına döndüğünde olanları ona anlattı ve ondan Adam’ın birkaç kez uğradığını öğrendi. Teyzesi her ne kadar ısrar ettiyse de, Adam’ı bir daha görmek istemedi. Davetlerini her seferinde bir bahane bularak reddetti.

Karşısına daha sonra da erkekler çıktı. Kimisi zengin, kimisi gösterişli, kimisi yakışıklı… Helena her seferinde, tam da onlarla yakınlaşmış, Eric’ten başka hiç kimse için indirmediği aşılmaz duvarlarını yıkacakken, Eric bir şekilde onu buldu. Bazen bir mektup gönderdi, bazen de oğlunu görmek bahanesiyle çıkıp geldi. Aslında Helena’nın da onu hatırlaması için böyle bahanelere ihtiyacı yoktu. Oğlunun gözlerinin içine baktığında gördüğü, aşık olduğu, hayatının ilk ve tek aşkı olabilmiş o adamın pırıl pırıl parlayan gözlerinde gördüğüydü.
Eflani/Karabük